Bu yazı, Türklerde devlet anlayışı, siyasal yapılanma ve hükümet sistemlerini değerlendirmektedir.

Bu doğrultuda, Türklerde devlet anlayışı ve Türklerde yürütmenin güçlendirilmesinde benimsenen ölçüler tespit edilmeye çalışılmaktadır.

Türklerde yazılı Anayasa Dönemine kadar devlet ve hükümet sistemi, bu yazı kapsamına alınmıştır. Yalnız, Türklerde devlet anlayışı, bu yazıda, erken dönem Osmanlı siyasal sistemine kadar olan süreçle sınırlı tutulmaktadır.

Bu yazıda Türklerde devlet anlayışı ve egemenliğin kullanılışı, yasama, yürütme ve yargının işleyiş şekilleri ve Türklerde hakimiyet, meşveret gibi hususlar, İslâmiyet’ten önce ve sonraki dönemler için ayrı ayrı değerlendirilmektedir. Türklerde yazılı Anayasalı dönemlere ilişkin Anayasal gelişmeler ve devlet anlayışı ayrı bir yazıda incelenmektedir.

1. Türklerde Siyasal Yapılanma: Devlet ve İşleyiş Şekli

1.1. Türklerde Hakimiyet Anlayışı ve Kullanılışı

“Türklerin en büyük millî ve maşeri dehalarının teşkilâtçılıkları olduğu [malûmdur].”[1] Türklerde, ilk ayak bastıkları yerlerde, ilk elden ve hemen devlet teşkilâtlarını kurmaları söz konusuydu. Türklerde din veya başka sebeplerle halka baskı uygulanmaz; toplumun yaşayış ve adetlerine de karışılmazdı.[2]

Türklerde egemenliğin tam bağımsızlık şiarından hiçbir şekilde taviz vermeksizin hakanlar tarafından kullanıldığı;[3] devleti temsil yetkisinin ve yasama, yürütme ve yargının hükümdarlarda toplandığı söylenebilir. Ancak, fiiliyatta uyulması gereken töre ve kanunlar, yönetimi sınırlandırıcı bir fonksiyon icra etmiş; böylece yönetilenlerin hak ve hürriyetleri teminat altına alınmıştır.

Örneğin İslâm’dan önceki Türklerde yasama, yürütme ve yargının kendi uhdesinde birleştiren hakanlar, hakimiyeti despotça değil;[4] aşağıda açıklanan şekillerde ve “töre”ye uygun kullanırlardı. Töreyi de, halktan ve yönetimin ileri gelenlerinden oluşan toy meclislerinin onayını alarak değiştirebilirlerdi.[5]

Burada dikkat çeken, törenin önceden belirli olması[6] ve böylece hukuk güvenliğinin belirlilik ve öngörülebilirlik ilkelerinin yerine gelmiş olmasıdır.

 

“İslâm’da [da] uhrevi bir kuvvetin siyasal bir iktidarı tahdit edecek şekilde iş gördüğü tarihi bir gerçektir.”[7] Kur’an ayetleri (Örneğin Âli İmran/3:110; Tövbe 9:71), Peygamberimiz Hz. Muhammed ile 4 halife devri esas alındığında: bir kamuoyu denetimi olarak[8] iyiliği emrin, kötülüğün ve fitnenin önüne geçilmesinin; ayrıca, adaletin ve hakkaniyetin esas olduğu söylenebilir.[9] İslâm alimleri, -örneğin İbn Teymiyye- İslâm’da siyasi otoritenin kendi görüşünü dayatma hakkı olmadığını belirtmiştir.[10]

Türklerde ve Osmanlı’da, hükümdarların tahta, veliaht tayin edilme ya da saltanatın babadan oğula veya ailedeki en büyük kişiye geçmesi gibi usûllerle geldikleri görülmüştür.[11]

 

Türk devletlerinde, örneğin Osmanlı’da, hukuk ve iktidar birliği ve tekliği söz konusu olup;[12]  “padişah, Osmanlı İdaresinin gerçek anlamıyla başıdır. Kendi Kişiliğinde Devleti o temsil eder. Devleti, [aşağıda sözü edilen] Sadrazamının ve diğer yüksek yöneticilerinin yardımıyla mutlak biçimde, o yönetir[di].[13]

Osmanlı’da hâkimiyetin kaynağı ve meşruiyeti ile ve hukukun oluşumunda, -aşağıda da değinileceği üzere- İslâm dini esas alınmıştır.[14] Padişahın saltanatı iki kaynakla meşrulaştırmıştır: birincisi, Oğuz Kağandan bu yana gelen Türk tarihi ve töresidir.[15] İkincisi ise İslâmın kurallarından kaynaklanan yetkilerdir.

İslâmiyet’ten evvelki Türklere hakanlar, işlerini; yakınları, kendisini destekleyenler ve yönetim kademelerine atadığı -boy beyi gibi- yöneticilerle birlikte yürütmüşlerdir.[16] -Aşağıda bahse konu edilecek ve- bir yasama meclisi olarak görülebilecek toy, ve/veya kurultaylar, hakan ile hükümeti ve yasamayı birbirinden bir anlamda ayırmıştır.[17] Bununla birlikte, Türklerde tüm güçler ve yetkilerin, esasen hakanda toplandığı hususu da gözardı edilemez.[18] Bu sebeple, Türklerde yasama ve yürütmenin bu şekildeki farklılığının, günümüzdeki parlamenter sistem gibi görülmesi zordur. Çünkü esasta olan kuvvetler birliğidir. Ama bu farklılığın, az da olsa görevler ayrılığı bağlamında parlamenter sistemi çağrıştırıcı bir tarafı olabileceği söylenebilir.

Aynı şekilde, diğer Türk devletleri, örneğin Osmanlı’da da padişah yürütmeyi elinde bulundurmuş; yargı yetkisini de kadılara bırakmıştır. Bundan başka, yasama hatta yürütme yetkisini de Divanı Hümayunun görüşlerini alarak kullanmıştır. Dolayısıyla, Padişahın tüm devlet işlerini veziriazam aracılığıyla kullandığı ve Divanı Hümayunun Padişaha yardımcı olarak bir Bakanlar Kurulu gibi de çalıştığı[19] dikkat çekmiştir. Bu tespitler bize göre, sistemin, -kuvvetler birliği olsa da- fiili bir görevler ayrılığı ve bu anlamda parlamenter sistem “izlerini” taşıdığını göstermektedir.

1.2. Halk ve Devlet Arasındaki Siyasal İlişkiler ve Toplumsal Sözleşme

Türklerde devlet hayatı, “halk devlet için değil, devlet halk için[dir.]” anlayışı gereğince tanzim edildiği söylenebilir. Bu anlayış gereğince devlet yöneticileri, halkı sosyal ve ekonomik bakımdan refah içinde yaşatmayı amaçlamışlardır.[20]

Türklerde, halkın şahsi hukukla ve iktisadi hürriyetle donatıldığı görülür.[21] Nitekim, Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilig’de belirttiği üzere,[22] Türk devlet felsefesinde, halk ile devlet arasında zımnî bir sözleşme yapılmış gibi telâkki edilmiştir.[23] Buna göre: halk Devlete saygı ve sadakat göstermelidir. Buna karşılık hakanın görevi ise, elindeki imkânları halkıyla paylaşmak adaletle hükmetmektir. Fakir milleti zengin yapmak, açları doyurmak, imkânsızları giydirmek gibi faaliyetler Göktürk abidelerinde sözü edilen “paylaşım erdemleri”ni oluşturmuşlardır.[24] Bunun gibi, “Osmanlı sultanlarının vicdanî murakabeleri [de] devletin tebaasının sadakatini, itimadını temin etmiştir.”[25]

1.3. Türklerde Kanun ve Hukuk Devleti Anlayışı

1.3.1. Türklerde Töre ve Kanuna Bağlılık

Eski Türklerde devlet töreye bağlı olup; töre “kanun”dur ve bağlayıcıdır.[26] Göktürk abidelerinde “Devleti ellerine alıp töreyi koydular. Ey Türk bodunu devletini töreni kim bozabilir?” denmiştir. Bundan, törenin bozulmasının Devletin çökmesi ile eş anlamda görüldüğü anlaşılmaktadır. Törenin üstünlüğü şeklindeki bu durumu, aynı zamanda, Türklerde “hukukun üstünlüğü”ne uygunluğun mevcudiyetine ilişkin bir tespit olarak görebiliriz.[27]

Nitekim İslâmiyet’ten sonraki Türklerde de İslâm hukuku kuralları ve adalet anlayışı, hükümdarın -ve diğer kamu görevlilerinin- yetkilerini sınırlayan faktörleri teşkil etmişlerdir. İslâm’da hukukun ve kanunların kaynağı şeriat yani İslâm hukuku kurallarıdır. [28] Dolayısıyla ayrıca ve doğrudan bir “yasama”dan bir noktada bahsedilemez. Çünkü, Allah, hükümleri koymuş; kelimeleri sıdk ve adl ile tamamlamıştır. Bunu değiştirmek mümkün değildir (Kur’an, En’am/ 6:115). Dolayısıyla İslam’ın insan haklarına güvence olan katı ve üstün ilkeleri kalıcı bir nitelik arzeder.[29] 

 

Bu durumda, İslam hukukunda da yeni kurallar koymak mümkündür. Fakat bu kuralların, Kur’an ve sünnete -ve bunlara uygun olan kıyas ve icmaı ümmete- aykırı olmaması gerekmektedir.[30] İslâm’da “kanun koyma”, (yasama) faaliyeti, Kur’an ve sünnetteki hükümleri anlama, açıklama ve uygulama için gereklidir ve bununla da sınırlı kalmaktadır.[31]

İslâm’da, imanî -ve itikadî- olmayan ve hukuki nitelikte kalan hükümlerin; değişen sebeplere, zamanın gereklerine uygun yorumlanabilmeleri[32] mümkündür.[33] Ki bu, İslâm’a doğmalar bütünü[34] olarak bakmayı haksız çıkarabilecek çok önemli bir tespittir.[35]

 

İslâm’da, yasama faaliyeti bakımından esas olan, yöneticilerin keyfi isteklerine ve şahsi menfaatlerine değil; İslâm hukukuna ve halkın yararına “uygunluk”tur.[36] Meşveret, maslahat, müsavat, adalet, hakkaniyet; İslâm’ın tüm hayat alanlarında ve yasamada esas alınması gereken ilke, usul ve ölçütlerdir. 

