Anayasal hükümlerin hükümet sistemleri ve işleyişi açısından incelenmesi
1876 Anayasası ve sonraki anayasal düzenlemelerde hükümet sistemlerinin analizi; bu yazının konusunu teşkil etmektedir.
Bu yazıda Türk Anayasal gelişmeleri, Osmanlı’daki ilk Anayasa olan 1876 tarihli Kanuni Esasi’den itibaren ele alınmıştır.
Buna karşılık; 1876 Anayasal döneminden önceki tarihlerdeki devlet anlayışı ve hükümet sistemi, başka makalemizde incelenmiştir.
Bu yazı; Ülkemizde güçlü yürütme ekseninde şekillenen Cumhurbaşkanlığı sisteminin, Türk Anayasal birikimiyle ilgisini de incelemektedir.
1982 Anayasasının 6771 sayılı Kanunla değiştirilen hükümleriyle ortaya konulan “Cumhurbaşkanlığı sistemi”ni, sonraki yazılarımda ayrıca değerlendireceğim.
Türk Anayasal gelişmeleri açısından “hükümet sistemlerini” daha iyi anlayabilmek için: “Türklerde Devlet Anlayışı ve Hükümet Sistemi” adlı makalemiz öncelikle okunmalıdır.
“7. Sonuç Yerine: Türk Anayasal gelişmeleri bakımından Genel Değerlendirme” başlığında, bu yazının genel bir özeti bulunmaktadır. Yazıyı çok uzun ve geniş bulanların, bu kısmı okumaları tavsiyeye değer görülmektedir.
1. Türk Anayasal Gelişmeleri Açısından Osmanlı’da Anayasalı Dönem
1.1. Anayasal gelişmelerde Osmanlı ilk yazılı anayasasına ilişkin gözlemler
1.1.1. 1876 Kanunu Esasisinin öngördüğü Anayasal Perspektifte Yasama ve Yürütme Organı
Türk Anayasal gelişmelerinde, ilk yazılı Anayasa olan 1876 Anayasasında, Osmanlı klâsik dönemindekinden[1] pek farklı bir işleyiş öngörülmemiştir. “Kanuni Esasi” olarak adlandırılan Anayasa, “anayasacılık” açısından fikrimce “gerçek anlamda” bir anayasa değildir.
Anayasa, yasama, yürütme ve yargı organlarını düzenlemişti. Yargının görev ve yetkilerine ilişkin ilkeleri ortaya koymuştu. Dolayısıyla, yargının bağımsızlığı, hâkimlerin azledilemezlikleri gibi çağdaş prensipleri de kabul etmişti. Fakat:
1-) Sadrazamı(≈Başvekili) ve vekilleri(≈vezirleri) padişahın atamasını Öngörmüştür. Bunlar Meclis’e değil, padişaha karşı sorumluludurlar. Anayasa, vekiller heyetinin, “hükümetin genel siyasetini belirleme” gibi bir yetkisinde hiç bahsetmemiştir. Dolayısıyla, yürütme yetkisi padişahta olup; sadrazam ve vezirler, padişahın hiyerarşik denetimindedirler.[2]
2-) Anayasa, “Meclisi Mebusan” ve “Meclisi Ayan” adıyla iki meclisten oluşan bir “Meclisi Umumi” ihdas etmişti. Meclisi Mebusan seçiminde her 50.000 erkeğe bir mebus düşecekti. Padişahın yayınladığı seçim usul talimatname, o yıl yapılacak seçim için Meclisi Meb’usan’ın 50’si gayrımüslim olmak üzere, 130 vekilden oluşmasını öngörmüştü.
Meclisi Ayan ise Meclisi Mebusan’daki vekil sayısının 1/3’ünü geçmemek üzere padişah tarafından (kendileri istemedikçe görevleri sona ermeyen ve) “kaydı hayat”la atanan; Müslim veya Gayrımüslim üyelerden oluşacaktı. Anayasa padişaha, hahambaşı ya da patrikleri atayabilme imkânı da vermişti.[3]
1.1.2. Kanunların Teklifi ve Kabulüne İlişkin Anayasal Usul
Kanun önerileri, vekiller heyetince tasarı veya meclis üyelerinin teklifleri şeklinde yapılabileceklerdi. Anayasa, kanun önerilerini (m. 54), öyle ya da böyle padişahın onayına tabi tutmuştu. Meclis üyelerinin kendi görev alanlarıyla olmak kaydıyla, kanun teklif edebilmeleri için padişahtan izin almaları gerekmekteydi. Vekiller heyeti ise zaten padişahın hiyerarşik denetimindeydi. Bu teklifler Şurayı Devlette (=Danıştay’da) Layiha halinde düzenlendikten sonra, Meclise gelirdi. Meclisi Mebusanda kabul edilen kanun layihalarını, bir de Meclisi Ayan denetleyebilecekti. Meclisi Ayan, Layihaları, “şeriata, Anayasaya, hürriyetlere ve padişahın hukukuna” aykırı görmesi halinde, kesin olarak reddedebilecekti. Bu Meclisten geçerek, kendisine gelen Layihaları “onaylama” ya da “mutlak veto” yetkisi, padişahındı. “Onay”lanan layihalar “kanun” vasfını kazanmaktaydılar. Padişahın kanunları onaylamayıp bekletmesi de bir anlamda “mutlak veto” idi.
1876 Anayasası Heyeti Meb’usan’ın üyelerinin, halk tarafından, 2 dereceli seçimle seçilmelerini öngörmüştü. Ancak, iki dereceli seçim sadece İstanbul’da yapılmıştır. Buna karşılık, taşrada il genel meclisi üyeleri ilk derece seçmenler olarak oy kullanmışlardır.
Heyeti Ayanın tüm üyelerini kaydı hayatla (≈ömür boyu olarak) atama yetkisi padişahındı. Meclis üyeleri, göreve başlarken padişaha bağlılık yemini etmeydiler. Meclisi (Mebusanı) feshetmek ve toplantıya çağırmak yetkisi de sadece padişaha aitti. Bunlar, padişahın Yasamada mutlak şekilde etkili olacağını anlamına gelen Anayasal verilerdi. Dolayısıyla, -doktrinde de teyit edildiği[4] üzere,- yasamanın yürütme üzerinde hiçbir yetkisi yoktu. Hükümetin göreve başlaması veya görevden düşmesinde, yasamada bir güvenoylaması söz konusu değildi.[5] Meclisin, bu konularda hiçbir fonksiyonu da yoktu.
“Meclisi Ayan”a üye seçebilmek yetkisi padişahındı. Ve üyeler, kaydı hayatla(=ölüncye kadar) görev yapabilmekteydiler. Padişah, Meclisi Ayan başkanını doğrudan seçme yetkisine sahipti. Ama padişahın Meclisi Mebusan için benzer yetkisi, “adayları teklif etmek”le sınırlıydı. Çünkü Meclisi Mebusan, başkanını, Padişahın teklif ettiği 3 üye arasından seçmekteydi.
Dolayısıyla padişah yasamayı, bu atama ve teklif yetkileriyle bir nevi denetlemiş bile oluyordu.[6] Buna karşılık Anayasa, padişahın iktidarı kötüye kullanmasını engelleyecek hukuksal bir mekanizmadan yoksundu:[7] Örneğin padişah, Vekiller Heyeti ve vekiller yasama denetiminden muaftılar.
Görülüyor ki; 1876 Anayasası, yürütmeyi yasama karşısında mutlak bir şekilde üstün kılmıştı. Dolayısıyla, 1876 Anayasası, kuvvetler birliğini Padişahın uhdesinde oluşturmuştu. Bu durum, klâsik dönem Osmanlı devlet yapısında olduğu gibi, mutlak monarşinin fiilen sürdüğünü göstermektedir.[8] Aslında Anayasa, Padişahı, yargı mensuplarını atama ve onları yönlendirme sayılabilecek bir kısım yetkilere de sahip kılmıştı. Çünkü bu Anayasa, Padişaha 113. maddesi ile verdiği -aşağıda değinilecek sürgün yetkisinden, yargı mensuplarını muaf tutmamıştı. Dolayısıyla Padişahın kendisine tanınan bu yetkiyi, yargı mensupları hakkında kullanamayacağına dair Anayasal bir kısıtlama yoktu.
Kaldı ki, bu Anayasa, azledilemezlik gibi yargı güvencelerini de belirlemişti. Ama hakimlerin yükselmeleri “tebdili memuriyetleri (=memurluk değişiklikleri)” gibi diğer hususları özel kanuna bırakmıştı (madde: 81). Dolayısıyla padişahın kanuna etki düzeyi de ortada idi.
1.1.3. 1876 Anayasasının Hükümet Sisteminin Niteliği ve Anayasal Açıdan Bağlayıcılığı
1876 Anayasasının bağlayıcılığı sadece padişah taahhüdü ile sınırlı kalmıştı. Anayasa, hürriyetleri genelde tanınsa bile, bunların sınırlanmalarını, çağdaş kayıtlara bağlamamıştı. Üstelik, basın hürriyeti gibi hürriyetler için açık bir sansür koymuştu. Padişah, Memleket aleyhine davrandıkları yargı kararına değil; sırf polis kayıtlarına dayandırılan kişileri, Anayasaya göre (113. madde) sürgün edebilecekti. Bu gibi hususlar, Anayasanın padişah hâkimiyetinin göstergesi olabilecek (klâsik dönemdeki) yetkilerinin hemen hemen tümünü saklı tuttuğunu[9] göstermekteydi.
Neticede Anayasal hükümler, padişahı sembolik vaziyette bırakarak, sorumluluğu “heyeti vüzeraya (=vekiller heyetine)” vermemişti. Dolayısıyla Anayasa, Vekilleler heyetini Meclise karşı sorumlu tutan bir “anayasal parlamenter monarşi” kurmakta yetersiz kalmıştı.[10] Bu doğrultuda sistemi, “başarısız şekilde denenen bir parlamenter sistem”[11] olarak görmek bizce biraz güçtür:
“1876 Anayasası hiçbir suretle parlamentarizm getirmemiştir; bütün yetkilerin sonuçta padişahta toplandığı, padişahın, yasama meclisini adeta bir istişare organı gibi gördüğü rejime verilen bir ad olarak, kabine hükûmeti sistemini getirmiştir.”[12] Sistem, Berkes’in deyimiyle “anayasalı mutlakiyetçilik (=hükûmet-i meşruta içinde istibdat)”[13] olarak görülmüştür. Padişah’ın birçok yetkiyi kendinde toplamasına karşılık mutlak sorumsuz kabul edildiği bu Anayasal sistemi:[14] “parlamentarizm izlerini andıran ve teokratik esaslara dayanan mutlak monarşi”[15] olarak görebiliriz.
Fakat, yeni dönemde, -tanzimatla Türk hukukuna giren- “kanun”un, farklı mercilerin dahil olduğu süreçlerde belli bir usullere çıkarılması gerekecekti. Dolayısıyla padişah istediğinde kanun çıkaramayacaktı. Bu husus, anaysacılık teorisine olumlu katkıdır. Şöyle ki: Anayasa, hukuk devletine gidişte bir aşama olarak “kanun hakimiyeti”ni getirmektedir. Ki bu Türk Anayasal birikimi açısından, padişahın mutlak iktidarını sınırlayıcı en büyük âmillerden birisidir.
1.2. Türk Anayasal Gelişmeleri Bakımından 1909 Değişiklikleri
1.2.1. 1909 Anayasal Değişiklikleri ve Bu Değişikliklerin Anayasal Niteliği
Padişah 1876 Anayasasındaki bu derece güçlü yetkileri kapsamında, -Meclisi Meb’usan’ı 13. Şubat 1878’de feshetmiştir.[16] Ama bu fesih, Meclisi Ayanı kapsamadığı gibi, Anayasayı kaldırmak da değildir. Anayasanın(madde: 73) seçimlerin tamamlanıp 6 ay içinde tekrar toplanmayı öngören hükmü uygulanmamıştır. Böylece Kanuni Esasi de fiilen hükümsüz hale gelmiştir.[17]
1908 yılına kadar Ülke “kanunu muvakkat”larla (=“geçici kanun”larla) yönetilmiştir.[18] Çünkü, Anayasa, Padişaha, Meclis toplantıda değilken kanunu muvakkatler çıkarma yetkisi vermişti. Anayasa, bunların, toplantı halindeyken, Mecliste görüşülüp onaylanma/değiştirme/ret şeklinde karar bağlanmalarını öngörmüştü. Fakat Meclis, II. Meşrutiyete kadar toplan(a)mamıştır. Dolayısıyla bu kanunu muvakkatler de görüşülmeden geçerliliklerini korumuşlardı.
Padişah 1908 hareketi sonucunda Meclisi Meb’usan’ı tekrar toplamış ve sonrasında da 1876 Anayasası’nda 1909 değişiklikleri yapılmıştır.
1909 yılında yapılan Anayasada değişiklikler yapılmıştır. Değişik Anayasal hükümler, evvelki –“Anayasalı monarşi”yi, gerçek bir “Anayasal parlamenter[19] monarşi”ye dönüştürmüştür. Ve böylece, nazari bir demokratik sistem ihdas etmiştir.[20] Bu sebeple Anayasa değişiklikleri, -kimi yazarlarca[21] da benimsendiği üzere,- ayrı bir Anayasa içeriğinde ve değerinde görülebilir.[22] “Anayasa teorisi” açısından ise yapılan bu Anayasal değişiklikleri, ancak “1876 Türk Anayasasında tadilât” şekilde görebiliriz.
1.2.2. 1909 Değişikliklerinin Türk Anayasal Gelişmesine Katkısı ve Uygulama
1909 Değişiklikleri: kanun teklifi için evvelki kayıtları kaldırmıştır. Padişahın kanunları “mutlak veto” yetkisi de “güçleştirici veto”ya dönüştürülmüştür. Buna göre, padişahın kanunları onaylaması için süreler, normalde 2 ay, acil durumlar için 10 gündü. Değişiklikler, Padişahın sürgün yetkisini ve diğer hürriyetler üzerindeki kısıtlamaları da kaldırılmıştır. Bu değişiklik, Padişahın göreve başlarken Meclisi Umumi önünde yemin etmesini de kabul etmiştir:
Böylece, padişah “bir meclis önünde yemin ederek”;[23] kendisini, “söz ve taahhüdünden” daha etkili biçimde bağlamıştır.[24] Meclis(i Umumi) toplantısında yapılan bu yemin, padişahın Millete sadakatine de işaretti.[25] Ve ayrıca, Anayasanın, padişahın lütfu olarak görülemeyeceği anlamına da geliyordu.
1909 Anayasa değişiklikleriyle, padişahın Meclisi Meb’usanı istediğinde feshetme veya toplantıya çağırma yetkileri kaldırılmıştır: Dolayısıyla Meclis, süresi geldiğinde tatile girecek ve kendiliğinden toplanacaktır. Padişah fesih yetkisini, Heyeti Ayanın onayını almak şartıyla kullanabilecekti. Fakat fesih halinde ise seçimler mutlaka hemen yenilenecektir. Dolayısıyla parlamentonun kurumsal devamlılığı esası benimsenmiştir.
1909 tarihli Anayasal düzenlemeler, Türk hukuk tarihinde ilk kez bir parlamenter sistemi kurmuştur. Dolayısıyla yasamanın padişah karşısındaki gücünü artırmıştır. Ama ilerleyen süreçte müşahede edildiği üzere, yeni siyasal düzeni, parti hâkimiyetlerini daha etkili hale getirmiştir.[26]
1909 Anayasa değişiklikleriyle oluşan Anayasal hayat çok sürmemiştir. Çünkü sonraki süreçte, “İttihat ve Terakki”nin, elde ettiği iktidarla, “keyfi” bir yönetim oluşturmuştur. İttihat ve Terakki’nin, iktidardan vazgeçmemek için tüm yöntemlere başvurması da keyfiliğe sapmasında önemli etken olmuştur.
Anayasa koyucu, padişaha tekrar, Meclisi 1876 Anayasasından ufak farklarla doğrudan fesih yetkisi vermek istemiştir. Ama bu değişiklikleri Meclisi Ayan ve Padişahın onaylaması, Balkan harbi gibi sebeplerden dolayı gecikmiştir. Dolayısıyla bu Anayasal değişiklik, ancak Meclisin kabulü ve Padişahın onaylamasıyla, 1914’de gerçekleşmiştir.[27] Daha sonrası, “1916’da girişilen son değişiklikle, fesih önündeki bütün engeller kaldırıl[mıştır].”[28]
Yeni Anayasal düzen, Osmanlı’nın çökmekte oldu döneme tekabül etmişti. Ayrıca, parlamenter sistem geniş bir hak kitlesine dayandırılamamıştı. Bu sebepler parlamenter sistemin başarısızlığa uğramasına sebep oldu.[29]
Tüm bu Anayasal gelişmeler ve tecrübeler; demokrasinin, kalıcılığını sağlayıcı bir siyasal kültürün yokluğunda, despotik yönetimlere dönüşebilecek mahiyet taşıdığını göstermiş oldu.