İslâm’da adaletin devletin temeli olduğu; adaletten ayrılmanın devletin zevaline sebep olacağı pek çok alim/müçtehit tarafından dile getirilmiştir.[37]

İslâm hukukunda, devlet başkanının kararlarıyla yasama niteliğindeki(=teşrii) işlemlerini, hukuka aykırılık bakımından -içtihat koyabilme yeterliğine sahip olan- hâkimlerin denetleyebilecekleri kabul görmüştür.[38]

İslâm’da birçok kez tekrarlanan “iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak” (Kur’an, örneğin: Âli İmran, 3: 110) ve de fitne ve fesadın önüne geçmek gibi yükümlülükler, halkın yönetime katılmasını gerektirmiştir. Bu vesileyle belirtmek gerekirse, örneğin 4 halife döneminde halifelerin halk tarafından denetimi; diğer bir deyişle halkın yönetime katılımı zuhur etmiş, harfiyen hayata geçmiştir.    

1.3.2. Türklerde Adalet Anlayışı ve Yönetimde Adaletin Yeri
a. İslâmiyet’ten Evvelki Türklerde

Adalet Türk toplumsal hayatında esas alınan kavramdır. “Töre”, değişen hal ve şartlara göre değişebilirken; törenin “bazı hükümleri [ise]kesinlikle değişmez idi: Bunlar könilik (adalet), uzluk (iyilik, faydalılık), tüzlük (eşitlik), kişilik (insanlık) idi.”[39]

Adalet toplumda iktidar sahiplerinin ya da çoğunluğun menfaatine olan hukuk değildir. Dolayısıyla, adaleti sağlamak ve muhafaza etmek, iktidar sahipleri ve toplumsal çoğunluk için bir sorumluluk, bir görevdir.[40] Aksi hal, adaleti muhafaza etmemek demektir. Çoğunluğun ya da iktidar sahiplerinin kendi menfaatlerini gözetmeleri de, rejimin adaletten sapmaya ve keyfiliğe gidişe sebeptir. Halbuki, iktidar sahipleri ya da hükümetler, kendilerini adalet ve hakkaniyetin sağlanması için -gerçek anlamda- sınırladıklarında adalet sağlanmış ve muhafaza edilmiş olur.[41]

Türklerde, “adalet”in ve -bundan başka,- toplumu yönetmek, imtiyaz tanımamak, dini tolerans gibi bir kısım kavram ve olguların[42] “töre”nin de üstünde, adeta bir Anayasa gibi düşünülmeleri söz konusu olabilmiştir.

b. İslâmiyet’ten Sonraki Türklerde
ba. İslâmiyet’te Adaletin Yeri ve Önemi

İslâm hukukunda; her konuda adaletle hükmetmek (Kur’an, Nisa/4: 35) ve dolayısıyla adalete uygun davranmak; kısacası adil olmak emredilmektedir. Bir topluluğa olan kin veya öfkenin adaletten ayrılmaya hiçbir mazeret sayılamayacağı (Kur’an, Maide/5:8; Araf/7:29) özellikle belirtilmektedir. Ayrıca, Kur’an’da (Hud/11: 112), Hz. Peygamberden ve dolayısıyla inananlardan emrolundukları gibi dosdoğru olmaları istenmekte; Allah’ın insanların yaptıklarını gördüğü özellikle belirtilmektedir.

İslâm’a göre insanlar en güzel şekilde yaratılmışlar (Kur’an, Tîn/95:4); Allah insanları şan ve şeref sahibi kılmış (İsra/50: 70); insanların zerre kadar iyilikleri mükâfaat, zerre kadar kötülükleri de yaptırıma tabi tutulmuştur. (Kur’an, Zilzal/99: 7 ve 8; Zümer/39:70; Mü’min/40: 40, 58).

Bu durum, iki hususa yönelmeyi gerektirmektedir: 1-) Adalet aynı zamanda İslâmî sorumluluk ve ahlâkî ödevdir.[43] 2-) Kişilerin sorumlu tutulabilmeleri, öncelikle özgür olmalarını gerektirir. Dolayısıyla “Allah İnsana hürriyet ve masuniyet bahşet[miştir.][44]

bb. İslâmiyet’ten Sonraki Türklerde Adaletin Yeri ve Önemi

İslâmiyet’ten sonraki Türklerde de adaletin yönetimdeki yeri ve yönetimin adalete bağlılığı esas olmuştur. Örneğin Selçuklularda Nizamülmülk, -Hükümdarın isteği ile yazdığı ve yönetime yol gösterici olan- “Siyasetname”sinde yönetimde adalete uygu davranmanın vazgeçilmezliğini manidar şekilde anlatmıştır. Bu eser yönetimde devamlı başvurulan kaynak eser olmuştur.[45] Osmanlılarda Osmanlı devlet ideolojisinin temel unsuru da adalet fikridir:[46]

Türk devletleri için, örneğin Osmanlı özelinde söylenecek olursa:  Padişahın en önemli görevi adaleti sağlamaktır.[47] “Adalet, hoşgörü, merkezî sistem, din-dil-ırk ayrımı yapmadan herkese hayat hakkı tanıyan iç düzen ortamı, Osmanlı’nın tabiri caizse ‘anasır-ı erbaası (=dört unsuru) idi.”[48] Osmanlıda yükselme devrinde devletin Müslim veya gayrımüslim herkes Devletin adaleti esas aldığına ve devletin hukuk devleti olduğuna inanmışlardı.[49]

 

Adaletli yönetimin reâyâya huzur sağlayacağı, huzur ve güven içinde bulunan halkın bol üretim yapacağı, bunun ise zenginlik getirip, devlet hazinesine çok vergi gireceğinden, hazinenin zengin olacağı, bunun sonucunda padişahın güçlü ordular besleyebileceği ve dolayısıyla padişahın iktidarının güçlü olacağı düşüncesi hâkimdi.”[50]

Koçi bey gibi kimselerin, bozulmanın ve çöküşün adaletten ayrılmakla başladığı yönündeki tespitleri;[51] Osmanlı’nın toplumsal düzeninde adaletin, mevcudiyeti ve ehemmiyetini (=önemini); bunun yokluğunda da bozulmanın gelebileceğini göstermektedir.

Dolayısıyla, Türklerde devlet, -kanuna bağlılık ve adalete verdikleri değer de nazara alındığında- çağdaş gereklere uygun bir hukuk devleti olmasa da; çağdaşı devletlere ve o dönemin toplumsal şartlarına göre, hukuk devleti niteliğini taşımış olmaktadır.[52] Nitekim diğer Türk Devletleri gibi Osmanlı da çağına göre oldukça ileri bir hukuk düzeni kurmuştu. Batılı araştırıcılar bile, Osmanlıda hukuk düzeni ile bir hukuk devletinin kurulduğunu belirtmişlerdir.[53]

2. Türklerde Yönetme Usulü

2.1 İslâmiyet’ten Evvelki Türklerde

Başta belirtmek gerekir ki: Türk ve İslâm Devlet anlayışında toplumsal sorunlar istişare çözülmüş ve çözüm kararları hükümdarlar tarafından da uygulanmıştır. Türk Anayasal gelişmelerine bakıldığında, monarşik devirlerde de padişah ya da hakanların kararlarını istişare ile alıp uyguladıkları dikkat çekmektedir.

Yukarıda değinildiği gibi, İslâmiyet’ten evvelki Türklere hakanların işlerini tek başına değil, bir anlamda bakanlar kuruluymuş gibi görülebilecek olan; yakınları, kendisini destekleyenler ve yönetim kademelerine atadığı -boy beyi gibi- yöneticilerle birlikte; yürütmüşlerdir.[54]

2.2. İslâmiyet’ten Sonraki Türklerde

2.2.1. Türklerde Hükümdarların Görev, Yetki ve Konumları

İslâm’dan önceki Türklerde hakanların, İslâm’dan sonraki Türklerde de, -örneğin- Selçuklu ve Osmanlı’da Padişahların devleti; devletin birlik ve beraberliğini temsil ettikleri; Şeriatin ve adaletin tatbik ve muhafazasıyla;[55] ve milletin can ve mal güvenliğini sağlamakla sorumlu bulundukları; [56] tebaaya adalet ve refah sağlamak durumunda oldukları[57] görülmektedir.   

Padişah, Devletin sahibi olmamakla birlikte Devletin temsil eden kişiydi. Yasama, yürütme ve yargı güçlerinin kullanılmasında padişah egemendir; ve bu yetkileri şahsında toplamıştır.[58] Padişah iradesi kanundur (veya kanun gücündedir). Ancak padişah memleket meseleleriyle ilgili olarak ilgili kişilerin[59] ve makam, merci ve kurulların görüşlerini almak durumundaydı.

Osmanlıda karar alma yetkisi mutlak olarak padişahta ise de, bunların şeri hükümlere uygunluğu açısından denetimi de -en yüksek kadı da diyebileceğimiz- Şeyhülislâm tarafından yapılmaktaydı.[60]

2.2.2. Türklerde Vezirler ve Veziriazamların Sorumlulukları ve Konumları

Türklerde vezirlik İslâm devlet anlayışının uygulamasından gelen ve hem sultanın temsilcisi;[61] hem de Sultan adına Devlet işlerini gören; dolayısıyla da sultanda toplanan yasama, yürütme ve yargı erklerine ilişkin yetkileri de sultan adına elinde bulunduran makamdı.[62] Orta Asya Türklerinde hakanlara yardımcı olan yabguluk, burada belirtilen vezirlikle benzerlik kurulabilen bir makamdı.[63]

Selçuklularda idare ve divandan derlenen vezir, Sultanın temsilcisi, bürokrasinin başı ve sarayın bir üyesidir.[64]Divanı-ı âlâ başında olduğundan dolayı devletin bütün maliyesi ondan sorulur. Böylece, dini, hukuki, İdari, askeri, bütün bürokrasi onun denetimi altına girmiş olur.”[65]

Osmanlı’da padişahların işlerini vezirlerine havale ettikleri;[66] vezirlerin üstünde yer alan Veziriazamın da Padişah adına ve ona sorumlu kalarak, bu işleri yönettiği ve koordine ettiği söylenebilir.

Veziriazam, Padişahın mutlak vekili olup;[67] din, devlet ve saltanata ilişkin tüm işleri yürütürdü. Veziriazam, görevini yürütürken, kendi emirlerini de “buyrultu” adıyla yayınlayabilmekteydi. Veziriazam bu görevlerinde şer’i ve kanunnameler, fermanlar gibi örfi hukukla bağlı ve sınırlıydı.[68]

 

Osmanlıda veziriazam padişah adına ve onun mutlak vekili olarak,[69] bütün devlet işlerinden[70] mesuliyet ve idari bürokrasiyi tayin ve nakil gibi işlerden[71] başka; Padişahın olurunu alarak Devlet hayatını ilgilendiren işlem ve işlemleri ve vezirler ile Divanları murakabe etmek gibi yetkilerle donatılmıştır.[72]

Bununla birlikte, Padişahın mutlak iktidarı, veziriazamların ve dolayısıyla vezirlerin padişahlara karşı mutlak sorumluluklarını gerektirmektedir. Vezirleri ve veziriazamı atama ve görevden alma yetkisinin padişaha ait olması da bu sorumluluğu doğal olarak mevcut kılmaktadır. Yalnız, Veziri azam ve vezirler, padişaha karşı sorumlu olsalar ve padişahın talimatlarıyla hareket edebilmeleri vakıa ise de; bunlar, padişah karşısında fikirlerini ortaya koyacak ve uygulamayı yönlendirecek şekilde özerk konumdadırlar.[73] Haliyle bu özerklik, bir ölçü koymak gerekirse, -doğal olarak- işlerin yürütülmesi için gerekli olan derece ve kapsamda olacaktır. Bu arada, bazı dönemlerde veziriazamın daha üstün fıtrat ve tavırları sebebiyle; dönemin padişahlarının, sadeve Devletin sembolü olarak kaldıkları; ve veziriazamın padişah yetkilerini ve otoritesini bizzat kullandıkları da görülmemiş değildir.[74]

2.2.3. Osmanlı’da Örfi Hukuk ve İslâm Hukukuna Uygunluğu (=Şer’îliği) Meselesi

Osmanlı’da örfi hukukun, İslâm hukukuna uygun olup olmadığı tartışılmış olsa da; fikrimiz, örfi hukukun, İslâm hukukuna uygun olarak tesis edildiği yönündedir.[75] İslâm’ın kamu hukukuna ilişkin kurallarının kazuistik değil de genel oluşu; değişen zamana ve farklı toplumsal kesimlere uygulanması gereken kurallara ihtiyaçla yeni kaideler ihdası, bu şekilde bir hukuku oluşturmuştur.[76]

 

Osmanlı’da, örfi hukukun şer’iliği konusundaki bu genel değerlendirmenin istisnaları da görülmemiş değildir.[77]

Osmanlı’nın, fethettiği yerlerde kendi hukukunu hâkim kılana kadar geçen uyumlulaştırma sürecinde yabancı hukuku kabullendiği de bir gerçektir.[78] Fakat örfi hukukun İslâm hukukuna uygunluk gözetilmeden; sırf kendine özgü rasyonel şartlar altında oluşturulduğu[79] yönündeki bir kısım anlayışları kabul etmek zor olsa gerektir.

3. Türklerde Yürütmenin Dayanağı Kararların Alınması Usulü: Meşveretin Vazgeçilmezliği

3.1. İslâmiyet’ten Evvelki Türklerde Meşverete Verilen Değer

İslâmiyet’ten evvelki Türklerde devlet hayatını ilgilendiren tüm hususlar toy denilen Ülke Meclislerinde karar bağlanıyor, hükümdar da yetkilerini bu kararlara göre kullanıyordu.[80] Dolayısıyla bu meclis, aynı zamanda yasama organı gibi bir işlev görmekteydi.[81] Bu meclis, kağanın seçilmesine onay verdiği gibi,  bunu gerekçe göstererek ret de edebilmekte; ayrıca, hakanın eylem ve işlemlerinin denetimini de töreye uygunluk bakımından yapabilmekteydi.[82] Bu dönemde Türk toplumunda töre esas olup; kanun anlamındaki törenin değiştirilmesi için de meclislerin tasviplerinin alınması gerekiyordu.[83]

Şurası da vardı ki, Türkler yöneticilerinin başbuğlarının söz ve uygulamalarına mutlak itaat gösterirlerdi. Anılan meclislerde yöneticinin iradesi son sözü teşkil eder; onun bu iradesine karşı münakaşaya girilmezdi.[84]

3.2. İslâmiyet’te ve İslâmiyet’ten Sonraki Türklerde

İslamiyet’in kabulünden sonraki dönemde de Devlet hayatına yön veren kararların istişare ile alınması, Kur’an ayetleri gereğince esas kabul olunmuş;[85] Selçuklu ve Osmanlı’nın yazılı olmayan Anayasa dönemlerinde, Divanı Hümayun ve diğer meclisler[86] Padişahlara yol gösterici olarak etkin vazifeler deruhte etmişlerdir. 

Meclislerin kararlarının devlet başkanının bağlayıcı olup olmadığı tartışılmakla birlikte;[87] meclis kararının bağlayıcılığı[88] ve uygulaması kabul edilebilir. Meclisin müzakere imkânına sahip olması ve kendi alanlarında uzman ve yaşantısı itibarıyla doğru ve dürüst olduğu bilinen kişilerden oluşması[89] kaydıyla, kararlarının bağlayıcı olması mantığa uygundur.[90]

Kur’an’daki (Zümer/59:18) “dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele.” ayeti doğrultusunda bir yorum yapmak gerekirse, toplumun en doğru seçenekte birleşmesini, Allah’ın emri olarak görmek gerekmektedir.[91] 

3.3. Türklerde Danışma ve Karar Mercii Olarak Divan Anlayışı ve Divanı Hümayun

Osmanlıda Divan’ı Hümayun ve diğer divanlar[92] yönetim işlerinde yüksek idarî salâhiyetleri elinde tutan hükümet heyetidirler.[93] Osmanlıda Divanı Hümayun, Selçuklu ve İlhanlı ve diğer Türk Devletlerinden örnek alınarak kurulmuştur:[94]

“Divan”ın önceki Türk Devletlerinde de geçerli olduğunu; Selçuklularda “Büyük Divan” ve diğer divanlardan söz edilebilir. “Büyük Divan” merkezde en büyük kuruluştur. Buna vezir başkanlık ederdi. Bu divanın bir tür bakanlar kuruluna benzetildiğini[95] söylemek yanlış olmayacaktır. Selçuklularda yer alan diğer divanlardan birisinin “Divanı mezalim” olduğu ve bunun, zulme uğrayanların uğradıkları haksızlığı kaldırmayı ve gidermeyi amaçladığı da burada not edilmelidir.[96]

 

Osmanlıda Divanı Hümayun, aynı zamanda bir tür bakanlar kurulu[97] ve Padişahın hükümeti olarak,[98] Ülke yönetiminden birinci derecede sorumlu ve en başta gelen ve çok üstün ve özel yetkileri kullanan [99] Kuruldur. Bu Kurul, Devletin birincil nitelikli askeri idari, harici ve hatta adli ve örfi işlerini;[100] ve yönetilenlerin istek, şikâyet ve davalarını görüşmekte ve karara bağlamaktaydı.[101] Kurul, bundan başka, yasama meclisi olarak görev ve  hükümete(=hükümdara) danışmanlık da yapmaktaydı.[102]

Osmanlı’da, İslâm’ın temel kaynakları dışında kalan konularda, usulüne uygun olarak kural koyma; diğer bir deyişle yasama yetkisi -yukarıda da söylendiği gibi- padişahtaydı. Ancak müşahede edildiği kadarıyla padişah fermanlarının, önce Divanı Hümayun’da hazırlanması ve ikmal olunması söz konusuydu.[103] Osmanlıda “bütün devlet kayıtsız ve şartsız Divan’a bağlı olup hükümdar ancak bu yol ile devlete hâkim bulunmakta idi.”[104]

Bu Divan, yargısal kararların -şimdiki duruma benzeterek söylemeye çalışırsak- temyiz gibi yargısal denetimini de yapabilmekteydi.[105]

Divana ilk yıllarda padişahlar, sonraları da uzun yıllar veziriazamlar başkanlık yapmıştır.[106] “Dîvânda idarî, örfî işler veziriazam, arazi işleri nişancı, şer’î ve hukukî işler kadıaskerler, malî işlerde defterdarlar tarafından görülürdü.”[107]

4. Türklerde Yargı Fonksiyonunun İcrası Usulü ve İlkeleri

4.1. İslâmiyet’ten Evvelki Türklerde

Eski Türklerde yargı hakkı hakanlar adına onların atadıkları hakimlerce yerine getirilmiş; siyasi suçların yargılamalarını ise hakanlar kendileri yapmışlardır.[108] Türk Devletlerinde yargının hakanlara ya da padişahlara bağlı olduğu söylense de, yargısal işlerin fonksiyon olarak bağımsızlık ve tarafsızlık içinde yerine getirildiğini söylemek mümkündür.