2. Türk Anayasal Gelişmelerinde Millî Mücadele ve 1921 Türk Anayasası Dönemi Hükümet Sistemi ve İşleyiş
2.1. Türk Anayasal Gelişmelerinde Kuvvetler Birliği ( Meclis Hükümeti) Dönemi ve Büyük Millet Meclisi (=BMM) Döneminin Anayasal Niteliği
Millî mücadelede, Ankara’da Büyük Millet Meclisinin (=BMM’nin) açılmasına kadarki dönemde esas alınan: “Amasya Genelgesi”ndeki “Milletin mukadderatını yine milletin azim ve kararının kurtaracağı” düsturuydu.[30] Nitekim süreç ve gelişmeler bu düstur çerçevesinde cereyan etmişti. Şöyle ki; Erzurum ve Sivas Kongrelerinde “Heyeti Temsiliye” kurulmuş ve Mustafa Kemal Paşa bu Heyet’in başkanı seçilmiştir. “Heyeti Temsiliye”, fiili bir Anayasal iktidar gibi davranmış ve hatta BMM’yi açmıştır.[31]
23. Nisan 1920’de açılan Meclis’in asıl adı: “Büyük Millet Meclisi”dir (=“BMM”dir). BMM tabiri 1921 Anayasası’nda da aynen yer almıştır. (örneğin: madde. 3). Bu tabir 23 Nisan’ı milli bayram olarak ilân eden 23 Nisan 1921 tarihli kanunla yerini, “Türkiye Büyük Millet Meclisi”ne (=TBMM’ye)” bırakmıştır.[32]
23. Nisan 1920’de açılan BMM, Osmanlı parlamentosunun devamı değildi:[33] Ve dahası, “selâhiyeti fevkaladeyi haiz (≈ kurucu)” bir meclis şeklinde kurulmuştur.[34] BMM, Yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerini bünyesinde toplamıştı. Dolayısıyla, “yeni bir devletin kuruluşu hem siyasi, hem de hukuki bir olaydı”.[35] “Meclis hükümeti sistemi” olarak adlandırılabilecek bu “hükümet sistemi”nde BMM, milli egemenlik ilkesini temel almıştır.[36] Ayrıca, TBMM, zikredilen “kurucu” vasfına dayanarak, demokrasilere uygun olarak, egemenliği millete veren 1921 Anayasasını yapmıştır. Dolayısıyla egemenlik, (hükümdardan alınmış) Millete geçmiştir.
TBMM başkanı, TBMM Hükümeti ve 1921 Anayasası dönemlerinde, vekiller heyetinin de başkanlığını yapmıştır.
Yalnız, bu dönem, Parlamenter sistemlerdeki “Cumhurbaşkanlığı” makamına yer vermemiştir. Çünkü “Cumhuriyet” ve “padişah yanlıları”nın arasında çıkacak çatışma riskini kaldırmayı amaçlamıştır.[37]
2.2. Türk Anayasal Gelişmesi Olarak Egemenliğin Kullanımındaki Değişim: Monarşiden Milli Egemenliğe Geçiş
1921 Anayasasının adı “Teşkilatı Esasiye Kanunu(=TEK)”dur. Bu Anayasal hükümler, ilk kez egemenliğin Millete ait olduğunu belirtmiştir. Nitekim, “Amasya Tamimi”ndeki, milletin geleceğini belirleme prensibi; tüm kongrelere ve BMM dönemine hâkim olmuştu. Dolayısıyla Milli egemenlik ilkesi, yeni Devletin kuruluşundan itibaren temel dayanak olmuştu.[38] Mustafa Kemal Atatürk de bunu, “Meclis’te yoğunlaşan milli iradeyi, bilfiil vatanın mukadderatına el koymuş tanımak esas umdedir.”[39] şeklinde belirtmişti. Ancak, bu ilke, 1921 Anayasasıyla ilk kez Anayasal bir nitelik kazanıyordu. Bu durum, Anayasaların devletlerin kurucu belgeleri olmaları dolayısıyla, ayrıca önemliydi.
Bu Anayasa, egemenliğin kaynağı ve sahipliğini hükümdardan alıp Millete vermişti: Önceden egemenliğin sahipliği ve kaynağı hükümdarda/monarktaydı. Ama bu Anayasa ile Türk anayasal gelişmelerinde ilk kez Milli egemenlik ilkesi kabûl edilmiştir. Bu zaten doğal bir gelişmeydi; zira, zaten kurucu iktidar yetkileriyle de mücehhez olduğu için her kararı alabilen BMM’nin varlığı, başlı başına monarşiyle çelişen bir durum olacaktı.[40] Saltanata duyulan reaksiyonla yeni Anayasa’da Milli egemenliğe yer verilmesi kadar doğal bir şey olamazdı.[41] Böylece, egemenliğin kaynağı ve sahibi artık “Türk Milleti” olmuştur.[42]
Nitekim 29 Ekim 1923’de Cumhuriyetin ilânını düzenleyen kanun, Millete dayanan egemenliği kullanacak organları da belirleyen Anayasal devlet yapısını, açıkça ve resmen ilân etti.[43] Aslında bir devletin kurulduğu fiili durumla tasrih edilmiş olmakla birlikte, bu durum, İstanbul Hükümeti ile hassas ilişkiler bakımından önceleri Anayasal kaidelerle ortaya konmamıştı.
01 Kasım 1922’de saltanat kaldırıldıktan sonra, yeni “Türk Devleti” zaten fiilen kurulmuştu. Çünkü monarşilerde hükümdara ait olan egemenlik, “saltanat”ın kaldırılmasıyla Milli İradeye müstenid yeni “Türk Devleti”ne geçmişti. İşte, Cumhuriyeti ilan eden 1923 tarihli kanun, Türk Devletini, “Cumhuriyet” olarak tavsif ederek kurdu.[44]
2.3. 1921 Anayasası’nda Olağanüstü Şartlara Uygun Bir Anayasal Formül Olarak Meclis Hükümeti Sistemi ve İşleyişi
2.3.1. Meclis Hükümeti Sistemi ve Bunun Anayasal Formül Olmasını Haklı Kılan Sebepler
1924 Anayasasına kadarki dönemde, Milli İstiklâl Mücadelesi, -yasama ve yargı gücünü uhdesinde bulunduran ve- halkın temsilcilerinden oluşan Meclis (=BMM) tarafından yürütülmüştür.
Böyle bir Anayasal sistem, olağanüstü dönemde “İstiklâl Mücadelesi”ni “Millet”le birlikte vermenin gereğiydi. Dolayısıyla bu düzenlemeler, “Millî Mücadele”yi ve orduyu “Türk Milleti”yle bütünleştirmek düşüncesinin gereği idi.[45] Böylece, Milli mücadeleyi yapan kuvvetler:
1-) hem Türk Milleti’nin desteğini kazanacaktı;
2-) hem de geçici ya da fiili bir çete hareketi gibi görülmemiş olacaklardı.[46]
Keza, olağanüstü dönemde mücadeleyi gerektirecek tehlikenin, ancak “Millet”le bütünleşerek savuşturulabilmesi gibi mecburiyetler Ortadaydı. Bu gerekler de “meclis hükümeti”ni adeta zorunlu kılmaktaydı. Mamafih(≈hal böyleyken), olağanüstü dönemde Anayasanın bütün güçleri bir heyette; BMM’de toplamasından başka bir seçenek düşünülemezdi.[47] Çünkü böyle dönemlerde verilecek kararların sorumluluğu çok büyüktü. Ve bu, meclis hükümeti yönteminden başka bir seçeneğe başvurmayı elverişsiz kılardı. Dolayısıyla Kuvvetlerin bir mecliste toplanması; “Memleketin karşılaştığı vukuat önünde[,] milli kuvvetlerin tek bir merkezde toplanması ve tek bir sevk ve idareye bağlanması zaruretine de cevap veriyordu.”[48]
Şu halde; 1921 Anayasası, olağanüstü nitelikli bir geçiş döneminin ihtiyaçlarına cevap veren Anayasadır.[49] Bu Anayasal dönem; geçici[50] ve düzenlemediği konularda 1876 Anayasasının geçerli olduğu, “ikili anayasa dönemi”dir. 1921 Anayasasında “yargı”yla ilgili düzenlemeler yoktu. Bu sebeple, bu konuda 1876 Anayasasının geçerli olacağını kabul etmek doğru gerekecekti.
1921 Anayasası, fikrimce bir anlamda, BMM hükümetinin, -21 Şubat 1921’de- toplanan Londra Konferansına çağrılması usulüne gösterdiği bir tepkiyi de içeriyordu. Şöyle ki; İtilaf Devletlerinin Ülkemize karşı Sevr Andlaşmasını uygulatmak için, 1. İnönü Savaşından sonra yapacakları toplantıya, BMM hükümetini de çağırmışlardı. Fakat bu çağrı, İstanbul hükümeti vasıtasıyla yapılmıştı.
BMM Hükümeti, bu davet usulüne, kendi mukadderatına sadece kendisinin hâkim olabileceğini belirterek, tepki gösterdi. 20.01.1921 tarihli Anayasa, bu tepkiyi haklılaştıran en önemli ve doğal bir argümandı. Çünkü bu Anayasa, Ankara’da yeni bir “Türk Devleti”nin kurulduğunu anlatmış oluyordu. Böylece Konferans, bizzat ve doğrudan Ankara hükümetini çağırmalıydı. Bu sebeple Anayasa, Ankara Hükümetinin Milletlerarası camiaya, Konferansa çağrıya ilişkin zımnî bir beyanı niteliğindeydi. Nitekim BMM Hükümeti, muhataplarına, bu Anayasaya aykırı davranamayacaklarını belirtmiştir. Bu sebeple, Londra Konferansına Ankara Hükümetinin temsilcilerinin katılabileceklerini vurgulamıştır.[51]
1921 Anayasası, kuvvetler birliği kapsamında meclis hükümeti sistemi kurmuştur: Zira yeni “Türk devleti”, kendi Meclisi tarafından idare olunur. Yürütmenin bu Meclise karşı müstakil bir varlık ve hüviyeti yoktur.[52] “Bu Anayasa, ““Türk İstiklâl Savaşı”nın hedefi bağımsızlığı ve Millet egemenliğini tesis etmekti. Bu anayasa da bu amaçları öngören ve “kendine özgü”[53] nitelik arzediyordu.
2.3.2. Sistemin İşleyişi: Anayasal ve Siyasal Açıdan Bakış
Yukarıdaki izahatın gösterdiği üzere: 1921 Anayasası yasama, yürütme ve yargı gücünü TBMM’de birleştiren bir “meclis hükümeti sistemi” kurmuştur.
TBMM, kuruluşundan itibaren, her göreve ayrı ayrı seçtiği vekillerden oluşan geçici “İcra Vekilleri Heyeti” oluşturmuştu. İcra Vekilleri Heyeti, yürütme işlerini meclise vekâleten yürütecekti. Ve Meclise karşı sorumluydu. TBMM, bu heyeti veya üyelerini, sevk ve idare dahil, görevden alabilmeye kadar varan yetkilere sahipti. BMM başkanı Mustafa Kemal, “İcra Vekilleri Heyeti”nin başkanlığını da üstlenmişti. BMM’nin tatil yapmadan, ara vermeden, sürekli toplantı halindeydi. Bu sebeple, yasamanın sürekliliği ilkesi benimsenmişti.[54]
02. 05.1920’de (3 sayılı) kanun, vekillerin her birisinin TBMM’ce bizzat ve doğrudan seçilmelerini öngörmüştü. 04.11.1920’de (47 sayılı) Kanun, icra vekillerinin TBMM başkanının göstereceği adaylar arasından seçilmesini benimsedi. Fakat bu usul, 08. 07. 1922’de 244 sayılı kanunla değişti. Bu değişiklikle, vekillerin seçilmesinde önceki usule dönüldü. Dolayısıyla vekillerin, TBMM’den gösterilen adaylardan seçilmeleri usulüne son verildi. Ve böylece, yeni değişiklik, vekillerin TBMM’ce doğrudan seçimi usulünü tekrar kabul etti.
1921 Anayasası (madde: 9) ve 244 sayılı Kanun (madde: 2), “İcra Vekilleri Reisliği”ne seçilen kişinin, Meclis kararıyla, uhdesindeki bakanlık görevini de yürütebileceğini (244 sayılı Kanun, madde: 2) öngörmüştü.[55] Anayasal hükme göre: TBMM Başkanı, İcra vekilleri heyeti kararlarını imzalama yetkisine sahipti. Ve aynı zamanda “TBMM Başkanı”, “İcra Vekilleri Heyeti”nin doğal başkanıydı. (madde: 9).
Bu izahata göre bakıldığında: TBMM başkanının “İcra Vekilleri Heyeti”nin de başkanlığını yürütmesi, Cumhuriyetin ilânına kadar şu farkla devam etti: 1921 Anayasası döneminde TBMM Başkanı, “İcra Vekilleri Heyeti”nin doğal Başkanı olarak kalmıştı. Bununla birlikte, Anayasanın 9. maddesindeki Anayasal hükme göre Vekiller Heyeti kendi içlerinden birisini başkan seçmeye başlamıştı.
3. Türk Hukukunda Parlamenter Sisteme Yöneliş: 1924 Anayasasında Öngörülen Hükümet Sistemi
3.1. 1924 Anayasası İtibarıyla Anayasal ya da Siyasal Rejim, Hükümet Sistemi ve İşleyişi
3.1.1. Anayasal Perspektifte Hükümet Sisteminin Özgün Yapısı
1924 Anayasasının, asıl adı da “Teşkilatı Esasiye Kanunu” dur. Ve Anayasal olarak yapılandırdığı hükümet sistemi, farklı adlarla adlandırılmıştır. Bu sistemin, parlamenter sistemi andıran;[56] hatta parlamenter sisteme yaklaşan;[57] kuvvetler birliğini yumuşatan;[58] sistem olduğu belirtilmiştir. Dolayısıyla, Anayasal hükümet sistemi, kendisine özgü (=nevi şahsına münhasır veya sui generis) karma bir sistemdir.
Milli Mücadele döneminde fiilen milli egemenliğe dayanan bir Türk Devleti kurulmuştu. Bu şekildeki, bağımsız bir “Türk Devleti” hukuken de 29.10.1923’de 364 sayılı Kanunla kurulmuştur. Çünkü bu kanun saltanata son verildikten sonra Cumhuriyeti kabul etmiştir. Dolayısıyla 1924 Anayasasının önemi, bu “Türkiye Devleti”nin yeni bir Anayasada Cumhuriyet olarak vasıflandırılmasından ileri gelmektedir.
Bu Anayasa, bir anlamda Devletin temel özelliklerini belirten bir kanundur.[59] Ve “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” hükmü bu Anayasada ilk madde olarak yer almıştır. 1923’de Cumhuriyetin bir “hükümet şekli” olduğu belirtilmişti. Yeni Anayasal hükümler, Cumhuriyeti, “devlet şekli” olması bakımından daha anlaşılabilir kılmıştır. Bundan başka, Anayasa, Cumhurbaşkanının yemin metninde “Türk milleti” tabirini(madde:38) kullanmıştır. Ve ayrıca; tek Vatan, tek Millet, tek Devlet ve tek Bayrak bağlamında üniter/ulus devleti devam ettirmiştir. Dolayısıyla Anayasal hüküm, Ülke üzerinde yaşayanları “Türk Milleti” olarak vasıflandırmış da olmaktadır.
1924 Anayasasında Milli egemenliğin benimsediği amaçlarından birisi de, bu ilkeyi yerleştirmek ve kurumsallaştırmaktı. Dolayısıyla, egemenliği şahıslara geçmesinin yani saltanata geri dönüşün önüne tamamen geçmek gerekmekteydi.[60] Bu sebeple Anayasa, milli mücadele dönemindeki yenilik ve gelişmeleri ve 1923’de ilân edilen “Cumhuriyet” rejimini yeniden onaylamıştır.[61] Neticede 1924 Anayasası: “Milli Mücadele”den zaferle çıkmış Devleti, demokratik prensipleri hadiselerin imtihanından geçirerek, vuzuh, katiyet ve istikrara ulaştırmıştır.[62]
1924 Anayasası, kuvvetlerin TBMM’de temerküzünü öngörmektedir. Bu sebeple Milletin iradesine, dolayısıyla da “Milli hakimiyete müstenid bir siyasal rejim”i ön plana çıkarmaktadır. Keza, yürütme ve yargılama fonksiyonlarının ayrılması ise hükümet sistemi teorisine dayandırılabilir mahiyet taşımaktadır.[63]
1924 Anayasasında da milletin iradesinin tecelli ettiği yer, TBMM’dir. Kanunları TBMM kabul eder. Bunların yürürlüğe girmeleri, Cumhurbaşkanının 10 gün içinde yayınlamasına bağlıdır. Cumhurbaşkanı yayınlamadığı kanunları bir kere daha görüşülmek üzere, gerekçesiyle birlikte TBMM’ye iade eder. Teşkilâtı Esasiye Kanunu(=TEK) ile bütçe kanunlarını ise doğrudan yayınlar. (madde: 35).
Dolayısıyla 1924 Anayasası parlamenter sisteme yatkın sui generis ve karma yapıdadır. Dolayısıyla Anayasa, parlamenter sistemi, TBMM’nin milli iradenin yegâne tecelligâhı olması kaydıyla benimsemiştir. Atatürkçü düşüncedeki hükümet sistemini de bu doğrultuda yorumlamak gerekmektedir.
Bu Anayasa, Devlet erklerini, millet egemenliği teorisi minvalinde ve demokratik bir içerikle meşrulaştırmıştır. Bu sebeple egemenliğin kullanımını da Milli egemenlik ilkesi bağlamında TBMM’ye vermiştir.[64] Ve ayrıca, 1924 Anayasası’nın kurduğu hükümet sistemi, “kuvvetler birliği ve fonksiyonlar ayrılığı” şeklinde tavsif edilmiştir(≈nitelenmiştir).[65] Dolayısıyla Anayasal açıdan egemenlik Millete aittir. Ve Millet adına, Milletin yegâne ve hakiki mümessili olan TBMM tarafından kullanılır. Hatta bir anlamda Anayasaya göre (madde: 5) yasama ve yürütme de TBMM’de temerküz etmiştir.[66] Şöyle ki:
Anayasaya göre yasama kudretini TBMM bizzat istimal eder (=kullanır). Nitekim 1924 Anayasasının 6. maddesinde, “Meclis, teşri salâhiyetini bizzat istimal eder.” hükmü yer almıştır. Bu hükme ilişkin Encümen mazbatasında da “hakk-ı teşride asla vekâlet caiz değildir” ifadelerine yer verilmiştir. Dolayısıyla Anayasal sistemde, Yasama yetkisinin delegasyona tabi tutulamayacağı da böylece vurgulanmıştır.[67]
“Meclis, icra salâhiyetini, kendi tarafından müntahap Reisicumhur ve onun tâyin edeceği bir İcra Vekilleri Heyeti marifetiyle istimal eder. Hükümeti de her vakit murakabe ve ıskat edebilir [=denetler ve düşürebilir].” Anayasanın 1921 Anayasası’ndan farklı olan önemli yönlerinden birisi yürütmenin bu şekilde düzenlenmesidir. Zira Bakanlar Kurulu, artık, “hükümetin genel siyasetinden yasamaya karşı sorumlu” şekilde ve kendi içinde mütecanis bir şekilde yapılandırılmıştır.[68]
1924 Anayasasında “hakkı kaza (=yargı hakkı)” ise Millet namına bağımsız mahkemelere aittir.
3.1.2. Anayasal Perspektifte Hükümet Sisteminin İşleyişi
1921 Anayasası döneminde Cumhuriyetin ilân edilmesiyle, ihdas olunan Cumhurbaşkanlığı Makamına 1924 Anayasası da yer vermiştir. 1924 Anayasasında yürütme Cumhurbaşkanı ve, Başbakanın sevk ve idaresinde bulunan “İcra Vekilleri Heyeti”nden oluşmuştu.
1924 Anayasası, klâsik parlamenter sisteme uygun olarak, yasama organının yürütmeye üstünlüğünü öngörmüştür. Buna karşılık, Yürütmeye, Yasamayı fesih imkânı vermeyişi gibi sebeplerle; kendine özgü bir Türk hükümet sistemi oluşturmuştu.[69]
1924 Anayasası, Bakanlar Kurulunu, TBMM’ye karşı, -soru, gensoru ve meclis soruşturması yolları kapsamında(madde:22)- sorumlu tutmuştu. Başbakan ve Bakanlardan oluşan bu Kurul, Cumhurbaşkanının tasdikinin arkasından TBMM’ye sunuluyordu.
Yalnız, Bakanlar Kurulunun göreve Cumhurbaşkanı onayıyla başlaması Anayasal olarak açık değildi: Anayasal hüküm, Cumhurbaşkanının onayladığı Bakanlar Kurulu listesinin TBMM’ye sunulacağını belirtmişti. Bu bağlamda da TBMM’nin güvenoylaması yapacağı yönündeki hükümlerle yetinmişti. Anayasal hükümler, Bakanlar Kurulunun, görevine güvenoylamasıyla başlamasına imkân verir biçimde yorumlanmaya da müsaitti. Bu yorum, 1924 Anayasası’nın kabul ettiği TBMM’nin üstünlüğü prensibine de uygundu.[70] Buna Karşılık:
Bu dönemde 1923’teki Anayasa değişikliğinde yer alan Anayasal hükümden anlaşılan ve “göreve başlamak için aranan ‘Meclisin onayı’ şartı”, 1924 Anayasasında yer almamıştı. Dolayısıyla yeni Anayasal dönemde Bakanlar Kurulunun Meclisin tasdiki ile kurulması usulünden vazgeçilmiştir.[71] Anlaşıldığı gibi, 1924 Anayasası, hükümetin kuruluşunu klâsik parlamenter sisteme uygun olarak düzenlemişti.[72] Anayasanın yorumu itibarıyla Bakanlar Kurulunun, göreve başlaması için Cumhurbaşkanının tasdikinin yeterliydi. Buna karşılık; göreve devam, güvenin TBMM tarafından verilmesine bağlıydı.[73]
Anayasal hükümler, TBMM’nin icra vekilleri heyetini[74]) her vakit denetlemesini ve düşürebilmesini mümkün kılmıştı. Dolayısıyla TBMM, hükümeti denetleyebilecek ve gerek gördüğünde, çoğunlukla alacağı kararla düşürebilecekti.
Buna karşılık: Mustafa Kemal Paşa’nın sahip olduğu güce rağmen TBMM Yürütmeye yasamayı fesih gibi bir yetki vermemişti:[75] Çünkü, Yürütmeye Meclisi fesih yetkisi veren Anayasa Komisyonu tasarısındaki hükmü, TBMM’ce Genel Kurulu kaldırmıştı.[76]
TBMM, tasarıda 7 yıl olarak önerilen Cumhurbaşkanlığı süresini “bir seçim dönemine” düşürdü. Ve Cumhurbaşkanının veto ettiği kanunların TBMM’nin 2/3’üyle kabul edilebilmesi önerisi de, toplantıdaki üyelerin “çoğunluğuna” indirildi.[77]
Tüm bunlar TBMM’nin, Cumhurbaşkanının güçlü kılabilecek yetkilerini makul ölçülerle sınırladığını göstermektedir.[78]
3.2. Anayasal Zeminde Çoğunlukçu Sistem ve Türk Siyasal Hayatına Etkileri
3.2.1. Türk Anayasal Sisteminin İşleyişi Bakımından
1924 Anayasası -söylediğimiz gibi,- Milli Egemenlik ilkesine dayalı, Meclisin üstünlüğünü öngören bir Anayasaydı. Bu Anayasa 1920’den bu yana devam eden Milli Egemenliğe dayalı rejimi güçlendirmiştir. Demokrasiye geçme çabaları da bu Anayasa döneminde başlamıştı.[79] Ancak Anayasanın önemli eksiklikleri de görmezden gelinemezdi. Şöyle ki:
Bu dönemde bir kısım konular, niteliği itibarıyla Anayasada düzenlenmesi gerekirken; “Dahili Nizamname’de (=İçtüzük’te)” düzenlenmişlerdi. Örneğin, soru, gensoru ve meclis soruşturması usulleri ile kanunun kabul yeter sayısı, bu türden konulardı.
Halbuki, İçtüzük, Anayasaya göre daha kolay değiştirilebilmekteydi. Dolayısıyla, böyle bir usul, TBMM’deki çoğunluğun İçtüzük hükümlerini değiştirerek, istediği menfaatlere ulaşabilmesi mümkündü. Ve bu da önemli bir sakınca oluşturmaktaydı.
Anayasa, Yargının bağımsızlığına ilişkin teminatları da kanuna bırakmıştı.[80] Bu durum, TBMM’deki çoğunluk üyelerine, -ya da bunların mensubu oldukları partiye,- yargıya da etkili olabilme imkânı vermiş olacaktı. Örneğin “İstiklâl Mahkemeleri”nin kurulmalarıyla yargıya ilişkin ve yargı karşısında sahip olunması gereken, tabii hâkim güvencesi de ihlâl edilmişti.[81]
1924 Anayasası döneminde, meclis çoğunluğunun Anayasaya uygun olmadığı açıkça bile anlaşılabilecek kanunlar çıkardıkları müşahede edilmiştir. Meselâ tek parti ve Demokrat Parti dönemlerindeki bir kısım uygulamalar bu yönlerden eleştirilmişlerdir.
Bunlar, 1924 Anayasası döneminde TBMM’deki çoğunluğunun yürütmeye ve yargıya da etkili olabileceğini gösteren verilerdi:[82]
Anayasada, kanunların “Anayasa’ya aykırılıklarına ilişkin yargısal denetim yolu (=Anayasa Yargısı usulü)” yer almamıştı. 1924 Anayasasında Anayasa Mahkemesine (=AYM’ye) yer verilmemişti. Anayasada mahkemelerin Anayasa yargısı işlevini de üstlenmeleri yolu kapalı tutulmuştu.
Bu eksiklik, çoğunluğun hâkimiyetinden kaynaklanan sorunları çözülemez hale getirmiş ve artırmıştı. Kaldı ki, 1924 Anayasasında yer alan kanunların TBMM’ce yorumlanması usulü, yargısal denetimin yerini tutamazdı. Ve “çoğunluğun hükümranlığı”ndan başka şekilde de anlaşılamazdı. Bu tür bir “siyasal denetim”; kamu vicdanını yargısal denetimin sonuçları kadar tatmin edici de olamazdı. Tüm bunlar, 1924 Anayasasında hukuk devleti ilkesinin tam manasıyla tesis edilemeyişi anlamına gelmiş de oluyordu.[83]
Halbuki, Demokratik hukuk devleti esaslarına göre tesis edilmiş Anayasal rejimin korunması işlevi, AYM’den beklenmeliydi.[84] Bu sebeple, Anayasalar AYM’ye, böylesine önemli fonksiyonu dolayısıyla, yer vermeye başlamışlardı.
Bu vesileyle, Ülkede kanunların, çoğunluğun siyasal menfaat ve amaçlarına uygun, ama Anayasaya aykırı olabilecekleri görülmüştü. İşte bağımsız ve tarafsızlıkları teminata bağlanmış yargısal denetimin, “çoğunluk hükümranlığı”nı önleyici sigorta olduğu tecrübe edilmişti.
3.2.2. Anayasal Açıdan Tek Parti Sistemi ve Türk Siyasal Sistemindeki Durumu
1924 Anayasası döneminde Cumhurbaşkanının partisiyle ilişiğini kesmesi gerektiğine dair bir Anayasal hüküm yer almamıştı. Bu dönemde ortaya çıkan “çoğunluğunun hükümranlığı”na, 1935’li yıllardan sonra bir de, “Parti-Devlet bütünleşmesi” eklenmiştir. Böylece, 1936’dan itibaren, İçişleri Bakanı, aynı zamanda partinin genel sekreterliğini; illerde valiler de partinin il başkanlıklarını yürütmüşlerdir.[85]
Atatürk, Parti-Devlet bütünleşmesinin sebebini; “vatandaşlar arasında ayrılık tanımadığımızı fiilen göstermiş olduk.” diyerek halk-yönetim bütünleşmesi amacına dayandırmıştır.[86] Bu doğrultuda, Parti-Devlet bütünleşmesinin, bürokrasinin partiyi kontrol ettiği[87] ileri sürülmüştür. Halbuki, Partinin Devletle bütünleşmesinin, totaliter sistemlerde görüldüğü ve bürokrasinin de partiyi kontrol edemeyeceği ortadadır. Aksine, parti bürokrasiyi kontrol edebilektir. Çünkü, bürokrasiye emir verecek olan yöneticiler “hükümet”tedirler ve hükümet parti ile bütünleşmiştir.[88]
Kaldı ki, partinin Devletle bütünleşmesi, her halde devletin partileşmesi sonucunu da doğurur: Bu durumda, Devlet hayatına Devletle bütünleşen Partinin ilkeleri hâkim olur. Dolayısıyla parti menfaatleri, kamu düzeni, hakkaniyet, adalet, eşitlik, güvenlik ve özgürlüklerin korunması ilkelerini öteleyebilir. Hatta, tek parti sisteminde, “Devlet menfaatleri”nin yerini parti menfaati alır; parti emrinde olmayan da tabir yerindeyse, vatansever olarak görülmemiş olur.[89]
Bu arada, 1924 Anayasası döneminde kurulan partiler kapatılmıştır. Bu sebeple tek parti sistemi, 1946’ya kadar devam etmiştir. Bazı kesimler, tek parti sistemini, bir “diktatörlük” olarak görmüştür.[90] Buna karşılık olarak, diğer bir kesim ise, böyle bir uygulamanın: Cumhuriyet’in, inkılâpların ve halkta demokrasi bilincinin yerleşmesini amaçladığı ve geçici olduğu;[91] Devlette “tek-parti ideolojisi veya doktrini mevcut olma[dığı]”;[92] tek parti sisteminin Cumhuriyet değerlerinin kurumsallaşması ve geliştirilmesi için toplumla bütünleşmeyi hedeflediği,[93] ama Anayasal kapsamda siyasal partilerin kurulmasının da yasaklanmadığı; rejimin özellikle faşizme kaymadığı;[94] bu dönemin, “özgürlüğe doğru disiplinli bir yürüyüş” olduğu;[95] buna karşılık, bu yönetimin yerini, zorunluluklar geçince, çoğulcu demokrasiye bırakacağı[96] hususlarını ileri sürmüşlerdir.
Ne var ki; örneğin Tanör’ün ifadesiyle:[97] “Tek şefli ve tek partili otoriter rejim, 1930’daki kısa aralık dışında, ülkeyi 1945’e kadar yönet[miştir]. Meclis de Parti grubuna tâbi ol[muştur].”
Bazı görüşler bu dönemin dini toplumsal hayatı düzenleyen gereklerinden uzaklaştırarak, vicdanlara hapsettiğinden şikâyet etmişlerdir.[98] Ayrıca, baskıcı politika ve tedbirlerle birlikte, dindar halka baskılar da şikâyetler arasında yer almıştır.[99] Kocaoğlu da: “Cumhuriyet özgürlük ve ulus egemenliğini kurmak için getirilmiştir. [1924 Anayasası döneminde] bu amaç zaman zaman unutularak[;] keyfi ve bazen de zalimce uygulama yapıldığı kanaatini uyandıracak tasarruflarda bulunmaktan[,] bazı yöneticiler çekinmemiştir.” demiştir.[100]
4. 1921 ve 1924 Anayasal Dönemlerinde “Güçlü Yürütme” Olgusu ve Bunun Sınırlarına İlişkin Değerlendirme
4.1 1921 ve 1924 Anayasal Süreçleri
4.1.1. Kuvvetler Birliğinin Geçerli Olduğu Anayasal Dönem
4.1.1.1. Anayasal Açıdan Hükümetin TBMM’ye Sorumluluğuna İlişkin Uygulama
Yukarıda anlatılan “meclis hükümeti sistemi” BMM’nin açılışından itibaren geçerli olmuştur. 1921 Anayasasının geçerli olduğu Anayasal dönemde de bu sistem mevcudiyetini korumuştur. Eş deyişle bu dönemlerde Anayasal açıdan öngörülen kuvvetler birliği sistemi işlemiştir. Ve kuvvetler de TBMM’de birleşmiştir. Sistemin adı da zaten kuvvetlerin mecliste birleşmesinden gelmektedir. “meclis hükümeti sistemi” şeklinde işlemiştir. Fakat, bu sistemin işlediği dönemde, yürütmenin yasamaya karşı özerk olabileceğine ilişkin uygulamalar da olmamış değildir: Örneğin 08.Temmuz 1922’de TBMM’nin İcra vekilleri heyeti reisini de TBMM’nin seçmesi kabul edilmişti.[101] Tabii ki TBMM Başkanı doğal başkan sıfatını da koruyacaktı. Bu durum, “bir anlamda” Başbakanlığın kurulması olarak görülebilecektir.[102]
Keza, bu dönemde, yürütmenin yasamaya parlamenter sistemdeki sorumluluğun işletildiğini gösteren örnekler de bulunmaktadır: Mesela, Fevzi (Çakmak) Paşa’nın Başvekilliğindeki hükümet, Londra Konferansına katıl(ma)mayı TBMM’nin belirlemesini, Meclis’in Hükümete güvensizliği saymıştır. Ve bu sebeple de TBMM’den “güvenoylaması” istemiştir. Malum, Cumhuriyetin ilân edilmesine giden süreçte vekillerin istifaları söz konusu olmuştu. Bu gibi usuller de, TBMM’nin denetimine karşı özerk bir duruş kaabiliyetine ayrı bir örnek olabileceklerdir.