Türklerde adaletin devletin meşruiyet temeli olduğunu[109] söylemek bile yargının bağımsızlığının ve sadece adaleti gerçekleştirmeyi amaçladığını gösterir.

4.2. İslâmiyet’ten Sonraki Türklerde

İslami hükümler (Kur’an, Nisa/4:58), kişiler arasında adaletle hükmedilmesini belirtmekte; hattâ emaneti ehline vermeyi de aynı ayette vurgulamaktadır. Bu hükümler, -kamu işleri için liyakati şart koşmaktan başka- hakimlerin liyakatli olmalarına da dikkat çekmektedirler. İslâm alimleri, hâkimlik teminatı ve hâkimlerin azledilemezliği gibi kural ve ilkeleri de benimsemiş ve kabul etmişlerdir.[110]

Osmanlı’da, fiiliyatta monarşik bir kuvvetler birliğinden söz edilecek olsa bile, Padişahın İslâm’ın adalet ve hakkaniyetle ilgili kaideleriyle sınırlı kararlar alabildiği; bu dönemde esasen yargının da bağımsız olduğu not edilmelidir.[111]

Osmanlı sisteminde kadıların hüküm vermelerine müdahale edilemeyeceği hususu geçerli olmuştur.[112] Hattâ İslâm hukukunda hâkimlerin öfke, sinir, stres veya aşırı sevindikleri anlarda karar vermemeleri, -ki Mecellede de hâkimlerin vasıfları bunu sağlayacak şekilde sayılmış- hadislerde de istenmiştir.[113]

 

Osmanlı’da yargı kuvvetini hayata geçiren en önemli aktörlerden olan kadı; -Anadolu ve Rumeli kazaskerlerince atanan aynı zamanda devlet işlerini yürüten ama- yargı faaliyetinde bağımsız bir kamu görevlisidir.[114] Padişah yargı yetkisini kadılar aracılığıyla kullanır; kadılar da Padişah yani Devlet adına hüküm verirlerdi.[115]

Kadı, bulunduğu yere bir yıllığına gönderilir; süresi bir yıl daha uzatılabilirdi. Süresini dolduran kadı, İstanbul’da mülâzemete alınırlar ve başka yerlere aynı usul ve şartlar uygun olarak atanırlardı.[116] Osmanlı’da kadı’nın bağımsızlığını, İslâm hukuku ve bu hukuk düzeninde yer bulamayan konularda da örfi hukukla bağlılığı istisnasını muhafaza ederek görmek gerekmektedir.

Osmanlı’da fetvanın ve Şeyhülslâmlığın karar ve işlemlerinin yargıyı etkilememesinin mümkün olamayacağı[117] düşüncesi haklılık içeren bir düşüncedir. Fakat tarihi tespitler genelde kadıların adaletten farklı karar vermemeleri için itina gösterildiğini yönündedir:[118]  Örneğin doğruluğu ve dürüstlüğüyle tanınan kişilerden oluşan (=şuhûdü’l-hal adlı) bir heyetin, duruşmalara, izlemek için katılmaları, doğru ve dürüst karar vermeye yönlendirici etki oluşturmaktaydı. Kadı karar verirken bunlara da danışabilirdi.[119] Üstelik bu kararlara karşı daha üst yargı yerlerinde ve esasen Divanı Hümayun’da itiraz edilebilirdi.[120] Tüm bunlar bu dönemde esasen yargının da bağımsız olduğu[121] tespiti desteklemekte ve somutlaştırmaktadır.

5. Sonuç Yerine: Türklerde Devlet Anlayışı Hükümet Sistemi Adalet ve Hukuk Güvenliği

Yukarıdaki bilgiler; Türklerde devlet anlayışında hakkaniyet ve adaletin esas alındığını; ve dahası, demokratik prensiplerin ekseriyetle vaki olduğunu göstermektedir. Türklerde her bir Türk Devletinin kendi çağındaki diğer devletlere göre bu prensiplere çok daha fazla hassasiyet gösterdiği söylenmelidir.

Bununla birlikte: yasama, yürütme ve yargı güçlerinin aslında hükümdarlarda toplanması söz konusudur. Konuya bu anlamda bakılırsa: “Asya’da hükümdarın mutlak iktidarına meydan okuyabilecek hiçbir [hukuki güvence ve] toplumsal güç yoktu.”[122]

Ancak, vezirler veya divanlar veyahut yargı görevlileri; hükümdara karşı, toplumsal kültür, töre ve örfün öngördüğü kadar özerk olmuşlardır. Türklerde Hükümdarların veya başka mercilerin, kural olarak, yargıya müdahale etmedikleri hususu da burada vurgulanmalıdır.

Bununla birlikte; Devlet hayatında iktidarın hakkaniyete ve adalete uygun, meclislere danışarak kullanımı fiilliyatta hükümdarın, “aksi, yaptırım güvencesine bağlanmamış” taahhüdünden ibaretti. Dolayısıyla kabul etmek gerekir ki, toplumsal yapıda hakan ya da sultanların, kendi uhdelerindeki tüm yetkilerini her zaman hak ve adalete uygun bir usulle kullanmalarının bir garantisi yoktu. Diğer taraftan:

Bu arada; Türklerde yönetilenlerin yöneticilerine tam bir bağlılık içinde olmaları söz konusuydu. Bu, kaabiliyetsiz yöneticilerin dönemlerinde devleti zevale götürebilecek tehlike demekti.[123] Örneğin Göktürklerde bu sebeplerden kaynaklanan kötü yönetim, inanışa göre Tanrı’nın cezalandırmasıyla karşılaşıyor; ve bu kötü yönetimle oluşan bozulma, Devletin zevali tehlikesini ortaya çıkarıyordu.[124] (İslâm’dan evvelki) Türklerde hak ve adaletle davranmayan, töreyi(=kanunu) uygulamayan ve asayişi ve güvenliği sağlamayan hükümdarların gözden düştükleri; memleketlerin bu dönemlerde karanlık günlere sürüklendikleri[125] de uzmanlarca belirtilmiştir.

Osmanlı’da, İslâm hukukuna; ve ayrıca İslâm hukukuna göre oluşturulan örfi hukuka bağlılık esas olmakla birlikte; Devlet düzeninde başlayan bozulmanın bir türlü önüne geçilememiştir.  Bunun çeşitli sebepleri vardır; ama bu sebeplerin içinde bazı yazarlara göre [126] padişahların yetkilerini kötüye kullanmaları gibi faktörler de nazara alınmalıdır. Bu bağlamda denilebilir ki; iktidar her zaman yozlaşmaya ve kötüye kullanılmaya müsaittir. Örneğin Aristo, rejimlerin, iktidarın kötüye kullanılmasıyla değişebileceğini; otokratik rejimlerin doğabileceğini belirtmiştir.[127]

Diğer taraftan belirtmek gerekir ki; bir ülkede insan haklarının garanti edilmesinin, egemenliği kuvvetlere dağıtılmasına ve keyfi olmayan yönetime bağlı olduğu gerçektir.

Osmanlı’da hakkaniyet ve adalete -hatta bu kapsamda çıkarılan kanunnamelere ve fermanlara- uymak, sadece, aksi -yani kötüye- kullanımı yaptırıma tabi tutulmamış bir padişah taahhüdü idi. Bu durum keyfiliğin önüne geçen bir garantiden söz edilemeyeceğini göstermektedir.

  

Osmanlı’nın gerileme ve çöküş sebepleri arasında; siyasal düzende kuvvetler ayrılığının olmayışı ve yönetilenlere eşit muamelenin son dönemlerde kalkması gibi sebepleri de zikretmek gerekir.[128] Osmanlıda bozulan Devlet yönetiminin düzeltilmesi, kanun hakimiyetinin tanınması, gelişigüzel vergi toplanamaması gibi hususları hüküm altına alan Tanzimat Fermanı, [129] toplumsal düzenin (Şer’i şeriften ve yararlı kanunlardan uzaklaşmakla) bozulduğunu kabullendiği önemli bir vesikadır.

 

Mütehassısan(=hassasiyetle, ≈özenle) belirtmek gerekir ki, bu dönemde Padişah III. Selim, yayınladığı bir fermanla, devlet işlerinin padişahta toplanmasının yararlı olmayacağı; bu sebeple meşveret usulünün ihya edilmesi gerektiğini vurgulamıştır.[130] Yine, Genç Osmanlılar Cemiyetince, meşveretin terki, Osmanlı Devleti’nin yıkılışının sebepleri arasında, önemli bir unsur olarak görülmüştür.[131] Osmanlı müelliflerinin İslâm dininin monarşiye müsait olmadığı, keyfi yönetimin Kur’an’da reddedildiği[132] yönündeki düşünceleri de burada belirtilmelidir.

Sonuçta, Türklerde devlet anlayışı ve hükümet sistemi açısından konuya bakılacak ve bir genelleme yapılacak olursa:

Kuvvetli icra(=yürütme) organının Türk siyasal anlayışında gelenek olduğu[133] tespiti isabetli görünmektedir.

Türklerde 1876 Anayasasının 1909 değişikliklerine kadarki dönemde; parlamenter hükümet sisteminin izlerine rastlansa da, yürütmenin güçlü olduğu dikkat çekmektedir.  Ancak hükümdarların, uhdelerinde topladıkları güçlerini, keyfi olarak kullandıklarına da rastlanmamış değildir. Ancak esas itibarıyla bu gücün, İslâm’dan önceki Türklerde töre; İslâm’dan sonraki Türklerde de aynı zamanda İslâmî kurallarla sınırlandırıldığı da görülmüştür.

Türklerde devletin, hukuka uygunluğun sağlanması bakımından çağdaşı diğer devletlerden daha ileride olduğu gözlemlerimiz itibar görecek bir tespit olsa gerektir.

Bu açıdan Türklerde “monarşik dönemler”deki devlet hayatının:

Yasama meclislerinin karar almak, yargının adil karar vermek şeklindeki görevleri üstlendiği bir durum; kısacası esasta tüm güçlerin hükümdarda toplandığı kuvvetler birliği, ama fiiliyatta, ekseriyetle görevler ayrılığı gibi devam ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Yazar: Prof. Dr. R. Cengiz Derdiman


Dikkat                            :

1-)  Bu makalenin/yazının, yasalara uygun şekilde kaynak gösterilip atıf yapılarak kullanılması hariç, rızamız ve iznimiz alınmadan başka yerlerde yayımlanamayacağını ve kullanılamayacağını hatırlatmak isteriz. Bu hususta Yasal Uyarı sayfasını da kontrol edebilirsiniz.
2-) Bu makaleye atıf yapılması halinde:
R. Cengiz Derdiman, “Türklerde Devlet Anlayışı ve Hükümet Sistemi”, Hukuki Yaklaşım Sitesi, ……………. Erişim Tarihi: ../../20..
Şeklinde kaynak gösterilmesi gerekmektedir.
3-) İznimiz ve rızamız alınması kaydıyla diğer kullanımlarda da mutlaka:          
Kaynak:  R. Cengiz Derdiman, “Türklerde Devlet Anlayışı ve Hükümet Sistemi”, Hukuki Yaklaşım Sitesi, ……………. Erişim Tarihi: ../../20..

Şeklinde kaynak gösterilmelidir.


Dipnotlar

[1]      Öztuna, T. Yılmaz, Başlangıcından Zamanımıza Kadar Türkiye Tarihi cilt: 1, Hayat Yayınları, İstanbul, 1963, s. 126

[2]      Öztuna, s. 126, 127.

[3]      Derdiman, R. Cengiz, Anayasa Hukuku, 2. Baskı, Alfa-Aktüel Yayınları, Bursa, 2011, s. 203. Türklerde Hakanlar, yönetme yetkisini Gökten almış sayılmaktaydı. Bu sonuca, Göktürk Abidelerinde Bilge Kağanın “Gök” tarafından tahta çıkarıldığı ve Uygurlarda “Gün ve Ay Tanrıdan Kut bulmuş kağan” gibi ibarelerden varmak mümkündür. (Aydın, Mehmet Akif, Türk Hukuk Tarihi, 8. Baskı, Beta Yayınları, İstanbul, 2010,s. 10, 11).

[4]      Niyazi, Mehmet, Türk Devlet Felsefesi, 3. Baskı, 1999, s. 85.

[5]      Niyazi, s. 28.

[6]      Baykara, Tuncer, Türk Kültür Tarihine Bakışlar, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara, 2001, s. 168

[7]      Arsel, İlhan, Anayasa Hukuku, İstanbul, 1968, s. 80, 81; Demir, Halis, Devlet Gücünün Sınırlanması Raşit Halifeler Dönemi, İz Yayınları, İstanbul, 2004, s. 92.

[8]      Demir, s. 101 ve devamı.

[9]      İslâm’dan uzaklaşmanın söz konusu olduğu -iktidarın saltanata dönüştüğü 4 halife döneminden sonraki- dönemlerde, bu değerlerden de uzaklaşıldığı; örneğin, kadıların bağımsızlıklarının aşındığı gibi hususlar da malumdur. Bakınız: Yaman, Ahmet, Siyaset ve Fıkıh, İz Yayınları, İstanbul, 2015, s. 125 ve devamı. Bu ölçütlerin İslâm’ın gerçek anlamını belirlerken esas alınamayacağı da not edilmelidir.

[10]    Yaman, s. 106, 108, 126.   

 

[11]   Bakınız: İnalcık, Halil, “Osmanlılarda Saltanat Veraseti Usulü ve Türk Hakimiyet Telâkkisi, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, Dergisi, yıl: 1959, cilt: 14 sayı: 1, ss: 69-94; Akgündüz, Ahmet-Öztürk, Said, Bilinmeyen Osmanlı, Osmanlı Araştırmaları Vakfı Yayını, İstanbul, 1999, s. 398. Osmanlıda kardeş katlinin bazı İslâm düşünürleri veya müçtehitlerinden alınan fetva ile mümkün görüldüğü söylense de, bu uygulamanın olumsuz bir uygulama olduğu değerlendirilmelidir. Zira, (Mumcu, Ahmet, Türklerde Devlet ve Hukuk, Turhan Kitabevi Yayını, Ankara, 2019, s. 79):

1-) İslam alimlerinin çoğunun bunu caiz görmesi, kesin bir yargı olmayıp, onaylama içeriğindedir.

2-) Çoğunluk dışındakilerin ne dedikleri tam belli değildir.

3-) Bu tecvizi (yani izin verme şeklindeki onaylamanın İslam hukukunun öngördüğü vasıfları taşıyan bir içtihat olarak görmekte tereddüt vardır.

Yine aynı şekilde, Devlete yönelen açık, somut ve yakın tehlike teşkil etmeleri ve bu sebeple; İslam’daki isyan (=bağy) fiilini işlemeleri mümkün olmayan bebeklerin ve diğer kişilerin -bu gerekçeyle- boğdurulmaları, Devlet için tehlike gerekçesini haklı kılmaktan uzak olsa gerektir. Zira Türk İslam devlet anlayışı ve hukukunda isyan sonucu öldürülenlerin hukuki zemini ölüm cezasını gerektiren isyan suçudur. (Aydın, s. 129).

Nitekim önceki devirlerden bu yana devam edegelen bu hususta Fatih Kanunnamesi bu katlin nizamı alem için olması gerektiğine işaret etmekte, hatta saltanat yetkisini üzerine alanların bu yönteme başvurmalarının uygun olacağını belirtmekte; yani sadece “tavsiye” içermektedir. Dolayısıyla böyle bir uygulamayı “tavsiye”de esas sebep; yani tavsiyenin hukuki konusu, nizamı alem yani “devlet nizamının güvenliği” olmaktadır. Şu hâlde, nizamı aleme, devlet nizamına gelecek yakın, somut tehlike dışında böyle bir işlemi yapma yetkisini bu kanunnameye dayandırmak isabetli olmasa gerektir. Kaldı ki böyle bir Kanunnamenin olmadığının düşünen bilim insanları da bulunmaktadır.  Bu konulardaki tartışma ve görüşler için ayrıca bakınız: Akgündüz-Öztürk, s. 78 ve devamı ve bu sayfalarda atıf yapılan eserler. Aydın, s. 219-135.

 

[12]   Portmann, Michael, “Herrschaft, Krieg und moderne Staatlichkeit: Das Osmanische Reich und Europa im Vergleich (15. bis 19. Jahrhundert)”, Orient & Okzident Begegnungen und Wahrnehmungen aus fünf Jahrhunderten (Hrsg.) Barbara Haider-Wilson und Maximilian Graf, 3. Auflage, Neue Welt Verlag, Wien, 2017, s. 104. Mesela Asya Hun Devletinde Ülkenin doğusunu hükümdar, batısını kardeşinin yönettiği belirtilmektedir (bakınız örneğin: https://www.tarihogren.com, erişim: 20.05.2023).

Ama bu durum bizce federatif ya da konfederatif yapının benimsenmesi değil; Ülkenin geniş coğrafyasına günün şartlarına göre iletişim ve ulaşım eksikliğinden kaynaklanan bir çözümdür. Nitekim bunların üzerinde hakan yer almaktadır. (Üçok, Coşkun-Mumcu, Ahmet-Bozkurt, Gülnihal, Türk Hukuk Tarihi, 13. Baskı, Turhan Kitabevi Yayını, Ankara, 2008, s. 30, 31). Örneğin Osmanlı’da ise Mısır, Kırım, Eflak-Buğdan, Erdel Beyliği gibi yerler özerk bir yapıya sahiptiler (Bakınız: Ortaylı, İlber, Türkiye Teşkilât ve İdare Tarihi, 3. Baskı, Cedit Yayınları, İstanbul, 2010, s. 255 ve devamı.   

[13]    Gürsoy, Bedri, “Osmanlı İmparatorluğu mu? Osmanlı Türk Devleti mi?”, Prof. Dr. Reşat Aktan’a Armağan, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara, 1982, s. 20.