Dolayısıyla, kuvvetler birliği hükümet sisteminde, örnekleri yukarıda anlatılan gelişmeler, yürütmenin yasamaya karşı güçlenmesini de anlatmaktadırlar. 1921 Anayasası, yürütmenin özel bir kanunla düzenlenmesini öngörmüştü. Bu düzenleme, de TBMM’nin yürütmeye ilişkin yetkilerini kanunla sınırlaması anlamına gelmektedir. Ve bu sebeple de yürütmeyi güçlendirici ve özerkleştirici nitelikte görülebilecektir.
4.1.1.2. Anayasal Hükümler ve Yürütmeyi Güçlendiren Diğer Etkenler
Bu dönemdeki Anayasal hükümet sisteminde, yürütmenin doğasından kaynaklanan bir güçlenmişlik de gözardı edilemez: Kuvvetler birliği sisteminin uygulandığı dönemde, yürütme TBMM’ye bağlı olduğu için, Meclisteki çoğunluğun başkanı yürütmenin de başkanı olacaktır. Dolayısıyla yürütme, böylelikle, yasamayı yönlendirecek şekilde üstün konuma gelecektir.[103] İcra vekillerinin, TBMM’de sahip oldukları çoğunluk nedeni ile güçlendikleri de gözardı edilemez. Ve böylece sistemin, yürütmenin güçlenmesine doğru evrildiğini söyleyebiliriz.[104] Keza 1921 Anayasası döneminde, yürütmeye verilen olağanüstü dönemlerde istisnai düzenleme yetkileri[105] yürütmeyi güçlendirici diğer bir faktördür.
4.1.1.3. Atatürk’ün Anayasal Sistemde Yürütmenin Konumuna İlişkin Görüşleri
Mustafa Kemal Atatürk de yürütmenin güçlü kalmasını; “Meşrutiyette milli hâkimiyet, yasama organında tecelli ettiriliyor. Halbuki efendiler, milli hakimiyet yasama kuvvetinde değil, bu kuvvetin de üstünde tecelli eder, o ise yürütme kuvvetidir.”[106]ifadeleri ile belirtmiş; “tatbik eden[in], icra eden[in,] karar verenden daha kuvvetli [0lduğunu]”[107] da dile getirmiştir.
4.1.1.4. Anayasal Perspektifte Yasama Yürütme İlişkileri Bakımından Yürütmenin Güçlenmiş Olması
Kuvvetler birliği sisteminin uygulandığı dönemde yasama, yürütmeye her türlü direktifi verme yetkisine sahipti. Yasamanın vekillerin her birisini veya hepsini görevden alma yetkileri de bulunmaktaydı. Hatta vekiller arasındaki ve yürütme yasama ilişkilerinden kaynaklanan uyuşmazlıkları çözme yetkisi, doğal olarak TBMM’deydi.[108] Fakat, siyasal ve Milli Mücadeleye ilişkin konjonktürel şartlar farklı işlemiştir: Nitekim ilk dönemde yasama ve yürütme anlaşmazlıklarını, TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa gidermiştir. Vekiller arası anlaşmazlıkları da zaten Atatürk’ün TBMM ve vekiller heyeti başkanı sıfatıyla gidermesi sözkonusuydu. Bu durumlar yürütmenin güçlü konumuna da örnek olabilecektir.
4.1.2. 1924 Anayasası Dönemi ve Anayasal Hükümleri Açısından Durum
1924 Anayasası, yürütmeyi yasama karşısında, açıkça ve fiilen daha özerk olarak düzenlemiştir: Bir kere, Bakanlar Kurulunun göreve başlaması için, 1923 Anayasa değişiklikleri aksine, Cumhurbaşkanının tasdikini öngörmüştü. Ama Anayasa, TBMM’nin güvenoyunu, Bakanlar Kurulunun göreve devamı şartı olarak düzenlemişti. Anayasa, Bakanlar Kurulunun TBMM’ye karşı siyasal sorumluluğunu da öngörmüştü. Ve Bakanlar Kurulunu soru, genel görüşme, meclis araştırması, meclis soruşturması ve gensoru usulleriyle denetleyebilmekle TBMM’yi yetkilendirmişti. Anayasa, çizdiği çerçevede olağanüstü yönetim usulü öngörmüş ve yürütmeyi bu kapsamda olağanüstü yetkilerle de donatmıştı.
1924 Anayasası “TBMM’nin üstünlüğü” kabul etmiştir. Ama bilhassa 2. Yasama döneminden sonra Yürütmenin Yasama üzerinde etki gücünün arttığı, dikkat çekmiştir. Şöyle ki; 1924 Anayasasının geçerli olduğu Anayasal dönemde çoğunlukçu seçim sisteminin de etkisi büyüktü. Çünkü, böylece TBMM’de çoğunluğu elde eden parti, hükümeti kurabiliyordu. Dolayısıyla hükümetin, istediği kararları ve kanunları TBMM’den çıkartması zor da değildi. Bu sebeple, önceki ve 1924 Anayasasının uygulandığı Anayasal dönemler boyunca, TBMM’nin, yürütmeye taabi(≈uyan) vaziyette kaldığı söylenebilir.[109] Yukarıda söylendiği gibi, bu dönemlerde Anayasal nitelikli yargısal denetim yoktu. Dolayısıyla bu dönemde, kanunun hükümetin uygulamasını etkileyecek hukuki ve hakiki bir sınırlaması da yoktu.
4.2. Anayasal ve Siyasal Açıdan Yürütmenin Güçlendirilmesinin Sınırı
Çağdaş demokrasilerde eğilimin ve doğal gidişatın yürütmenin güçlenmişliği yönünde olduğu[110] kabul edilmiştir. Ama güçlendirilme; Devlet hayatına, yürütmenin -dolayısıyla monarşilerdeki gibi, bir tek kişinin- hâkim olması[111] derecesine varmamalıdır.
Çünkü “Cumhuriyet fazileti ahlâkiyeye müstenit bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. Sultanlık korku ve tehdide müstenit bir idaredir.”[112] Dolayısıyla “Cumhuriyet”, hak ve yükümlülüklere uygun ve sorumluluk bilinciyle davranmayı gerektiren yaşantı tarzıdır. Ve Cumhuriyet, aynı zamanda kurallar ve kurumların mevcudiyeti demektir. Demokrasiyi de muayyen kaidelere bağlı bir zihniyet, terbiye ve yaşantı olarak anlayabiliriz.[113] Bunlardan uzak, sırf “çoğunluğun yönetimine dönüşen demokrasiler” ise, “çoğunluğun keyfiliği”ne dönüşebileceklerdir.[114]
Türk Anayasal gelişmeleri açısından, Atatürk’ün, yürütmenin güçlendirilmesine ilişkin beyanları yukarıda yer almıştır. Ama “TBMM’nin üstünlüğü”ne ilişkin şu değerlendirmeleri ve beyanatları yürütmeyi sınırlandırıcı olarak görülmelidir:
Nitekim, Atatürk’e göre: “Türkiye devletinin yegâne ve hakiki mümessili yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisidir.”[115] “Meclis milletin irade ve hâkimiyetini tecelli ve temsil ettirmiştir ve bunun üstünde yüksek bir kuvvet yoktur.”[116] Bu sözler, kanaatimce Milli iradeye dayalı bir siyasal rejimi anlatması bakımından da çok önemlidir.
Atatürk, yürütmenin güçlü olması gereğine ilişkin yukarıda değinilen beyanlarını, 1921 Anayasası döneminde söylemiştir. Bu dönem, -doktrinde de kabul gördüğü üzere- normal bir Anayasal dönem değil; milli mücadelenin zaruretlerinin gereklerine uygun usullerin geçerli olduğu dönem olarak kabul edilmiştir.[117]
Kaldı ki, 1924 Anayasasına göre Anayasal kuvvetler -yukardıa zikredildiği gibi- “Yasama”da temerküz etmişlerdir. Fakat, Anayasa, yürütme ve yargı “görevlerini” ayrı organlara bölüştürmüştür. Bu durumu; Atatürk’ün meclis hükümeti sistemini olağan dönemde sürekli uygulanacak içerikte görmediğine işaret olarak anlayabiliriz.[118] Yürütmenin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulundan oluştuğu 1923 ve sonrasında da “Yasamanın üstünlüğü” hassasiyet arzetmiştir.
Nitekim, Atatürk, yürütmeyi aşırı güçlendirici yönü sebebiyle “Başkanlık sistemi”ne taraf olmamıştır. Ayrıca, Cumhurbaşkanlığı ve başbakanlığı hukuksuz şekilde birleştirmeyi de düşünmemiştir.[119]
Çünkü, Millî mücadelenin verildiği olağanüstü dönemlerde bile, yapılacak her bir iş için, ilk-el olarak Meclis’in kararını almak yolu tercih edilmiştir. Mustafa Kemal bu dönemde bu kadar güçlüyken bile, ilk-el tüm kararları TBMM almıştır. Örneğin, Kendisinin Başkomutan olarak müstakilen karar alabilme yetkisini bile TBMM vermiştir. Ve TBMM “süreli” olarak verdiği bu yetkiyi yine kendi kararıyla uzatmıştır.[120]
Bu örnekler, TBMM’nin ilk-el kararı dayanmayan hiçbir konuda, yürütmenin düzenleme yetkisinin olamayacağını göstermektedirler. Kanaatimce, 1982 Anayasanın 2. maddesinde yer alan “Atatürk milliyetçiliğine bağlı devlet” ilkesi de bunu gerektirmektedir.
5. Türk Anayasal Gelişmelerinde Yeniden Parlamenter Sisteme Geçiş: 1961 Anayasasının Türk Siyasal Hayatındaki Yeri
5.1. 1961 Anayasal Düzenlemelerinin Kurduğu Parlamenter Sistem
1961 Anayasası, 1924 Anayasasının öngördüğü “çoğunlukçu siyasal yapılanma”nın Devlet hayatında sebep olduğu bunalımı çözmeyi amaçlamıştır. Bu sebeple, “klâsik parlamenter sistem”i, tüm gerekleriyle ihdas etmiştir. Anayasa, Milli hakimiyeti esas alan ve egemenliği yasama, yürütme ve yargı organlarına vermiştir. Çünkü, 1961 Anayasası, egemenliğin kayıtsız şartsız “Türk Milleti”ne ait olduğunu belirtmiştir. Ve Anayasaya göre Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanacaktır. Dolayısıyla 1961 Anayasası, “yasama yetkisi”ni TBMM’ye, “yargı yetkisi”ni bağımsız mahkemelere vermiştir. Keza “yürütme görevi”yle de “kanunlar çerçevesinde” yerine getirmek üzere Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulunu görevlendirmiştir. Bu durum, yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin, -1924 Anayasası’ndan farklı bir şekilde- ayrıldığını; ayrı ayrı organlara dağıtıldığını göstermektedir.
Yeni Anayasal dönemde, “kanun”lar TBMM’ce çıkarılacaktı. Yürütme de kanunları uygulayacaktı. 1924 Anayasası’nda İçtüzüğe bırakılan, “kanunları görüşülmesi ve kabulü yeter sayıları”, yeni Anayasal dönemde Anayasada (m. 86 ve 92) yer almıştı. Cumhurbaşkanı, kanunları, 10 gün içinde veto edebilecekti. Ama, veto ettiği kanunları, TBMM’ye yeniden görüşülmek üzere, gerekçesiyle birlikte iade edecekti. Buna karşılık veto etmediği kanunları ise doğrudan Resmi Gazete’de yayınlayacaktı. (madde: 93). Cumhurbaşkanının “geciktirici veto”su arkasından, TBMM’de aynen kabul edilen kanunu, Cumhurbaşkanı, tekrar veto edemeyecekti. Dolayısıyla, Anayasa, Cumhurbaşkanına kanunlar üzerinde, “bir kez” olmak üzere,[121] “geciktirici veto” yetkisi”[122] tanımıştı. Fakat Bütçe ve Anayasa değişikliği kanunları anılan veto yetkisine dahil değildi. Bu sebeple Cumhurbaşkanı bunları Resmi Gazetede doğrudan yayınlayacaktı.
1961 Anayasasında temel haklar ve sınırlanmaları, çağdaş prensiplere uygun şekilde yer almıştı. 1876, 1921 ve 1924 Anayasalarında düzenlenmeyen sosyal ve iktisadi haklar da Anayasaya dahil edilmiştir. Anayasa, Temel Hakların sınırlanmalarını, 1924 Anayasasındaki gibi kanuna bırakmamıştı. Dolayısıyla kamu hürriyetlerini, çağdaş insan hakları prensiplerine uygun olarak Anayasal hükümlere/güvencelere bağlamıştı.
1961 Anayasası, 1924 Anayasasından kaynaklanan “çoğunlukçu rejim”in sebep olduğu tüm bu sorunlara ve bunalımlara tepki niteliğinde hazırlanmıştı.[123]
Bu Anayasa, 1924 Anayasasından farklı olarak “Anayasa yargısı” usulünü ihdas etmişti. Böylece, “Yasama’nın üstünlüğü”ne dayalı -ve dolayısıyla “çoğunlukçuluk”tan kaynaklanan- sorunları, “çoğulculuk usulleri”yle gidermeyi amaçlamıştı.
1961 Anayasal düzeni, genelde parlamenter sistemi benimsemesi bakımından, ayrıca bir öneme sahiptir. Anayasa, -1924 Anayasasındaki gibi,- Bakanlar Kurulunu, “hükümetin genel siyaseti”nin yürütülmesinden, TBMM’ye karşı sorumlu tutmuştur:
Bakanlar Kurulunun, Cumhurbaşkanı’nın onayıyla göreve başlaması söz konusudur. Buna karşılık Bakanlar Kurulunun -programını uygulamak için- görevine devam etmesi, TBMM’nin güvenoyuna bağlanmıştır. Böylece Anayasa, Bakanlar Kurulu’nun göreve başlaması konusunda klâsik parlamenter sisteme uygun bir usul benimsemişti. Ki aynı usul 1924 Anayasası döneminde de uygulanmıştır. Anayasa, yasamanın yürütmeyi gensoru yöntemi ile düşürebilmesi gibi hususları da ayrıca düzenlemişti.
Anayasaya göre Cumhurbaşkanını TBMM, kendi üyeleri arasından seçebilecekti. Cumhurbaşkanlığı süresi en fazla 7 yıldı. Ve bir kimse arka arkaya olmamak kaydıyla en fazla 2 defa Cumhurbaşkanı olabilecekti.
5.2. Türk Anayasal Sisteminde İki Meclisli Parlamentonun İhdası: Oluşturulan Cumhuriyet Senatosunun Demokratik Prensiplere Uygunluğu Sorunu
Anayasa, TBMM’nin; “Cumhuriyet Senatosu (=CS)” ve “Millet Meclisi(=MM)” olmak üzere, 2 kanattan oluşmasını öngörmüştü. Bunların her ikisinin üyelerini -CS’de aşağıdaki istisnalar hariç,- halk seçecekti. Ama Anayasa, TBMM’yi ayrı bir Meclis olarak öngörmemişti.[124] Buna karşılık her iki Meclisin birleşik toplantılarına da yer vermişti. MM üyeliği için genel bir kısım şartlardan başka, 30 yaşını doldurmak ve okuryazar olmak yeterliydi. CS üyeliği için 40 yaşını doldurmak ve yüksek öğrenim yapmış olmak gibi daha nitelikli şartlar gerekiyordu.
Yalnız, Anayasa, Cumhurbaşkanı’na, CS’ye 15 kişiyi “kontenjan senatörü” olarak seçebilme imkânı vermişti. Ayrıca, Milli Birlik Komitesi üyelerinin ve eski Cumhurbaşkanlarının “tabii senatör” olarak CS’ye girebilmelerini öngörmüştü.[125]
İki Meclisli Yasamada; ikinci meclislerin, kanunların Anayasa’ya uygunluğuna katkı sağlayabilecek yönü bakımından yararları malûmdur. Ancak bu durumda ikinci meclislerin bu işlevlerini yerine getiremez hale düşmeleri de muhtemeldir. Böyle bir durumda ise kanunların daha zor usul ve şartlarda çıkarılmaları söz konusu olur. İşte bu gibi sebeplerle ikinci meclisler, -doğal olarak- işlevlerini yitirirler. Nitekim CS, zaman içinde işlevini yerine getir(e)mediği için, Devlet hayatında bunalımların sebepleri arasında görülmeye başlanmıştı.
CS’ye bir başka yönden de şöyle eleştiri getirilebilir: CS’ye giren kontenjan senatörleri ve tabii senatörler, malum, halkın seçmediği üyelerdir. Anayasa Bunların CS’de bilgi ve tecrübesinde istifade etmek amacı gütmüş olabilir. Ama bu, TBMM’nin öyle ya da böyle seçilmemiş üyeleri de bulundurması sakıncasını oluşturmuştur. Örneğin bu usul, Cumhurbaşkanının, seçeceği Kontenjan senatörleri aracılığıyla Yasamaya etkili olabilmelerine elverişliydi.
Anayasa, Cumhurbaşkanının TBMM üyeleri arasından seçilmesini öngörmüştü. Bu sebeple, TBMM dışından Cumhurbaşkanı seçilmeleri istenilecek kişileri, kontenjan senatörü atayabilecekti. Böylece bunlar aday olmak içim gerekli olan, TBMM üyesi olmak sıfatını kazanıyorlardı. Örneğin, emekli Orgeneral Cevdet Sunay ve emekli Oramiral Fahri Korutürk, Kontenjan Senatörlüğüne atandıktan sonra Cumhurbaşkanı seçilmişlerdi.[126] Ama, böyle bir usulün, “Anayasaya karşı bir hile” olarak, sakıncası da dikkat çekmekteydi.
Nihayetinde, 1961’den sonraki Anayasal dönemde Cumhurbaşkanının TBMM üyeleri arasından seçilmesinin zorunlu tutulması söz konusuydu. Ve Anayasa, halk tarafından seçilmemiş tabii senatörlerin ve kontenjan senatörlerinin Cumhurbaşkanı seçilebilmeleri yolunu böylece açmıştı. Ki bu usulle, Cumhurbaşkanları, kendilerinden sonraki Cumhurbaşkanlarının seçilmelerine etkili olabilecek duruma da gelmiş olmaktaydılar.
5.3. Türk Devlet Hayatında Anayasal ve Toplumsal Bunalımların Sebebi Olarak Görülen Konular ile Bunlara İlişkin Değişiklikler ve Sonuçları
5.3.1. Anayasal düzeninde Yasamanın Üstünlüğü ve “Görev” Olarak Yürütme
1961 Anayasası, tüm kuvvetleri yasamada birleştirmemiştir. Buna karşılık, Anayasal ve siyasal yapılanmayı, yasamanın (=TBMM’nin) üstünlüğü üzerine formüle etmişti. Dolayısıyla, Anayasa, yürütmeyi bir “görev” addedmişti. Yani “yürütme esas itibarıyla yasamanın gösterdiği alanda hareket eden tâbi organdı.”[127] Burada “bağlı olunan”, “kanun”du. Hukuk devletinde üstün ve bağlayıcı olan da “kanun”du.[128] Dolayısıyla yürütmenin yasamaya tabi oluşunu böyle anlamak gerekmekteydi. Bunlara göre, yürütme sadece bir görev olacak ve kanunları uygulayacaktı. Yasama, kanun çıkarma yetkisine sahip olacaktı. Kanunun olmadığı yerde ise “yürütme” de olmayacaktı.[129]
5.3.2. Anayasal Açıdan Yürütmenin “Görev” Olarak Düzenlenmesinin Sebep Olduğu Eleştiriler ve Bu Eleştirilere Karşı Değerlendirmeler
5.3.2.1. Yürütmeyi “Görev” Olarak Gören Anayasal Düzenleme
Bu Anayasal dönemde, en önemli eleştiri noktalarından birisini, yürütmenin sadece “görev” olarak görülmesi teşkil etmişti. Çünkü Anayasa yürütmeyi aynı zamanda bir “yetki” olarak vasıflandırmamıştı: Bu sebeple birçok kimse, Anayasayı, yürütmeyi toplumsal sorunları çözmede yetersiz bıraktı diye eleştirmişti.[130]
Bu süreçte Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi(=ASBF) bir Anayasa Taslağı hazırlamıştı. Ve bu taslak, kuvvetli icra organının Türk siyasal anlayışında gelenek olduğunu belirtmişti. Taslak, bu yönde öneri de yapmıştı. 1961 Anayasasını hazırlayan irade, bu husus da dikkate almamıştı. Hatta, bu taslak sorunların güçlü yürütme ihdasından kaynaklanmadığını belirtmişti. Fakat, bu taslağa göre sorunun kaynağı, yürütmenin gerektiği gibi denetlenemeyişiydi.[131] Halbuki, bu teferruat, görülmesi ve nazara alınması gereken çok önemli bir hassasiyetti.
5.3.2.2. Bu Anayasal Düzenlemenin Yürütmenin Faaliyetlerine Etkisi Sorunu ve Yetkisizlik Görüşlerinin Anayasal Açıdan Değerlendirilmesi
Ancak, Anayasal hükümde yürütmenin “görev” olmasının, Kanunlardan kaynaklanan yetkileri kullanmaya engel ol(a)mayacağı malûmdu. Üstelik, “yetki”nin kanunda düzenlenmesinin, “görevin zorunlu sonucu olacağı” hususu görülmeliydi. Bu tespitler, yürütmenin “sadece görev olarak addedilmesi”nden bahisle yetersiz kaldığı yorumlarını işlevsizleştirmekteydi. Bu sebeplerle, Anayasada yürütmenin yetki olduğunu tebarüz ettirmenin bir önemi yoktu. Çünkü, kanunlar yönetime verdikleri görevlerin yerine getirilmesi için, -Anayasanın temel hakları sınırlandırma usulüne ilişkin 11. maddesi gereğince- gerekli ve yeterli yetkileri de açıkça düzenlemeleri zaten gerekmekteydi.
Kaldı ki, 1961 Anayasasının yürütmenin yetkisini sınırlanmaktaki tek amacı onu güçsüz bırakmak değildi. Fakat amaç, sadece, Türk insanının hak ve hürriyetlerinin, çağdaş insan hakları prensiplerine göre korunmasıydı.[132]
Bu bakışlarla, Anayasada yetki tabirinin mutlaka bulunması gibi bir yorum isabetli olamazdı.
Diğer taraftan Yürütmenin (Bakanlar Kurulunun), TBMM’yi kanun tasarılarıyla harekete geçirmesi yetkisi de görmezden gelinemezdi. Çünkü bu yolla, Yürütme istediği yetkiyi TBMM’den, sunacağı Kanun tasarısıyla isteyebilecekti. Yürütme, TBMM’nin bu tasarıyı reddetmesi(=kanunlaştırmaması) halinde ise; bir kısım hukuki/siyasal usullere başvurabilme imkânına sahipti. Dolayısıyla Yürütmenin, konuyu kamuoyuna, örneğin, mitinglerle ya da basın toplantılarıyla sunabileceği malûmdu. Bununla birlikte, bu “Anayasal parlamentarizm”de TBMM’nin çalış(tırıl)ması, zaten büyük ölçüde hükümete düşmekteydi. Çünkü parlamenter sistemde hükümet, esasen TBMM’deki çoğunluk partisinden oluşurdu. Koalisyonların TBMM’yi çalıştırmaları, Memleket ve Milletin yararı için, uzlaşma yükümlülükleri kapsamında görülmeliydi. Azınlık hükümetlerinde de Bakanlar Kurulu’nun böyle bir yükümlülüğünün ve işlevinin olamayacağından bahsedilemezdi.
Dolayısıyla hükümetler, TBMM’nin çalışmaları ve talepleri yine TBMM’nin çoğunluğunun engellemelerini kamuoyuyla paylaşabilirlerdi. Örneğin basın toplantısı veya miting gibi yollar durumu halka şikayet edebilme yollarıydı. Böylece, Milletin Parlamentoyu, toplantı, gösteri yürüyüşü veya basın toplantısı gibi hukuki usûllerle etkileyebilmesi mümkün olabilecekti.
Bu hassasiyetlere uyulmadığı sürece, “Anayasa yürütmenin elini kolunu bağlamaktadır” gibi sözler yerinde olamazdı. Ve bu sözler kolay ama haksız ve dayanaksız eleştiriden başka bir anlam ifade edemzdi. Nitekim, -3. faslının kenar başlığından yürütmeyi “görev” addeden- 1924 Anayasasında da yürütme, TBMM’nin uhdesindeydi. Ve Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu eliyle kullanılabilmekteydi. Buna karşılık 1961 dönemi Anayasal sistemi, yürütmeyi, TBMM’nin uhdesinde olmaktan çıkarmıştı. Ve dahası, yürütmeyi kanunlar çerçevesinde yürütülen özerk bir görev olarak düzenlemişti.[133] Dolayısıyla bu durum bile, zaten başlı başına yürütmenin güçlenmesi anlamına gelebilecekti.[134]
1961 Anayasası olağanüstü yönetim usullerine de yer vermişti. Bu sebeple, olağanüstü yönetime geçilmesi ile yürütmenin yetkilerinin genişleyebileceği de malûmdu. Sıkıyönetimde askeri kuvvetlere komuta etme yetkisi nihayetinde Başbakana ve hükümete aitti. Çünkü, Anayasa Türk silahlı kuvvetlerinin vatan savunmasına hazırlanmasından, TBMM’ye karşı Bakanlar Kurulunu sorumlu tutmuştu. Ve Anayasal hükümler itibarıyla, Genelkurmay başkanı da görev ve yetkilerinden dolayı Başbakana karşı sorumluydu. Aksi hükümler içeren kanunların ve uygulamanın Anayasaya aykırı olacağı da açıktı.
5.3.2.3. Anayasal Hükümlere Göre Yürütmenin Düzenleme Yetkisinin Mevcudiyetine İlişkin İçtihatlar
1961 Anayasası döneminde, yargı mercileri yürütmeyi “yetki” olarak gören içtihatlar ortaya koymuşlardı: Örneğin, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, 1961 Anayasası döneminde verdiği bir kararında;[135] idarenin bir konuda düzenleme yapabilmesi için, dayanak bir kanunun bulunmasına gerek olmadığına hükmetmişti.
Ne yazık ki bu kararlar da yürütmenin, Anayasayı geniş yorumlamasına ve güncel sorunlara, çare bulmasına yetmedi. Halbuki bu emsal kararlara göre yürütmenin sorunlara düzenleyici işlemleri ile çare araması da mümkündü. Bu arada, AYM de kanunun genel çerçeveyi belirterek, belli bir konuda düzenlemeleri yürütmeye bırakabileceğine hükmetmişti. Örneğin bir kısım kararları bu yöndeydi.[136] Bu kararlar yürütmeye kanunlara göre düzenleme yapabilme imkanı vermekteydi. Ama ne yazık ki yürütme sorunlara bu usullerle de çare bulamadı.
5.3.3. Kanunların Kabulündeki Zorluklar ve Yürütmeye Kanun Hükmünde Kararname (=KHK) Çıkarma Yetkisi Verilmesi ve Yürütmeyi Güçlendirici Yenilikler
Bu arada, Anayasa, kanunların (CS ve MM olmak üzere) iki meclisten müteşekkil Yasama organında kabul usulünü bir hayli zorlaştırmıştı:[137] Anayasa, bir de, Kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesi ve kabulünü uzun süren karmaşık usullere bağlamıştı. Bu sebepler de, yürütmenin ihtiyaç duyduğu kanunların (ihtiyaç duyulduğunda uygulamak üzere) çıkmasını engellemişlerdi.
Tün bunlara göre, yürütme, Anayasayı uygulayan diğer kuruluşlar, kanunların çıkarılmasında hızlandırıcı tavır sergilememişlerdir. Fakat, daha ziyade Anayasa’nın yetersiz kaldığını ileri sürmüşlerdi. Bu durum da TBMM’ye güveni azaltmış ve kanunların çıkarılmasını da ayrıca zorlaştırmıştı.
Yürütmenin güçsüz kaldığı noktasında özetlenen şikâyetler sonucunda, 1971 tarihli ve 1488 sayılı kanun çıkarılmıştı. Ve Anayasa değişikliklerini içeren bu kanunla Hükümete, KHK çıkarabilme yetkisi verilmişti. Böylece, 1876 Anayasasında düzenlenen “muvakkat kanun” usulü gibi bir usul, yeniden Anayasal sisteme girdi. Anayasal sisteme giren bu usul, Bakanlar Kuruluna bir kanunla KHK çıkarma yetkisi verebilmeyi öngörmüştü. Yetki kanununun; yetkinin konusunu, amacını, kapsamını ve ilkelerini, süresini belirtmesi gerekecekti. Ve ayrıca, kanunun, bu yetkiyle değiştirilebilecek kanun hükümlerini de belirlemesi gerekecekti.
Zikredilen Anayasal değişiklikleri, temel hakların kamu düzeni ve genel sağlık gibi genel sebeplerle de sınırlandırılabilmelerini öngördü. Ayrıca, -her bir milletvekilince verilebilen- gensoru önergesini en az 10 milletvekilinin verebilmesini şart koştu. Bunlar, diğer bir kısım değişikliklerle birlikte, yürütmeyi daha da güçlendirmiş oldu. Fakat bu değişiklikler, klasik Anayasanın parlemantirizmin gereklerine göre kurulan dengenin kaybolmasına vesile oldu.
Yalnız, Ülke, sorunlara, yeni Anayasal değişikliklerle oluşturulan “güçlendirilmiş yürütme”yle de cevap bulunamadı.[138] Asıl sorunun, yürütmenin yetkisizliği gibi bir sebep olmadığı böylece ortaya çıkmış da oldu. Çünkü bu durum, bu yöndeki mazeretlerin de isabetsiz olduğunu açıkça ortaya koymuştu.
Sorunların çözümünde; Devlet organlarının yetersiz kalmalarına, seçim sisteminin de vesile olmuştu: Çünkü parlamenter sistemde katı bir parti disiplini vardı. Ama Yeni benimsenen D’hont sistemi “temsilde adalet”i esas almıştı. Buna karşılık “yönetimde istikrar”ı da ihmal etmişti.
Böylece TBMM’de tek başına hükümet kurabilecek parti çoğunluğunun oluşması ekseriyetle mümkün olmamıştı. Çünkü, seçim sistemi sebebiyle, birçok partinin yasamada temsil edilebildiği bir Parlamento oluşmuştu.
Tüm bunlar, Türk Anayasal sisteminde, kurulan ama uzun ömürlü olmayan koalisyonlara[139] sebebiyet vermişti. Şahsi müşahedelerimize göre: koalisyon ortakları ise kendi aralarında -parti disiplininin de etkisiyle ve adeta inatla- uzlaşmaz tavırlar sergilemişlerdi.
Bu sebeplerle Ülke, bitmeyen bir hükümet bunalımları ve kanunların çıkarılmasını engelleyecek derecede kutuplaşmalar yaşadı.[140]
5.3.4. Ülkede Artan Anarşi ve Terör Eylemleri ile Diğer Bir Kısım Faktörlerin Anayasal Sisteme Etkisi
Bu dönemde, Devlet organları, gittikçe artan anarşi ve terör eylemlerine karşı etkin hukuki tedbirlerin almamışları. Ve sebep olarak da, ilgili ve yetkili kesimler, hep Anayasa suçlu buldular. Dolayısıyla da tabir caizse, Devlet organları önleyici yetkileri kullanmaktan kaçınmayı böylece kamufle etmiş oldular. Halbuki, bunda sorumluluk, ihtiyaç görülen yetkileri talep eden kanunların -tasarı veya teklif olarak- önermeyenlerdeydi. Veya bu önerileri siyasal uzlaşmazlık gibi sebeplerle kanunlaştırmayan TBMM üyelerindeydi.
Üstüne üstlük; Kıbrıs Barış harekâtında -haklılığımıza rağmen- Ülkemize uygulanan ambargolar, Ülkemizde ekonomik sorunları da fazlalaştırmıştı.
Özellikle belirtmek gerekir ki: 1961 Anayasası, TBMM faaliyetlerini kısıtlayıcı ya da Milletin iradesine müdahele edebilecek emniyet noktaları oluşturmuştu. [141] Bu görüş sahipleri görüşlerini, haklı olarak, Milli Güvenlik Kurulu’nun(=MGK’nın) ve diğer bir kısım düzenlemelere dayandırmışlardı.[142]
1961 Anayasası’nın hükümetin kuruluşunu zor şartlara bağlamıştı. Bu sebeple Ülke, kurulan ama güvenoyu alamayan hükümetlerin düşmesine de tanıklık etti.
Başka sorun, görev süresi dolan Fahri Korutürk’ün yerine, yeni bir Cumhurbaşkanının seçilmesi sürecinde yaşandı. Anayasal hükümler, Cumhurbaşkanının seçilmesindeki usulün zorlaştırmış ve katı tutmuştu. Çünkü Anayasa, TBMM’nin, ilk iki turda 2/3; diğer turlarda salt çoğunluğunu aramıştı. Ve buna, dönemin siyasal kutuplaşmaları[143] ve parlamentodaki uzlaşmazlıklar da eklenmişti. Bu sebeplerle Cumhurbaşkanı, uzun süre seçilememiş oldu. Bu örnek bile, partilerin aralarındaki gerginliği, nihayetinde de siyasetteki uzlaşmazlığın boyutunu göstermekteydi.[144]
Bu anayasal ve siyasal tecrübeler, bir ülkedeki uzlaşıya dair siyasal kültürün ve iletişimin; toplumsal, siyasal ve ekonomik sorunların önüne geçilmesinde ne denli önemli olduğunu gösterdi.