[14]    Dinler, Veysel, “Osmanlı Devleti’nin İdari Yapısı”, www.veyseldinler.com, erişim: 07.05.2017

[15]    Aynı yönde: Ünal, Mehmet Ali, Osmanlı Müesseseleri Tarihi, Fakülte Kitabevi?, Isparta, 1997, s. 8.

[16]    Şencan, Yusuf Cem, İslâmiyet Öncesi Türk Devlet Geleneği, Yüksek Lisans Tezi, İnönü Üniversite Sosyal Bilimler Enstitüsü  Kamu Yönetimi Anabilim Dalı, Malatya, 2007, s. 141. Ayrıca bakınız: Taşağıl, Ahmet, Türk Model Devleti Gök Türkler, Bilge Kültür Sanat Yayınları, İstanbul, 2018, s. 32, 33.   

   

[17]    Taşağıl, s. 33.

[18]    Taşağıl, s. 33. Türklerde hakan Allah tarafından kendisine kut yani siyasi hakimiyet verilerek Türk Milletini idare etmesi içn görevlendirilmiş ulu kişidir. Bu ululuk mukaddeslik değil; mübareklik, saygı ve hürmeti hak eden anlamındadır. (Benzer görüş: Aydın, s. 11). Aydın’ın (s. 136) belirttiği üzere, Osmanlı’da yargı yetkisi esas itibarıyla padişahta olmakla birlikte, bu yetki, kendilerine devredilen kadılar tarafından yerine getirilmiştir.

[19]    Ünal, s. 36.

[20]    Şencan, s. 144, 155.  

           

[21]    Taşağıl, s. 27. Örneğin Göktürklerde kul tabiri, genellikle esirler için kullanılmıştır. Bakınız: aynı eser (s.27).

[22]    Derdiman, Anayasa Hukuku, 2011, s. 203.

[23]    Niyazi, s. 29.

[24]    Aynı yönde bakınız: Tural, Erkan-Kılıç, Şahin-Kılıç, Ayşegül, Reyhan, Cenk-Uyanık, Ercan, Türk İdare Tarihi, Editör: Erkan Tural,), Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayınları, Eskişehir, 2018, s. 13.

[25]    Aslan, Taner, “Osmanlı Devleti’nin Siyasî ve İdarî Tarihinde Adalet ve Müsavat Meselesi”, Akademik Bakış Dergisi, Sayı 21, Temmuz – Ağustos – Eylül – 2010, s. 4.

[26]    Göktürklerde aynı tespit için bakınız: Taşağıl, s. 28.

[27]    Aynı Kanaat: Niyazi, s. 30.

[28]    El Mübarek, Muhammaed, İslâm Nizamı, Nida Yayınları, İstanbul, 2013, s. 105.

[29]    Hatemi, Hüseyin, İslâm Hukuku Dersleri, 2. Baskı, Birleşik Yayınları, İstanbul, 1999, s. 202.

[30]    Bakınız: Hatemi, s. 202.

[31]    Demir, s. 49.

[32]    “İslâm Hürriyet Dinidir. Bilmek, idrak etmek gibi nesillerin kendi farklı durumlarına göre anlamaları icap eden tutumlar yalnızca bir neslin anladığı şekilde kalamaz. Ve bunlar bu neslin kendi asırlarında anlayıp tespit ettikleri çizginin ötesinde, kendi asırlarının farklılığını ifade eder.” Taha Hüseyin’den nakleden: Austruy, Jacques, Kapitalizm Marksizm ve İslâm, Çeviren: Agâh Oktay Güner, Damla Yayınları, Ankara, 1980, s. 106, 107.

[33]    Tafsilât ve kapsamlı değerlendirmeler için bakınız: Sağlam, Hadi, “Çağdaş Problemler Karşısında İslâm Hukukunun Yapısı ve Dinamizmi Hakkında Bir Tahlil”, www.e-akademi.org, (Hukuk, Ekonomi ve Siyasal Bilimler Aylık İnternet Dergisi), Sayı: 109, Mart 2011, s. 2-4; Aydın, s. 66, 119. Ayrıca bakınız ve karşılaştırınız: Grote, Rainer, “Grundlagen, Hauptprobleme und Perspektiven des islamischen Verfassungsrechts”, Zeitschrift für ausländisches öffentliches Recht und Völkerrecht  (ZaöRV) 74 (2014), ss: 575-614, s. 594.

[34]    Zapf, Holger,“Staat und Religion im islamischen politischen Denken”, Staat und Religion Zentrale Positionen zu einer Schlüsselfrage des politischen Denkens,Hrsg:Oliver Hidalgo-Christian Polke, Springer Fachmedien Wiesbaden. 2017, s. 444 vd

[35]   Din kurallarının zamana göre değiştirilemeyen teorik bir yapıya büründürülmesinin doğmatizm olacağı görüşü için bakınız: Gündoğan, Ali Osman, “Din ve Dogmatizm” Türk Yurdu, Mart 2017- Yıl 106- Sayı 355,  https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=2872, erişim: 08.04.2023. Fakat burada tekraren vurgulamak gerekir ki; imani ve itikadi hükümler değiştirilemez; Bu anlamda, yukarıda da söylendiği üzere, “İslâm çağa değil; çağ İslâm’a uymalı”dır.

[36]    El Mübarek, s. 105.

[37]    Örneğin bakınız: İmam Ebu Yusuf, Kitabû’l Haraç, s. 3, nakleden: Yaman, s. 101; El Maverdi, Ebu’l Hasan Habib, Devlet Yönetimi, Çeviren: Mehmet Ali Karar, İlke Yayınları, İstanbul, 2003, s. 50.

[38]    Bakınız: Türcan, Talip, “İslâm Hukukunda Yasamanın Yargı Yoluyla Denetlenmesi”, İslâm Hukuku Araştırmaları Dergisi, sayı: 3, 2004, ss: 143-154, s. 152 ve devamı; Demir, s. 92.

[39]    Taşağıl, s. 29.

[40]    Cemiyet içinde adaleti sağlamada ekseriyetin(=çoğunluğun) etkili olacağına dair bakınız: Namık Kemal “Bazı Mülahazatı Devlet ve Millet”, İbret, No: 27, 9 Teşrinievvel 1872, nakleden: Özön, Mustafa Nihat, Namık Kemal ve İbret Gazetesi, Remzi Kitabevi Yayını, İstanbul, 1938, s. 132.

 

[41]    Namık Kemal, anılan makale, İbret, No: 27, 9 Teşrinievvel 1872, nakleden: Özön, s. 133.

[42]    Taşağıl, s. 29.

[43]    Soyalan, Mehmet Yaşar, Kutsalın Egemenliğinden Adaletin Egemenliğine, İşaret Yayınları, İstanbul, 2012, s. 171.

[44]    Turnagil, Ahmet Reşit, İslâmiyet ve Milletler Hukuku, Sebil Yayınları, İstanbul, 1977, s. 36.

[45]    Örneğin bakınız: Sevim, Ali-Merçil, Erdoğan, Selçuklu Devletleri Tarihi Siyaset, Teşkilat ve Kültür, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1995, s. 132.

[46]    Tanör, Bülent, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri, 10. Bası Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2004, s. 26.

[47]    Niyazi, s. 85; Ünal, s. 12.

[48]    Arabacı, Caner, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluş ve Yükselişinde İdeal Yapının Rolü”, Uluslararası Kuruluşunun 700. Yıl Dönümünde Bütün Yönleriyle Osmanlı Devleti Kongresi Bildirileri, (Yayına Hazırlayanlar: Alâaddin Aköz-Bayram Ürekli-Ruhi Özcan) Selçuk Üniversitesi Yayını, Konya 2000, s. 817

[49]    Akgündüz-Öztürk, s. 72.

[50]    Atay, Ender Ethem, “Osmanlıda Devlet Anlayışı ve Teşkilatı”, Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, Volume 6, Issue 1, 2022, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2282957, erişim 26.03.2023, s. 9.

[51]    Aslan, s. 5. Bakınız: Danışman, Zuhuri, Koçi Bey Risalesi, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, Tarihsiz, s. 4.

[52]    Derdiman, Anayasa Hukuku, 2011, s. 203, 204; Heper, (Metin, Türkiye’de Devlet Geleneği, (Çeviren: Nalan Soyarık), 2. Baskı, Doğu Batı yayınları, Ankara, 2006, s.56.

[53]    Mumcu, Ahmet, Hukuksal ve Siyasal Karar Organı Olarak Divanı Hümayun, Birey ve Toplum Yayınları, Ankara, 1986, s. 82

[54]    Şencan, s. 141. Ayrıca bakınız: Taşağıl, s. 32, 33.                      

[55]    Ünal, s. 11, 12.

[56]    Ünal, s. 11; Dinler, 2017

[57]    İnalcık, Halil, “Osmanlı Padişahı”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, cilt: 13, sayı: 4 yıl: 1958, ss: 68-79, s. 74, 75; Ünal, s. 11.

[58]    Ünal, s. 11.

[59]    Dinler, 2017

[60]    Akdağ, Mustafa, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Cilt: 2, ikinci basım Tekin Yayınları, İstanbul, 1979, s. 80, 81.

 

[61]    Divitçioğlu, Sencer, Oğuz’dan Selçuklu’ya (Boy, Konat ve Devlet), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2000, s. 126

[62]    Turan, Refik, Türkiye Selçuklularında Hükümet Mekanizması (Vezîr ve Divân), Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1995, s. 19, 20.