6. Yürütmeyi Güçlendirici Yeni Anayasal Yapılanma: 1982 Anayasasına göre Hükümet Sistemi
6.1. Türk Anayasal ve Siyasal Hayatında Parlamenter Sistem Açısından 1982 Anayasası
1982 Anayasasında da parlamenter sistem benimsenmiştir. Fakat 1982 sonrası Anayasal düzen, yürütmeyi, klâsik parlamenter sistemdeki konumuna nazaran fazlasıyla güçlendirmişti. Ve bu anlamda Cumhurbaşkanı, çok fazla ve geniş yetkilerle donatmıştı. Yeni Anayasal sistem yürütmeyi bir hayli güçlendirdi. Dolayısıyla bu güçlen(dir)me, 1961 Anayasasında 1971 değişiklikleriyle yapılan güçlendirilmeden bile fazla ve etkiliydi.
1982 Anayasası ile oluşan Anayasal sistemde yasama yetkisi TBMM’ye aittir. Ve bu, devredilemez bir yetkidir. Yürütme yetki ve görevi “Anayasa ve kanunlar” çerçevesinde Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu yerine getirir. Yargı yetkisi de bağımsız mahkemelere aittir.
Malum, 1961 Anayasasında yürütme “kanunlara” göre yerine getirilmesine ilişkin “görev”di. Bu durum yeni Anayasal dönemde yerini, “Anayasa ve kanunlara” göre deyimine bırakmıştır. Bundan başka, yeni Anayasal hüküm, yürütmeyi aynı zamanda “yetki” olarak da nitelendirmiştir.
1961 Anayasasında yargı mercilerinin idare yerine geçecek şekilde yerindelik denetimi yapılamayacağı husus yer almamıştı. Fakat bu düzenleme, Anayasaya 1971 değişiklikleri ile ilave edilmişti. Aynı düzenleme, 1982 Anayasasında da yer almıştır. Böylelikle yargının görev ve yetkileri, “yargısal usuller”le yapılan hukuka uygunluk denetimiyle sınırlı tutulmuştur. Dolayısıyla bu gibi düzenlemeler de yürütmeyi bir anlamda güçlendirmiştir.
1982 Anayasası, 1961 Anayasası gibi, parlamenter sistemi benimsemişti. Ancak zamanın şartları ve evvelki birikimler itibarıyla Anayasa, yürütmeyi güçlendirmiştir. Anayasa koyucunun bu güçlendirmeyi önceki Anayasaya tepki olarak[145] da tercih ettiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla, yeni Anayasal düzenlemeler, evvelki döneme yöneltilen, yürütmenin güçlendirilmesi yönündeki eleştirileri[146] dikkate alınmıştır. Bu noktada Anayasa, fikrimce, “rasyonalleştirilmiş parlamenter sistem” kurmuştur.[147]
6.2. Yeni Anayasada 1961 Anayasanın Öngördüğü Türk Anayasal Birikimine Tepki Faktörü
Anayasal düzenlemeler, evvelki dönemde bunalımların, yasamayı öncelemekten ve yürütmeyi ihmal etmekten kaynaklandığı varsayımını esas almıştır. 1982 Anayasası’nda da 1961 Anayasasına tepki niteliğinde düzenlemelerin mevcudiyeti dikkat çekmiştir. Fakat, Anayasanın uygulanmasında Ülke, “bir ‘tepki anayasası’ etiketi altında durgunluğa mahkûm edilmesi sonucunu doğurmamalı”ydı.[148]
1961 Anayasası, Yürütmeyi, 1924 Anayasasının öngördüğü Türk Anayasal birikimine tepkiyle, zayıflatmıştı.[149] Halbuki Türk devlet geleneğinin[150] yanısıra, çağın gerekleri de yürütmenin güçlendirilmesini gerektiriyordu.[151] “AYM Kararı”ndaki[152] ifadeyle: “Kimi devlet görevlerinin yürütülmesinde özellikle ekonomik nitelik taşıyan işlerde esnek düzenlemelere ihtiyaç duyulmakta[ydı].”
Bu tespit önemlidir. Çünkü, -yukarıdaki izahattan da hatırlanacağı üzere:- bazı görüşlere göre, evvelki dönemde Anayasanın toplumsal sorunların kaynağı haline gelmesine sebep, yürütmenin güçsüzlüğü/zayıflığıydı.
6.3. Yeni Türk Anayasal Sisteminde Yürütmeyi Güçlendirilme Şekilleri
Türk Anayasal gelişmesinde, 1982 Anayasası, yürütmeyi sırf “görev” değil; “yetki ve görev” olarak düzenlemiştir. Ve Anayasada “yetki” kelimesine, “görev”den önce yer vermiştir. Bu durum, Anayasal tercihin, yetkiyi göreve nazaran öncelediği şeklinde bir yorum imkânını da hazırladı. Dolayısıyla Anayasa, yürütmeyi sadece “kanunlar”a göre yürütülen bir görev olarak görmemiştir. Aksine, “Anayasa ve kanunlar” çerçevesinde yerine getirilen “yetki” ve “görev” olarak kabul etmiştir.
Anayasa, Yürütmeye olağan hallerde kanuna dayanarak KHK çıkarabilme yetkisi tanıdı. 1961 Anayasasındaki, KHK’larla hangi yasal hükümlerin değiştirileceğinin belirtilmesi gibi hususlar, 1982 Anayasasında yer almadılar. 1982 Anayasası, olağanüstü hallerde, kanuna bile dayanmadan KHK çıkarılabilmesini yürütme yetkilerine dâhil etti. Bu KHK’ları -Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanacak Bakanlar Kurulu çıkarabilecekti. Anayasanın her iki tür KHK çıkarma yetkisini ihdası, yürütmenin yetki olarak düzenlenmesiyle mütenasipti.
Kamu hukukunda “yetkili”lik, görevin gerekleri ile sınırlı bir istisna; ve yetkisizlik ise asıldır/geneldir.[153] Ama Anayasada “yetki”nin öncelenmesinin, kamu hukukunun bu prensibini aşındırabileceği açıktı. Ama Anayasanın yürütmeyi “yetki” olarak da tavsif etmesini, doktrinde, kanun olmadan bir işlem yapabileceği anlamında görümemiştir. Sadece olağanüstü hâl ve sıkıyönetim KHK’ların kanuna dayanmadan çıkarılabilecekleri şeklinde anlaşılmıştır.
Fakat yeni Anayasal sistem Yürütmeyi, “‘Anayasa’nın yerine getirilmesi” için kullanılabilecek bir “yetki” olarak da görmüştü. Ve bu durum, Yürütmenin kanun olmadan da “ilk-el yetki” kullanabileceği yorumuna elverişlidir.
Oysa Anayasa Yürütmeyi, Yasama ve Yargı karşısında güçlendirmişti. Ama temel hak ve hürriyetleri, güvenceye almakta yetersiz kalmıştı. Örneğin, temel hakkın düzenlendiği her bir maddede bile, bunun sınırlanması içeriği daha ağır basıyordu. Dolayısıyla yeni Anayasal düzende “hürriyet-otorite dengesi”, otorite lehine bozulmuş oldu.[154] Diğer taraftan Anayasa, Yürütmeye, sosyal ve iktisadi hakları KHK’larla düzenleyebilme imkânı da vermişti. Fakat düzenlemenin sınırlamaya varmayacağını hiç kimse garanti edemezdi. 6771 sayılı kanunla değişik yeni Anayasal düzen, yürütmeye verilen bu yetkiyi -bir anlamda- muhafaza etti. Dolayısıyla yürütme, temel hakları sınırlandırmada Anayasal genişleme sebebiyle de güçlendi.
Anayasa, 1961 Anayasası’nın öngördüğü 2 Meclisli Yasama usulünü kaldırmıştır. Ve yerine TBMM adıyla tek Meclisli Yasamayı ihdas etmiştir. Bu durum da Cumhurbaşkanını güçlendirmiştir.[155] Ama tek meclisli yasama usulü, kanunların daha hızlı çıkmasını da sağlamıştır.
Kanun çıkarılmasını kolaylaştırmak ve benzeri diğer bir kısım düzenlemelerde Anayasada yer almıştır. Anlaşılan, Cumhurbaşkanı ve TBMM Başkanının seçimlerindeki zorlukların giderilmesi, bunalımları önlemeyi amaçlamıştı. Buna göre; TBMM başkanının en fazla 4. turda mutlaka seçilmesini sağlayıcı önlemler alınmıştır. Örneğin Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi usulüne geçilmeden evvel Anayasa, TBMM’nin 4. turda, kalan iki adaydan birisinin salt çoğunlukla seçemediğinde seçimlerin yenilenmesini öngörmüştü. Vakıa, görevlerinin sona ermesini istemeyen milletvekilleri, nihayetinde Cumhurbaşkanı adaylarından birisine mutlaka oy vereceklerdi. Ve böylece, bu konu da bunalım olmaktan çıkmıştı.
6.4. Anayasal Sistemde Yargıya İlişkin Düzenlemeler
Anayasal hükümlerle, idari yargılama usulünde “yürütmenin durdurulması” için aranan şartlar düzenlendi. Ama bu düzenlemeler, usulü, 1961 Anayasası dönemindeki uygulamalara göre zorlaştırdı. Şöyle ki: 1961 Anayasasında bu müessese(=kurum) ve bunu gerektirecek şartlar yer almamıştı. Hatta, bu Anayasal dönemde, örneğin 1964’de çıkarılan 521 sayılı Danıştay Kanunu (madde. 94) bile, “yürütmenin durdurulması” için, hiçbir şart öngörmemişti. Vakıa, yargı mercilerinin verdikleri “yürütmenin durdurulması kararları”nda gereken titizliği göstermeyişleri, idareyi güç durumlara sokmuştu.[156]
1982 Anayasası ise yürütmenin durdurulması kararının verilebilmesini, -Anayasal hüküm olarak düzenlemişti. Ve Anayasa, işlemin bu kararın verilmesini iki şartın birlikte oluşmasına bağlamıştır: Bu şartlar. işlemin 1-) “kanuna açıkça aykırı bulunması” ve 2-)“uygulanmasının telâfisi güç zararlara sebebiyet verebilecek olması”dır.
1961 Anayasal döneminde, AYM’nin kanunları, yasamanın takdir sahasına müdahale içeriğinde/şeklinde denetimi de dikkat çekmişti.[157] Dolayısıyla : “yasama ve yürütme üzerinde Anayasa Mahkemesi ve Danıştay yoluyla kurulmuş denetim mekanizması[,] iktidarı iş göremez hale getirmişti.”[158] Vakıa, “yargı organları fonksiyonlarını yerine getirirken tarafsız olamamışlar, yürütme organının yerine geçerek karar vermişlerdi.”[159] “Bu durum pratikte bir ‘hâkimler hükümeti’ne yol açmıştı.”[160]
İşte 1982 Anayasasını koyan (Kurucu) İrade, düzenlemelerinde, yaşanan evvelki sorunlarda edindiği tecrübeyle çözüm bulmayı amaçlamıştı. Ve bu bağlamda: 1961 Anayasası döneminde yargının yürütmeye karşı “hakimler hükümeti”ni[161] andırmaya elverişli üstünlüğünün önüne geçmek istemiştir. 1982 Anayasası, bu gerekçe kapsamında, yargı erkini, 1961 Anayasasına nazaran- bazı noktalarda da zayıflatmıştır. Örneğin, yargıya müracaat usulleri ve konuları gibi bir kısım yönlerden daraltma yürütme ve yasamayı güçlendirmiştir.
Velhasıl 1961 Anayasası, hakimlerin “Anayasaya, kanuna, hukuka ve vicdanlarına uyarak” karar vereceklerini belirtmişti. Dolayısıyla Anayasa; hakimlerin vicdanlarını, -teorik anlamda da olsa- Anayasa, kanun ve hukuk ile eşit seviyeye getirmişti. Oysa 1982 Anayasal hükümleri, hakimlerin “Anayasa, kanun ve hukuka uygun olarak vicdanlarıyla” karar vermelerini öngörmüştür. Bu sebeple, anılan “vicdani kanaat”, Anayasa, kanun ve hukuka uygun olmak kaydı ile tecelli etmelidir. Ve bu durum da eskiye nazaran daha isabetlidir.
6.5. Türk Anayasal Sisteminde “Yürütme” İçinde Cumhurbaşkanının Güçlendirilmesi
1982 Anayasasında yürütmenin güçlendirilmesi, öncelikle, Cumhurbaşkanın güçlendirilmesi şeklinde somutlaşmıştır. Yani “1982 Anayasası Cumhurbaşkanını, bu sorumsuz statüsüyle bağdaşmayacak derecede güçlendirmiştir.”[162] Bu nedenle 1982 Anayasasının getirdiği hükümet sistemini, bu özelliği bakımından, “aktif-sorumsuz başkanlı parlamenter sistem” şeklinde adlandırmıştım.[163]
Anayasa, -6771 sayılı Kanunla yapılan- değişikliklerden evvelki hali itibarıyla Cumhurbaşkanının, seçildiğinde partisiyle ilişiğinin kesileceğini belirtmişti. Ve yemin metninde tarafsızlığına ilişkin taahhüdü ne de yer vermişti.
Gerçi 1982 Anayasası, kurduğu parlamenter sistemde güçlendirmeyi, Cumhurbaşkanının tarafsızlığı ve bağımsızlığı özelliğine/sebebine bağlamıştı. Çünkü, parlamenter sistem, Cumhurbaşkanının devleti temsil eden konumu itibarıyla sorumsuzluğunu kabul etmiştir. Fakat 1982 Anayasasının Cumhurbaşkanının yetkilerini, klâsik parlamenter sistem ilkeleriyle bağdaşmayacak şekilde artırmıştı. Bu hal, yürütmenin yasamaya karşı- siyasal -açıdan- sorumsuzluğu ile ters düşmektedir.
Hal böyleyken, 6771 sayılı Kanunla değişik yeni Anayasal düzen; Cumhurbaşkanını evvelki güçlü konuma ek olarak daha güçlendimişti. Ve bu değişiklikler “tek yapılı yürütme”[164] modelini öngörmüştür. Dahası Cumhurbaşkanına bu değişikliklerle, Anayasaya dayanan güçlendirici ve özerk yetkiler verilmiştir. Ve yürütmenin “yetki” ve “görev” olduğuna ilişkin Anayasal hükümler, gerçek anlamını, bu değişikliklerle birlikte bulmuştur.[165] Zira Cumhurbaşkanı, yeni Anayasal yetkileri itibarıyla, örneğin yürütmeyle ilgili konularda “Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri” çıkarabilecektir. Uygulamada istikrar kazanan yargı içtihatlarına göre: Temel hakları sınırlayan ve kanunun önceden veya sonradan düzenlediği konularla bir şekilde çatışan kararnameler hükümsüz kalacaklardır.
6.6. Türk Anayasal Sisteminde Cumhurbaşkanını Yargı Erkine Karşı Güçlendirici Yetkiler
6.6.1. Anayasa Mahkemesi’ne (=AYM’ye) Üye Seçimine İlişkin Anayasal Hükümler
Anayasa, AYM üyelerini atama ve seçme görev ve yetkisini Cumhurbaşkanına vermişti. Dolayısıyla: Cumhurbaşkanı AYM’ye doğrudan ve/veya yüksek yargı organlarınca kendi üyeleri arasından teklif edilenlerden üye atamakla/seçmekle yetkiliydi. (Burada hatırlatmak gerekir ki: 1961 Anayasal sisteminde AYM’ye, TBMM (MM ve CS’nin) ve yüksek mahkemeler, Anayasa’da belirtilen sayıda (doğrudan) üye seçebilmekteydiler. Ve ayrıca Cumhurbaşkanın ise sadece 2 üye atayabilmekteydi.) Şöyle ki:
5982 sayılı Kanunla değiştirilmeden evvelki Anayasal hükme göre: “Cumhurbaşkanı, iki asıl ve iki yedek üyeyi Yargıtay, iki asıl ve bir yedek üyeyi Danıştay, birer asıl üyeyi Askerî Yargıtay, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi ve Sayıştay genel kurullarınca kendi Başkan ve üyeleri arasından[,] üye tamsayılarının salt çoğunluğu ile her boş yer için gösterecekleri üçer aday içinden; bir asıl üyeyi ise Yükseköğretim Kurulunun kendi üyesi olmayan Yükseköğretim kurumları öğretim üyeleri içinden göstereceği üç aday arasından; üç asıl ve bir yedek üyeyi üst kademe yöneticileri ile avukatlar arasından seçer.”
Görüldüğü üzere, 1982 Anayasasıyla Cumhurbaşkanına verilen bu yetki, 1961 Anayasasına nazaran fazlasıyla genişletilmişti. Bu durumun, Yürütmenin Anayasa yargısına etki edebileceği endişelerini doğurabileceği tabii idi. Daha sonrası Anayasal düzenlemeler, bu durumu değiştirmemiş; hatta bir anlamda artırmıştır:
AYM’nin üye sayısı, 5982 sayılı kanun 17’ye çıkarmıştı. 6771 sayılı kanunla yapılan Anayasa değişikliği ise, AYM’ye üye -seçme/atama- dağılımında bir değişiklik yapmamıştır. Ama Askeri Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemelerinin kaldırılması dolayısıyla, AYM üye sayısı, 15’e inmiştir.