[63]    Turan, 1995, s. 20; Timur, Taner, Osmanlı Kimliği, 3. Baskı, İmge Yayınları, Ankara, 1994, s. 44.

[64]    Turan, 1995, s. 29.

[65]    Divitçioğlu, s. 126

[66]   Özer, Attila, Türk Anayasa Hukuku Türklerin Devlet Anlayışı ve Anayasal Yapılanma, Turhankitabevi Yayını, Ankara, 2012, s.48

[67]    Ünal, s. 40.

[68]    Akgündüz-Öztürk, s. 399, 400. “Türk kültürnün fevkalade güçlü bir hukuka bağlılık şuuru geliştirdiğini söyleyebiliriz.” Kösoğlu, Nevzat, Küreselleşme ve Milli Hayat, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2002, s. 175

 

[69]    Örneğin: Halaçoğlu, Yusuf, X1V-XVII.Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilâtı ve Sosyal Yapı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1991, s. 10; Tanör, s. 67.

 

[70]    Devlet işleri, “yasama, yürütme ve yargı konularındaki tüm işler” olarak anlaşılmalıdır.  Veziriazamın padişahtan aldığı bu konulardaki yetkileri, Padişahın mutlak egemenliği sebebiyle, sınırlarını aşacak şekilde kullanması hukuken mümkün olamayacaktır. Aynı yönde bakınız: Dinler, 2017. Veziriazamların Padişahtan daha güçlü bir konuma geçebilmeleri (İnalcık, Osmanlı Padişahı, s. 78), Devlet işlerini Padişahın mutlak vekili olarak kullanabilmeleri; kendilerinin hukuken değil olsa olsa siyaseten güçlü konumlarını gösterir.

[71]    Portmann, s. 113, 114.

[72]    Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, cilt: 1, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1988, s. 439, 440. Ayrıca bakınız: Gündüz, Tufan (Editör), Osmanlı Teşkilat Tarihi, Grafiker Yayınları, Ankara, 2012, s. 36, 37.

[73]    Örneğin Kanuni Sultan Süleyman Devrinde su kanallarının yapımı için usta veya mühendislerin Padişah tarafından görevlendirilmesine Veziriazam, bu işin bir hükümet işi olarak kendi işleri olduğunu belirtmiş; Padişah buna muhalefet etmemiştir. Bahadıroğlu, Yavuz, “Başkanlık ve ‘kuvvetler ayrılığı’ prensibi” Yeni Akit, 31 Ocak 2017 Salı.

[74]    İnalcık, Osmanlı Padişahı, s. 78.

[75]    “Osmanlı hukukunda önemli bir yere sahip olan örfî hukuk, padişah tarafından, İslâm hukuku kaynaklarına aykırı olmamak kaydıyla, değişik konularda hukukî boşlukları doldurmak üzere konulan kurallardan meydana gelmiştir.” Derdiman, R. Cengiz, Hukuk Başlangıcı, 5. Baskı, Aktüel Yayınları, Bursa, 2015, s. 20. Aynı yöndeki görüşler için bakınız örneğin: Ekinci, Ekrem Buğra, Osmanlı Hukuku, 2. Baskı, Arı Sanat Yayınları, İstanbul, 2012, s. 239, 242; Yurtseven, Yılmaz-Şahin, Gamze Nur, “Klasik Dönem Osmanlı Hukukunda Padişahın Yargı Yetkisi” Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 2016/1, ss: 159-206, s. 163, 169, 170; Şen, Murat, “Osmanlı Hukukunun Yapısı”, Osmanlı cilt: 6, editör: Güler Eren, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 1999, s. 332; Durhan, İbrahim, “Osmanlı Hukukunun Yapısı Üzerine bir Etüd”, Erzincan Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, yıl: 1999, cilt: 3 sayı: 1, ss: 215-232, s. 219.

[76]    Aynı kanaat: Dinler, 2017

[77]    Osmanlıda örneğin hırsızlığa el kesme cezası uygulanmaması gibi bir kısım konuların; Anayasal zeminde İslâm hukukunda sapmaları gösterdiği belirtilmiştir. (Mumcu, Ahmet, Türkler; Devlet ve Hukuk, Turhan Kitabevi Yayını, Ankara, 2019, s.80). İslâm’da, İslâm’ın temel hükümlerinin bir kısım sebeplerle farklı yorumları da farklı hukuki uygulamaları ortaya çıkarmış olmaktadır. Mesela, Kur’an, yaptıklarında sonra tövbeleri Allah’ın kabul edeceğini belirten (Maide 5:34) ayeti cezaların infazlarını etkileyebilecek şekilde yorumlanabilecek bir içerik taşımaktadır. Nitekim mezheplerin birbirlerinden farklı da olsa anlayışlarında, tövbenin, pişmanlığın ve/veya örneğin hırsızlık malın sahibine iadesinin had cezasını kaldırabileceği kabul edilmiştir. (Bakınız: Özay, Hilal, İslâm Ceza Hukukunun Temel Prensipleri, İksad Yayınları, Ankara, 2019, s. 73-75; Ekinci, s. 341). 

[78]    Şen, s. 330.

[79]    Örneğin: Barkan, Ömer Lütfi, “Kanunnâme”, İslâm Ansiklopedisi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1977, s. 186.

[80]    Kafesoğlu, İbrahim, Türk Milli Kültürü, 16. Baskı, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1997, s. 259; Turan, Osman, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, Türk Dünya Nizamının Milli, İslâmi ve İnsani Esasları, 23. Baskı, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2014, s. 139; Özer, s. 23, 24; Niyazi, s. 85, 89.

[81]    Taşağıl, s. 31.

[82]    Taşağıl, s. 30, 32.

[83]    Kafesoğlu, s. 246, 247; Özer, s. 29.

[84]    Öztuna, s. 126

[85]    Bakınız: Koyuncu, Nuran, İslâm Hukukunda ve Osmanlı Uygulamasında Şûra, Doktora Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku Anabilim Dalı Türk Hukuk Tarihi Bilim Dalı, Konya, 2006, s. 41 ve devamı.

[86]    Diğer Divanlar için bakınız örneğin: Dinler, 2017.

[87]    Uyar, Sümeyye, “Şûra”, Genç Hukukçular Hukuk Okumaları Birikimler -V- Editör: Muharrem Balcı, Hukuk Vakfı Yayını, İstanbul, 2016, ss: 139- 150, s. 143.

[88]    Aynı Kanaat: Eş-Şankıti, Muhammed b. El-Muhtar, Siyaset Fıkhı, Çevirenler: İsmail Yaşa- Halil Kendir, Mana Yayınları, İstanbul 2018, s. 27, 35. Dört Halife devrinde şura meclislerinde hür düşünceler ileri sürülerek tartışmalar yapıldığı ve verilen karara göre hareket edildiği konusunda bakınız: (Başgil, Ali Fuat, Esas Teşkilât Hukuku cilt: 1, Baha Matbaası, İstanbul 1960, s. 69).

[89]   İslâm’da meşveret için oluşacak meclislerde kadınların da bulunması önünde bir engel görülmemiştir. Şankıtî, s. 52. Bunun dayanağı da Kur’an’daki; “erkek ve kadın bütün müminler birbirlerinin dostları ve velileridir, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirirler.” şeklindeki Ayeti Kerime (Kur’an, Tövbe 9: 71) olarak gösterilmiştir. (Uyar, s. 143). Hz. Şuayp Peygamberin kızının yaptığı teklifi kabul etmesi, Sebe halkı hükümdarı Belkıs’tan aldığı mektubu Hz. Süleyman’ın kendi meclisinde istişareye açması (Koyuncu, s. 56) gibi olgular da konuya ışık tutucu niteliktedirler. Peygamber Hz. Muhammed’in de kadınlarla örneğin Hudeybiye Antlaşmasından memnun olmayan ashabına nasıl davranması gerektiğine ilişkin Ümmü Seleme’ye danıştığı (Şankıtî, s. 53, 54; Koyuncu, s. 53); gayrı müslim hatta münafık veya müşriklerle de istişare ettiği (Koyuncu, s. 56) bilinmektedir. Bu arada, meşveret meclislerinin, konularının uzmanı ve doğru ve dürüstlüğü şiar edinen kişilerden oluşması, kamu yararına olabilecektir.

[90]    Aynı yöndeki görüş ve diğer tartışmalar için bakınız: Koyuncu, s. 69-72.

[91]    Hz. Peygamberin Hudeybiye antlaşmasını, yanındakilerin savaşmak yönündeki itirazlarına rağmen imzalamış olması (Allah’ın ilham şeklinde bahşettiği) İlahi bir “buyruğa” (Şankıti, s. 30) dayanan istisna kabul edilebilir. Peygamber Hz. Muhammed’in, -rivayete göre, olayla ilgili olarak,- “Rabbime isyan edemem” gibi ifadeleri, bu “buyruğa” işaret etmektedir. Şankıti, s. 30. Hz. Peygamber kendiliğinden kendi arzusuna göre konuşmaz (Kur’an, Necm 62:3). Hz. Peygamber ashabıyla Medine’ye dönerlerken nazil olan Fetih suresi de, ekser müfessire göre, bu Antlaşmanın bir zafer olduğunu müjdelemiştir. Antlaşmanın, Medine toplumunun Mekkeliler tarafından bir “devlet” olarak tanınmış olmasının yanı sıra, ticaretin gelişmesi gibi birçok stratejik yararları olduğu görülmüştür. Burada farklı bir bakışla: bu Andlaşmaya itirazların da fiilen bir müşavere olduğu, bu müşaverede “sözün güzeli”nin (Kur’an, Zümer/59:18) Andlaşmayı bozmamak seçeneği olarak görüldüğünü düşünmek de kanaatimizce isabetlidir.

[92]    Diğer divanlar için bakınız örneğin: Üçok-Mumcu-Bozkurt, s. 260-263; Dinler, 2017. Bunlardan: İkindi Divanı, Veziriazamın konutunda ve Divanı Hümayunda görüşülmeyen daha az önemli işlerle Veziriazam gündeme getirdiği konuları görüşmekteydi. Cuma Divanı Divanı Hümayun’un yargılama faaliyetine yardımcı olan, kazaskerlerin veziriazam huzurunda davaları dinleyip karara bağladıkları, bir tür Yargıtay gibi bir divandı. Çarşamba divanı sadece İstanbul Galata, Üsküdar ve Eyüp kadılarından oluşmakta ev Veziriazamın başkanlığında toplanmakta ve davaları dinlemekteydi. Ayak Divanı da çok önemli ve olağanüstü zamanlarda Divanı Hümayun üyelerinden başka gerekli görülen bürokratların da katılımıyla toplanırdı. Bu toplantıda olağanüstü konulara ilişkin görüşlere başvurulurdu. XVIII. Asırdan sonra (örneğin savaş ilan etmek gibi) acil ve olağanüstü durumlarda Padişahın görüşlerini almak için topladığı Devletin ilgili yöneticilerinden oluşan divan, Meşveret Divanı olarak anılmıştır. (Üçok-Mumcu-Bozkurt, s. 260-263).

[93]    Akdağ, Mustafa, “Osmanlı Müesseseleri Hakkında Notlar” Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi yıl 1955 Cilt 13 Sayı 1.2 ss: 27-51, s. 31; Sevim-Merçil, s. 508, 509; Ünal, s. 36; Akgündüz-Öztürk, s. 395.

[94]    Aynı kanaat: Halaçoğlu, s. 8.

[95]    Sevim-Merçil, s. 508, 509.

[96]    Sevim-Merçil, s. 509.

[97]   Uzunçarşılı, s. 438, 439; Akdağ, 1955, s. 34

[98]    Ünal, s. 36.

[99]    Ortaylı, s. 209; Dinler, 2017.

[100]   Uzunçarşılı, s. 438, 439; Ünal, s. 39, 40; Akdağ, 1955, s. 34.

[101]   Halaçoğlu, s. 8, 9.

[102]   Portmann, s. 113.  

[103]  Mumcu, Divanı Hümayun, s. 82, 84.

[104]   Akdağ, 1955, s. 34.

[105]   Bakınız: Mumcu, s. 85-96.

[106]   Portmann, s. 113.

[107]   Halaçoğlu, s. 8, 9.

[108]   Fendoğlu, Hasan Tahsin, Anayasal Derinlik, Yetkin Yayınları, Ankara, 2012, s. 58; Aydın, s. 15.

[109]   Kösoğlu, Nevzat, Hukuka Bağlılık Açısından Eski Türklerde İslâmda ve Osmanlıda Devlet, 3. Baskı, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2013, s. 41, 194 ve devamı; Özer, s. 14.

[110]   El Mübarek, s. 107. İslâm’da Hz. Ömer döneminde yargının adaleti sağlaması için adli ve idari makamların selahiyetleri ayrılmış ve yargı müstakil bir Devlet organı haline getirilmiştir. Başgil, s. 69, 70.

[111]   Derdiman, R. Cengiz, Anayasa Hukuku 3. Baskı Aktüel Yayınları, Bursa, 2013, s. 94. Bu konularda ayrıca bakınız: Okandan, Recai Galip, Amme Hukukumuzun Ana Hatları, İstanbul Hukuk Fakültesi Yayını, no: 496, İstanbul, 1977, s. 21-26; Fendoğlu, Hasan Tahsin, Türkiye’nin Demokratik Gelişim ve Avrupa Birliği,Beyan Yayınları no: 438, İstanbul 2007, s. 191, 192.

[112]   Üçok, Coşkun-Mumcu, Ahmet-Bozkurt-Gülnihal, Türk Hukuk Tarihi, 13. Baskı, Turhan Kitabevi yayını, Ankara, 2008, s. 241; Fendoğlu, 2012, s. 673, 682, 683; Yurtseven, Yılmaz-Şahin, Gamze Nur, “Klasik Dönem Osmanlı Hukukunda Padişahın Yargı Yetkisi” Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 2016/1, ss: 159-206, s. 174.

[113]   Hatemi, s, 204, 205.

[114]   Ateş, Toktamış, Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı, 3. Baskı, Ümit Yayıncılık, Ankara, 1996, s. 165.

[115]   Ünal, s. 106.

[116]   Akdağ, 1979, s. 98; Ünal, s. 236.

[117]   Dinler, 2017.

[118]   Örneğin Yıldırım Beyazıt, kayırmacı kararlar veren kadıları bir eve kapatıp ağır şekilde cezalandırılmalarını emretmiş; ancak bu durumda Osmanlı’da İslâm hukukunu uygulayacak kadı kalmayacağının, kendisine, usulünce anlatılmasıyla bundan vazgeçmiştir. Kayırmacılığın sebebinin ücret azlığı olduğunu tespit edince, hükümdar kadıların ücretlerini yükseltmiştir. Nakleden: Halaçoğlu, s. 110, 111.

[119]   Ünal, s. 239.

[120]   Ünal, s. 239. Divanı Hümayun’un temyiz mercii gibi görülmesi konusunda bakınız: Mumcu, s. 85-96

[121]   Derdiman, Anayasa Hukuku 2013, s. 94. Bu konularda ayrıca bakınız: Okandan, s. 21-26; Fendoğlu, s. 191, 192.

[122]   Ahmad, Feroz, Modern Türkiyenin Oluşumu, 11. Baskı, Çeviren Yavuz Alogan, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2012, s. 32.

[123]   Öztuna, s. 126.

[124]   Taşağıl, s. 29.

[125]   Göde, Kemal, “Dünden Bugüne Türkler’de Devlet Başkanlığı Anlayışı”, Erciyes Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, yıl: 1986, cilt: 4 sayı: 3, ss: 195-221, s. 205.

 

[126]   Hatta bir görüşe (Ahmad, s. 32) göre; Osmanlıda “iktidar, hükümetin ve ona tamamen sadık küçük bir kliğin elinde merkezileştirildi ve devlet, toplumun bütün kesimlerine, hiçbirini kayırmaksızın sömürmek için müdahale etti.”

[127]   Sarıca, Murat, 100 Sorunda Siyasi Düşünce Tarihi, Gerçek Yayınları, İstanbul 1973, s. 31-33. Lord Acton “İktidar yozlaşma eğilimindedir. Mutlak İktidar mutlaka yozlaşır” demektedir. Nakleden: Uslu, Ferhat, Türkiye’de Hükümet Sistemi Tartışmaları ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminde Yasama ve Yürütme Organları Arasındaki İlişkiler, Filiz Kitabevi Yayını, İstanbul, 2022, s. 13.

[128]   Ölçen, Ali Nejat, Osmanlı Meclisi Meb’usan’ında Kuvvetler Ayrımı ve Siyasal İşkenceler, Ayça Yayınları, Ankara, 1982, s. 18 ve devamı.

[129]   Fermanın taahhüdünün aksi bir yaptırımla güvence altına alınmamış bir “Padişah yemini” olduğu; dolayısıyla Padişahın kendini yalnız bu şekilde bir taahhütle sınırladığı, burada not edilmelidir. Derdiman, Anayasa Hukuku, 2013, s. 97; Tanör, s. 91.

[130]   Akgündüz-Öztürk, s. 396.

[131] Örneğin, Tanzimat döneminin büyük vatanseverlerinden Namık Kemal, içinde bulunulan durumdan kurtulmanın yolunun meşverete sıkı sıkıya sarılan (Osmanlı’nın o dönemi için) meşrutiyetten geçtiğine; insan haysiyet ve hürriyetinin tanınması gerektiğine, yürütme ve yasamanın görevlerinin ayrılmasının gerekliliğine vurgu yapan tespitlerde bulunmuştur. Kendisi Vatanı, Millet hayatıyla kaynaşan tarihi miras olarak görmüş ve (o dönemin ihtiyaç ve şartları itibarıyla) Osmanlılık bilincinin Vatan ve Millet birliğini sağlayıcı olacağına vurgu yapmıştır. (Konuya ilişkin olarak bakınız: Mutluay, Rauf, 100 Soruda Tanzimat ve Servetifünun Edebiyatı, Gerçek Yayınevi İstanbul, 1988, s: 81, 82. Namık Kemalin vatan ile ilgili düşünceleri için bakınız: Namık Kemal, “Vatan”, İbret, No. 121, 22 Mart 1873, nakleden: Özön, s: 263 ve devamı).

[132]   Çelik, Hüseyin, “Yeni Osmanlılar Cemiyeti ve Türkiye’de Parlamenter Sitem Tartışmalarının Başlaması”, Osmanlı, Cilt: 7, (Editör: Güler Eren) Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 1999, s. 345.

[133]      Bu tespit, 1961 Anayasasın ilişkin olarak, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi teklifinde yapılmıştı. Kuzu, Burhan, Anayasa Hukukumuzda Yürütme Organının Düzenleyici İşlem Yapma Yetkisi ve Güçlendirilmesi Eğilimi, Filiz Kitabevi, İstanbul, 1987, s. 144, 146.

Önceki YazıTutuklama Tedbirinin Anlamı ve Kapsamı
Sonraki YazıKovuşturma safhasına yeni sanık eklenebilir mi?