Diğer taraftan, 5982 sayılı Kanunla değişik Anayasal sistem Cumhurbaşkanının AYM’ye doğrudan üye atama sayısını artırmıştır. Ve bu doğrultuda AYM’ye Cumhurbaşkanının doğrudan seçeceği asıl üye sayısını 3’ten 4’e çıkarmıştır. Cumhurbaşkanının Danıştay’dan 2, Yargıtay’dan 3; Yüksek Öğretim Kurulu(=YÖK) tarafından önerilecek adaylardan seçme yetkisini, Anayasa korumuştur. Ki bu merciler, Anayasal kontenjanlarına göre, her bir üyelik için 3’er aday teklif edebileceklerdi. Bundan başka, bu üyeleri Yüksek mahkemeler kendi üyeleri; YÖK ise öğretim üyeleri arasından önereceklerdi. Ve ayrıca: YÖK’ün önereceği üyeler, yüksek öğretim kurumlarının hukuk ve kamu yönetimi gibi alanlardan olacaklardı. Nihayetinde 6771 sayılı kanunla değişik Anayasal hükümler, Askeri Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi kaldırılmıştır. Bu sebeple AYM’nin üye sayısı da doğal olarak 15’e düşmüştü. Dolayısıyla, Cumhurbaşkanının AYM’ye doğrudan üye seçme yetkisi de, evvelki duruma nazaran, “oransal olarak” da artmıştır.
Bu arada, 6771 sayılı Kanunla yapılan Anayasa değişiklikler AYM’ye üye seçim yetkilerinde farklılıklar da ihdas etmiştir: Şöyle ki: bu değişiklikler, TBMM’ye de de AYM’ye üye seçme yetkisi vermiştir. Bu bağlamda TBMM, Sayıştaydan 2; Türkiye Barolar Birliğince(TBB’ce) önerileceklerden de 1 üye seçecektir.[166] Her bir üyelik için, Sayıştay kendi üyeleri; TBB’nin avukatlar arasından 3 aday teklif edebilecektir.
6.6.2. Anayasal Hükümler Doğrultusunda Hakimler ve Savcılar Kurulu’na (=HSK’ya) ve Danıştay’a Üye Atama
Anayasanın yargıya karşı yürütmeyi güçlendiren Anayasal hükümler, Yargının Yürütmeyi denetlemesinde etkisiz kalabileceği[167] gerekçesiyle eleştiriye açıktırlar:
Anayasa değişiklikleriyle Cumhurbaşkanı, Hakimler ve Savcılar Kuruluna(=HSK’ya) da doğrudan üye atama yetkisini kazanmıştır. Bu yetki üye tam sayısına oranla etkili düzeyde sayılabilecek bir yetkidir. 1982 Anayasasındaki ilk Anayasal hükme göre: “Kurulun Başkanı, Adalet Bakanıdır. Adalet Bakanlığı Müsteşarı Kurulun tabiî üyesidir. Kurulun üç asıl ve üç yedek üyesi Yargıtay Genel Kurulunun, iki asıl ve iki yedek üyesi Danıştay Genel Kurulunun kendi üyeleri arasından, her üyelik için gösterecekleri üçer aday içinden Cumhurbaşkanınca, dört yıl için seçilir.”
2010’da 5982 sayılı Kanunla yapılan Anayasal değişiklikler, HSK’nın 22 üyeden oluşmasını öngörmüştü. Ve bunlardan, 4’ünü seçme/atama yetkisini Cumhurbaşkanına vermişti. 6771 sayılı Kanunla yapılan Anayasal değişiklikler ise, HSK’nın üye sayısını 13’e indirmiştir. Ama Cumhurbaşkanının üye seçme sayını, değiştirmemiştir. Bu durum, Cumhurbaşkanının HSK’ya üye seçme yetkisinin, eskiye nazaran oransal olarak da arttığını göstermektedir.
Yürütmenin HSK’ya üye atamaya ilişkin güçlü yetkileri Yargıtay ve Danıştay’a üyelerin belirlenmesine de etki edebilecektir.[168] Çünkü Yargıtay üyeleri ve Danıştay üyelerinin ¾’ü HSK’ca seçilmektedir.
Diğer taraftan belirtmek gerekir ki: Cumhurbaşkanı, Danıştay üyelerinin ¼’ünü doğrudan atama yetkisine de sahiptir. Ve bu, Cumhurbaşkanının, “yürütmenin eylem ve işlemlerini ‘denetleyen’ temyiz mercii”ne karşı, ayrıca güçlendirildiğini göstermektedir.
HSK, Evvelki Anayasal sistemde Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu(=HSYK) idi. HSYK’dan “Yüksek” kelimesini Anayasa değişikliğinin kaldırması, yürütmenin yargıya karşı moral anlamda güçlendirici niteliktedir.
Bunun gibi, Adalet Bakanı ve Müşteşarı Kurul’un doğal üyesidirler. Daha başka, Kurul’un Başkanlığı’nı Adalet Bakanı’nın yürütmesi, Yürütmenin Kurul’daki etkisini ayrıca artırmış olmaktadır. Bu Kurul’a yüksek yargı mensuplarından “hatırı sayılır sayı”da üye seçme yetkisi TBMM’ye verilmiştir.[169] Dolayısıyla bu hal HSK’nın siyasallaşması endişesini tevlit edebilecek potansiyel taşımaktadır.
6.7. Anayasal Hükümler Açısından Cumhurbaşkanının Halk Tarafından Seçimi ve Partisiyle İlişiğinin Kesilmesini kaldıran Anayasal Hükmün Yürütmeyi Güçlendirici Etkisi
5982 sayılı kanunla yapılan Anayasa değişikliğiyle oluşan Anayasal sistem Cumhurbaşkanını halkın seçmesini öngörmüştü. Anayasa, Cumhurbaşkanının seçildiğinde partisiyle ilişiğini kesmesini istemişti. Ama 6771 sayılı Kanunla yapılan Anayasal değişiklik, Cumhurbaşkanının, seçildiğinde partisiyle ilişkinin kesmesi şartını kaldırmıştır.
1982 Anayasası, yukarıda bahsedilen geniş yetkileri Cumhurbaşkanına vermişti. Ama Cumhurbaşkanının yemininde belirtilen şekilde “tarafsız” kalmasını sağlayarak denge de kurmak istemişti. Anayasa, Cumhurbaşkanının, seçildiğinde partisiyle ilişiğini kesmesi şartını, bu tarafsızlığı sağlayacak faktörlerden birisi olarak görmüştü. Hatta Anayasa, ilk halinde, Cumhurbaşkanının -parlamenter sistemin mantığına uygun olarak- TBMM tarafından seçilmesi usulü benimsemişti. Bu durum, Cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçimiyle oluşabilecek “çifte meşruiyet” dayalı yetki çatışmaları zeminini kaldırmıştı.
“Partili cumhurbaşkanlığı”nın getirisi ve götürüsünden bahse devam etmek gerekirse: Tecrübeler itibarıyla, Cumhurbaşkanının, seçilince partisiyle ilişkilerini kesmesinin, fiiliyatta bazı zamanlarda tarafsızlığı sağlamaya yetmediği müşahede edilmişti. Örneğin, siyasal parti liderleri, Cumhurbaşkanı seçilince partileriyle ilişiklerini resmen kesmişlerdir. Ama partilerine genel başkan seçilmesini sağladıkları kişiler vasıtasıyla etki etmeye çalışmışlardı.[170] Türk Anayasal birikiminde de 1961 Anayasasına kadar partili cumhurbaşkanlığının devam ettiği de malûmdur.
Bu sebepler,“Partili Cumhurbaşkanlığı” modeli, Batı demokrasilerinde ve küresel anlamda söz konusu edilebilir. Dolayısıyla “tarafsızlık”ın, kişiler için, bir adalet anlayışı kapsamında, ahlâki, kişilikle ilgili bir konu olduğu söylenebilir.[171]
6771 sayılı Kanun partili cumhurbaşkanlığı yolunu açmıştır. Dolayısıyla Cumhurbaşkanının partisi aracılığıyla yasamaya etki edebilmesi ihtimalini daha da artmıştır. Şöyle ki: partili bir Cumhurbaşkanı, kendi Partisinin milletvekili adaylarının gösterilmesinde etkili olabilecektir. Bu ise, TBMM’ye seçilen üyeler üzerinde Cumhurbaşkanının milletvekillerini yönlendirici etkisini artırabilecektir. Dolayısıyla da Yasamanın işlevlerinde ve denetimlerindeki etkinlik, Yürütmenin -olabilecek- yönlendirmeleri derecesinde azalabilecektir.[172]
Keza, partili Cumhurbaşkanı, örneğin TBMM’nin AYM ve HSK üyelerinin seçimlerinde de etkili olabilecektir. Dahası, Cumhurbaşkanının, TBMM’ye kendi partisinin veya kendisini seçenlerin TBMM’deki üyeleri aracılığıyla etki edebilmesi de muhtemeldir.
Nihayetinde denilebilir ki: 1982 Anayasasının 6771 sayılı Kanunla değiştirilmesinden evvelki Anayasal dönemde, partili olmayan Cumhurbaşkanına bile, siyasal sorumsuzluğuyla bağdaşmayacak -hatta diğer organların yetkilerini gölgede bırakacak kadar[173] geniş- yetkiler verilmesi eleştirilirken;[174] yeni Anayasal perspektifte, -siyasal sorumsuzluğu devam eden- ve partili olabilme yolu da açılan bir Cumhurbaşkanına geniş yetkiler vermek, fazlasıyla eleştiri konusu olabilecektir.
7. Sonuç Yerine: Türk Anayasal Gelişmeleri Bakımından Genel Değerlendirme
7.1. Türk Anayasal Gelişmelerinde I. ve II. Meşrutiyet Dönemi Anayasal ve Siyasal Yapılanması
Ülkemizde, 1876 Anayasası, “Anayasal Devlet”i[175] kurmamıştır. Bunun yerine adeta, padişahın Osmanlı’nın klâsik dönemindeki iktidarını ve yetkilerini tescil vesikası olmuştur. Dolayısıyla bu Anayasa, “Anayasal devlet”in değil; “Anayasalı Devlet”in kuruluş belgesiydi. Yalnız, Anayasal düzende, “Yasama Meclisi”nden çıkmayan hiçbir düzenlemeyi padişahın kanun olarak yayımlayamayacaktı. Dolayısıyla böyle bir sınırlama, hukuk devletine gidişte önemli bir olguydu.
Vakıa 1909 Anayasa değişiklikleriyle, “Anayasal Devlet”e dönüldü. Ülkemiz, bu Anayasal değişiklikler neticesinde ortaya çıkan parlamenter sistemle ilk kez tanıştı.
Şöyle ki; 1909 Anayasa değişiklerinde “Vekiller Heyeti”nin padişaha karşı sorumlulukları kalktı. Ve Meclisi Umumi’ye (daha doğrusu Meclisi Meb’usan’a) karşı sorumlu tutuldu. Bu sebeplerle siyasal partilerin önemi arttı. Velhasıl, zaman içinde ortaya, iktidarı bırakmak istemeyen bir “İttihat ve Terakki Hükümranlığı” çıktı.[176]
Dolayısıyla bir Ülkede ideal idarenin kalıcılığının; halkın yönetime katılma bilinciyle donanmış siyasal kültürüne ve sorumluluğuna bağlı olduğu gerçeği, böylelikle görülmüş oldu.
7.2. Millî Mücadele Döneminde ve 1924 Anayasasında Hükümet Sistemi ve İşleyişi
Millî Mücadele döneminin olağanüstü durumu ve “İstiklâl Savaşı”nın “Millet olarak” verilmesi söz konusuydu. Bu durum, “BMM Hükümeti” ve 1921 Anayasası dönemlerinde, Anayasal perspektifte kuvvetler birliği sistemini ortaya çıkardı. BMM, 1921’de yapılan bir düzenlemeyle TBMM’ye dönüştü.
Kuvvetler birliği sistemlerinde de asıl güçlenenin yürütme olacağı, bu dönemdeki uygulamalarla tecrübe ve müşahede edildi.
Anayasal hükümet sistemi, 1924 Anayasasıyla parlamenter sistem yönüne evrildi: 1921 ve öncesindeki kuvvetler birliğine uygun Anayasal hayat, yerini “TBMM’nin üstünlüğü”ne bıraktı. Anayasa, yasama ve yürütmeyi ayrı “güç” değil; ama “ayrı görevler” olarak, TBMM’de temerküz ettirdi(≈toplandı).
Bu Anayasal hükümler “Milli İrade”ye verilen önemi ortaya çıkarmıştır. Şöyle ki: Türk Anayasal ve siyasal hayatında Milli iradeye vurguyu, “Amasya Genelgesi”nde yapmıştı. Buna göre: “Milletin mukadderatını Milletin azim ve kararının kurtaracaktır.” Bu şiar ve dönemin Anayasal bakışı Milli iradeyi üstün tuttu: Ve Türk Devlet hayatını ilgilendiren kararların Millet adına Yasama Organınca alınmasını önplâna çıkardı:
Dolayısıyla Millî Mücadele döneminde yürütmenin kullandığı tüm yetkiler ve yaptığı düzenlemeler, kanuna dayan(dırıl)mıştır. 1924 Anayasası, Yürütmenin kanun olmadan ilk-el işlem yapmasına ilişkin bir istisna koymamıştı. Hatta, TBMM, örneğin -05.08.1921’de- Mustafa Kemal’e Başkomutan olarak olağanüstü ve geniş yetkileri bile kanunla vermişti. Dahası, verdiği bu yetkileri de yine 3 aylığına olmak üzere kanunla uzatmıştır.
Bunlardan hareketle müşahede ettiğim kadarıyla: Yürütmeye ilk-el düzenleme yetkisi verilmesi, -1982 Anayasasında yer alan- “Atatürk Milliyetçiliğine bağlı devlet” ilkesiyle çelişebilecektir.
7.3. 1961 Anayasasında Öngörülen Parlamenter Sistem ve Türk Siyasal Hayatı
1961 Anayasası, 1924 Anayasasının “çoğunlukçu hegemonya”sına sebep olan yapısına da bir tepkiydi. Ve bu Anayasa, klâsik (≈saf) bir parlamenter sistem kurmuştu. Fakat Yürütme ve pek çok çevre, bu Anayasayı, daha ilk yıllarından itibaren yürütmeyi zayıflatmış olduğu görüşleri ile eleştirmişti. Anayasa, -MM ve CS adlı 2 meclisten oluşturduğu- TBMM’de, kanunların çıkarılması bir hayli zorlaştırmıştı. Ayrıca, anarşi ve terörle mücadelede gösterilen yetersizlikler, diğer eleştiri noktalarını oluşturdu. Dolayısıyla bu yetersizlikleri gidermek için, Anayasa koyucu, Anayasada Yürütmeyi güçlendirici değişiklikler yapmıştı.
Fakat bu dönem, sık sık kurulan ve düşürülen koalisyon hükümetlerine tanık oldu. Çünkü TBMM’de üyelerin parti farklılıklarından kaynaklanan “çok parçalı” durum vardı. Bu da hükümet kurmayı zorlaştırmaktaydı. Dolayısıyla bu bunalımlar, Ülkemizdeki bunalımları ortaya çıkaran ve artıran sebepler arasında yer aldı.
Kıbrıs Barış Harekâtında Ülkemize uygulanan ambargolar da ekonomik bunalımda ve halkın hoşnutsuzluğunda etkili oldu.
Bu tecrübeler gösterdi ki:
1-) Türk siyasal kültür yapısı uzlaşıya uzaktırlar. Bu sebeple Ülkemiz için, Anayasalar, ayrıntılı(=kazuistik) şekilde yapılmış olmalıdırlar. Zira, uzlaşma usulleri ve zorlayan hükümler kazuistik anayasa formülünü gerektirmektedir.
2-) Anayasalar ideal düzenlemeler olarak mutlaka toplumsal uzlaşıyla yaşatılabileceklerdir. Anayasaların toplumsal sorunları uzlaşıyla çözmeye uyarlı olmaları yetmez. Zira iyiniyete uygun yorumlanmayan bir anayasa toplumsal sorunları çözmekte yetersiz kalabilecektir.
3-) Uzlaşmanın siyasal kültür olarak yerleşmediği toplumlarda Anayasaların bizatihi kendilerinin bunalımların kaynağı haline gelebileceklerdir. Halbuki demokrasi ve insan hakları; Anayasal, yasal ve siyasal düzenlemelerle oluşturulabilirler. Ama bunlara ek olarak, toplumsal ve bireysel anlayış ve tutumlarla güvence altına alınabilirler.[177]
7.4. Türk Anayasal Gelişmelerinde 1982 Anayasası ve Değişiklikleri
1982 Anayasası ise 1961 Anayasasına tepkiyle ve günün şartlarını da nazara alarak, yürütmeyi güçlendirmişti. Bu, bilhassa, hiçbir siyasal partiyle ilişiği olmayan, bağımsız ve tarafsız Cumhurbaşkanını güçlendirme şeklinde olmuştu. Anayasa, Cumhurbaşkanının yetkilerini, yüksek yargı organlarına üye seçiminde de güçlendirmişti. Ayrıca, Cumhurbaşkanının kanunları veto edip etmemek için inceleme süresini, -10 günden- 15 güne çıkarmıştı. Bu gibi hususlarda da Cumhurbaşkanının yetkilerini aslında artırmıştı.
1982 Anayasası, 1961 Anayasası döneminde TBMM Başkanının veya Cumhurbaşkanının seçilememesinin önüne geçen mutlak çözümler de koymuştu. Ve Anayasa, TBMM’yi tek meclis olarak düzenleyerek kanunların daha çabuk çıkmasını istemiş olmaktaydı.
Fakat 1982 Anayasası, yürütmeyi Anayasal perspektifte güçlendirmişti. Ama hürriyetleri, otoriteyi öne çıkaracak derecede zayıflatmıştı. Bu tür sakıncaları TBMM zaman içindeki değişikliklerle gidermeye çalışmıştır. Bu arada, bir kısım vesayet odaklarının Milli iradeye müdahale etmesi söz konusu oldu. Bu gibi müdahaleler, başta din ve vicdan hürriyetine ilişkin güvenceleri zayıflattı. Nitekim bu süreçte, toplum, başörtüsü gibi sorunlar yaşamaya başladı.
Halbuki vesayetçi tutumların ve/veya Milli İradeyi -işlevsizleştirecek ya da- hiçe sayacak diğer müdahalelerin hiçbirisi demokrasiyle de bağdaşmazdı. Ve dahası, bu tür tutumlar, Milletin iradesini ve bu İradeyi esas alan Milli Egemenlik ilkesini ihlâl ettiği için, hiçbir şekilde kabul de edilemezdi.
Anayasal sistemde en önemli ve daha sonra hükümet sisteminde değişikliğe sebep olacağını düşündüğümüz ivme mahiyetindeki değişiklikti. Ki bu değişiklik 2007’de Cumhurbaşkanının halk tarafından seçimi öngören Anayasal usulünü öngörüyordu:
AYM, 2007/54 sayılı kararıyla, Abdullah Gül’ün 11. Cumhurbaşkanı olarak seçildiğini tespit eden Parlamento Kararını iptal etti. AYM’nin haklı ve yeterli bir gerekçeye dayanmayan;[178] Anayasa’nın ilgili hükmünü süregelen uygulamalara ve geleneğe aykırı şekilde yorumlayan bu kararı, fikrimce Anayasa da aykırı nitelikteydi:
Daha somut bir ifadeyle bu karar: Cumhurbaşkanının TBMM tarafından seçilmesine ilişkin olarak 1961 hatta 1924 Anayasal dönemlerinden beri süregelen uygulama ve geleneklere; dolayısıyla da Anayasaya- aykırı nitelik taşımaktaydı. Birçok kimse, bu kararı, AYM’nin “Meclis kararları”nı denetleyemeyeceği; ve ayrıca, “Anayasa ayrı bir toplantı yeter sayısı öngörseydi, bunu açıkça yazması gerekirdi” gibi noktalarda eleştirdi.[179] Anayasal hükümlerin anlamlarının, olağandan farklı ve zorlama bir yorumla amacına aykırı şekilde genişletilemeyecekleri de açıktı. Bu kararla ilgili olarak, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine ilişkin -olan ve 5982 sayılı Kanunla yapılan- Anayasa değişikliği gerçekleşti.
7.5. “6771 Sayılı Kanun”la Yapılan Değişikliklerin Anayasal Sonuçları
Cumhurbaşkanın parlamento tarafından seçimi parlamenter sistemin önemli unsurlarından birisiydi. 2007’deki Kanunla değişik Anayasal Hükümlere göre, Cumhurbaşkanının -Yasama üyeleri gibi- halk tarafından seçimi, bundan kaynaklanacak “çifte meşruiyet” anlayışı/iddialarına vesile olabilecekti. Bu durum ise, daha evvel karşılaşılan “Cumhurbaşkanı-Hükümet anlaşmazlıklarını/çatışmalarını” yeniden gündeme getirebilecekti. Çünkü bu model, Cumhurbaşkanından beklenecek olan “tarafsızlık ve partiler üstü konumu”ndan uzaklaşması sonucunu doğurmaya elverişliydi.[180]
Şöyle ki: Cumhurbaşkanı adayları da fiiliyatta, halkın karşısına, siyasal partiler gibi, kendi vaadleriyle çıkıp oy isteyeceklerdi. Bu vaadlerle TBMM’den güven almış hükümet programının çatışması hallerinde ise, TBMM’nin hükümet üzerindeki denetimi, etkisizleşebilecekti. Bu açıdan, parlamenter sistemin gereği olarak, Cumhurbaşkanı tarafsız olmalıydı. Çünkü Cumhurbaşkanı, TBMM’ye karşı siyasal olarak sorumlu değildi. Halk tarafından seçilen bir Cumhurbaşkanının ise; hem bir partiye mensup olması hem de seçilmesi için belli görüşlere ve uygulamalara taraf olması gerekecekti. Dolayısıyla, yeni durum, ortaya Cumhurbaşkanının tarafsızlığıyla çelişebilecek nitelik içermekteydi.
İşte bu sorunların da önüne geçilmesi bakımından, 6771 sayılı Kanunla, “Cumhurbaşkanlığı Sistemi”ne geçildi. Böylece, yeni Anayasal hükümlerle öngörülen “Cumhurbaşkanlığı Sistemi” “Başbakanlık” ve “Bakanlar Kurulu” kaldırdı; yürütme “yetki ve görevi” de tek başına Cumhurbaşkanına verdi. Bu arada, Anayasa Cumhurbaşkanının halk tarafından seçimi usulünü koruyunca, -işin doğası itibarıyla- partili olabilmesinin yolunu da açtı.
Anılan Anayasal değişikliler, Cumhurbaşkanına -değişiklikten evvelki yetkilerine ek olarak;- yürütme ile ilgili konularda “ilk-el kararnameler” çıkarma yetkisi verdi.
Bu değişiklikler sürecinde ve sonrasında, bu değişikliklere karşı yapılan şu yöndeki eleştiriler dikkat çekti: Cumhurbaşkanının, bir partiye mensup olabilmesi ve TBMM’de de etkili olabilmesine elverişli yeni güçlü konumu, tarafsızlığını ihlâl edici muhtemel endişe noktaları olarak görüldü. Diğer eleştirilere göre, Cumhurbaşkanının, yürütme ile ilgili konularda “ilk-el kararname” çıkarabilmesi, yasamanın yürütme karşısındaki etkisini ve gücünü bu sisteme geçilmeden evvelki duruma kıyasla zayıflatmıştı.
Zamanımızda yürütmenin güçlenmesi, parlamentoya daha fazla etki edebilmesine vesile olmaktadır. Fakat bu, parlamentoların, “ilk-el düzenleme tekeli”ni ve denetim yetkileri ile bunların devredilmezliğini kaldırmak veya kısıtlamak anlamına gelmez; gelmemelidir. Çünkü demokrasinin anlamlı içeriği, parlamentoların ilk-el düzenleme ve yürütmenin üzerinde bir kısım denetim yetkilerini ellerinde tutmalarını gerektirir.[181]
Son Anayasal Değişikliklerle verilen “güçleştirici veto” yetkisi de, Cumhurbaşkanının Yasama fonksiyonuna fiilen dahil olması gibi bir sonuç doğurucu mahiyettedir.[182]
6771 sayılı Kanun’la yapılan (son) Anayasa değişikliğinde, Anayasal denetim usullerinden “gensoru” müessesesi(=kurumu) de kaldırıldı. Parlamenter sistemin etkili denetim aracı olan “gensoru”nun, bu sistemin terkedilmesiyle birlikte kaldırılması tabii görülebilirdi.[183] Ancak milli egemenliğe dayanan demokrasilerde, tüm güçlerin, Milletin temsilcilerine karşı etkili hesap verebilirliği işlevselleştiren sorumlulukları da olmalıydı.[184] “Gensoru”nun kaldırılmasıyla Yasamanın Yürütmeyi denetleme yolları ve yetkileri sayı olarak azaldı; ve Yürütmeyi denetleme yetkilerinin etki düzeyinde aşınmalar meydan getirdi.[185]
Yeni sistemde “Devleti temsil eden” Cumhurbaşkanının siyasal sorumluluğunu kabul etmek mümkün olamazdı. Kendisini böyle bir denetime tabi tutmak, sistemin mantığına aykırıydı. Bu sebeple bunu kabul etmek mümkün değildi. Ancak, Yasamanın Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar üzerinde -gensoru ve sözlü soru dahil- evvelki denetim usullerinin tümü öngörülseydi, yeni sistemde Yasama ve Yürütme ilişkilerinde makul bir dengenin kurulması mümkün olabilirdi.
Nihayetinde; son değişik Anayasal hükümlerle ihdas olunan Cumhurbaşkanlığı sisteminin, fren ve denge mekanizmalarını Yürütme lehine değiştirerek Yürütmeyi Yasama ve Yargıya karşı, olduğundan fazla güçlendirdmesi, eleştiri noktalarını oluşturdu.[186]
7.6. Türk Devlet Hayatı ve Anayasal Gelişmelerinde Güçlü Yürütmenin Yeri
7.6.1. Tarihi Anayasal Birikimi Bakımından Durum
Türklerde Devlet Anlayışı ve Anayasal birikim, güçlü yürütme geleneğini benimsemiştir.[187] Daha evvelki bir yazımda[188] da dile getirdiğim bir kısım bilgileri hatırlamak gerekirse: Türk Devlet Geleneğinde sadrazam (=veziriazam) padişaha bağlı ve ona karşı sorumlu kalmıştır. “Padişahın, dünyevi yetkilerinin idaresinde sadrazamları, dini yetkilerinin idaresinde ise önceleri kazaskerleri, daha sonra şeyhülislamları vekil tayin ettiği söylenebilir.”[189] Dolayısıyla sadrazam, padişahın geniş yetkili mutlak vekili olarak[190] “mührü hümayun”u elinde bulundurur. Bu mührün elinden alınmasıyla azledilmiş olur. Osmanlı’da sadrazam padişahın mutlak vekili olarak, padişah adına tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir. Sadrazam bu yetkileri uygulamada, başkanlık etmeye başladığı “Divanı Hümayun” ile paylaşmıştır.[191]
Osmanlı’da “idarede bütün yetki padişahın ve dolayısıyla onu temsil eden dîvânın elinde toplanmıştı. Bütün meseleler bu mecliste görüşülür ve karara bağlanarak padişahın onayına sunulurdu.”[192] Son karar hükümdarın olurdu. Hükümdarın herhangi bir mesele hakkında verdiği karar; ve kat’î olarak beyan ettiği fikir, hep “kanun”du. Padişah devlet işleriyle ilgili meselelerde, şer’î ve hukukî konularda gerekli kimselerle görüşüp fikir alırdı.[193] Şeriat hükümleri, Saray adabı ve örfi hukuk gibi etkenler, padişahların mutlak yetkilerini keyfi ve şahsi menfaatleri doğrultusunda kullanmalarını engellenmiştir.[194]
Osmanlı’da güçlü sadrazamların çıkarak padişah karşısında daha özerk bir konumda kaldıkları da bir gerçektir. Ama bu gibi istisnalar, sadrazamın padişaha karşı sorumluluğuna ilişkin “hukuki ve siyasal düzeni” değiştirmemiştir.
Çağın siyasal, teknolojik, ekonomik ve kültürel gerekleri ve birikiminin, sorunlara uzmanca ve hızla çözüm bulmak için yürütmeyi güçlendirici meyli de dikkatlerden kaçmamalıdır. Bu doğrultuda, “Türk devlet anlayışı”nın 109 yıllık bir parlamenter uygulama ve birikime sahip olduğu[195] düşüncesi, isabeti temkinle karşılanabilecek husustur.
Ülkemizde “Milli İstiklal Mücadelesi”, 1921 ve 1924 Anayasaları dönemleri de, yasamanın öne çıktığı ama fiiliyatta yürütmenin güçlü olduğu dönemlerdir. 1961 Anayasası hazırlanırken uzmanlar, Yürütmenin güçlü kalması geleneği yönünde tavsiyelerde bulunmuşlardı.[196] Bu bağlamda, -yukarıda belirtildiği üzere- Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesince hazırlanan rapor, sorunların Yürütmenin güçlü kalmasından değil; Yasamanın Yürütmeyi etkili bir şekilde denetleyemeyişinden kaynaklandığına dikkat çekmişti.[197] 1982 Anayasasında ise 1961 Anayasasından en farklı bir yön olarak, Yürütmenin güçlendirilmesi esas alınmıştır.[198]
1909’da benimsenen parlamenter sistem, gereği gibi işlememiş; İttihat ve Terakkinin etkili olduğu ortamda bir çok siyasal ve toplumsal sorunlar ve bunalımlar yaşanmıştı. 1961 ve 1982 Anayasasıyla teşkil olunan parlamenter sistemlerde Ülke, kurulması bir hayli zorlaşan ve kısa sürede düşen koalisyon hükümetlerinden çok çekmiştir. Çünkü, toplumda uzlaşmaya açık olmayan siyasal kültürün yansıdığı partiler de uzlaşmayı ihmal etmişlerdir. Bu sebeple, Cumhurbaşkanı ile Başbakan ya da Bakanlar Kurulu arasındaki anlaşmazlıklar/çatışmalar da bitmemiştir.
Cumhurbaşkanı ile hükümet arasında çıkan anlaşmazlıkların güçlendirilmiş parlamenter sistemle de giderilemeyeceği açıktır. Çünkü bu anlaşmazlık/çatışma, doğal olarak uzlaşamayan iki ayrı güç arasında her zaman olabilecek bir durumdur. Bu anlaşmazlık/çatışma ilk zamanlarda giderilmiş olsa bile “parlamenter sistemin mantığı”nın, bu anlaşmazlığı engelleyecek bir formülden yoksun olduğu kanaatimi belirtmek isterim. Ülkemizde 1961 Anayasası’ndan sonraki dönemde vuku bulan ve yukarıda anlatılan sorunların parlamenter sistem döneminde yaşandığı da, önemle not edilmelidir.
6771 sayılı Kanunla olağanüstü hal ortamında[199] yapılan Anayasa değişikliklerinin amaçlarından birisinin de, Milli iradeyi etkili bir şekilde hakim kılarak, parlamenter sistem döneminde karşılaşılan vesayetçi tavırların[200] ve darbe girişimlerinin[201] önüne geçmek olduğu, bu kanunun gerekçesinden[202] anlaşılmaktadır.
Bu sebeplerle, Ülkemizde parlamenter sistemin uzun yıllar öncesinden bu yana yerleştiği; Ülkemizin, parlamenter sistem tecrübesi edindiği; (Cumhurbaşkanlığı sistemi olarak etiketlenen yeni Anayasal düzenin ise Dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde benzeri olmayan bir Türk tipi başkanlık sistemi olduğu;[203]); nihayetinde de Ülkemizde yüzyıldan fazla zamandır parlamentarizmin hüküm sürdüğü[204] düşüncelerine, temkinle bakmak gerekir.
Nitekim, bu Anayasal gelişmelere bakılınca Ülkemizde parlamenter sistemin istikrar kazanmış bir geçmişe sahip olmadığı da gözlenmiştir. Hatırlanacağı üzere; Ülkemizde uygulanan parlamenter sistemde Cumhurbaşkanı Başbakan ya da Hükümet uyuşmazlığı/çatışması birçok kez gündeme gelmiştir.[205]
Bu arada, Parlamenter sistemde Cumhurbaşkanının -Devletin başı olmak ve Devleti temsil etmek sıfatlarıyla, sahip olması gereken,- kararnameleri imzalamak ve kanunları yayımlama(ma)k yetkileri, hiç de “etkisiz yetki”ler değildir. Halbuki, Parlamenter sistemde Cumhurbaşkanının sadece bu yetkilerini kullanmasıyla sınırlı olarak bile, yürütmenin diğer kanadı olan Bakanlar Kurulu ya da Başbakanla anlaşmazlığa düşmesi ihtimali hiçbir zaman ortadan kaldırılamaz.
7.6.2. Demokratik Anayasal Cumhuriyette Yürütmenin Sınırlanması Dengesi
Yukarıda yer alan izahattan, kanaatimce, Yürütmenin halihazırdaki Anayasal düzende güçlendirilmesi derecesinin yerinde olduğu sonucuna varılmamalıdır:
Türk siyasal kültürünün, (Anayasanın Yürütmenin Yasama ve Yargıyı etkileyebilecek -ve fiili bir kuvvetler birliğini çağrıştıracak ya da bu endişelere sevkedecek- derecede güçlendirildiği) “güçlü yürütme”ye elverişli olamayacağı ihsasen söylenmelidir. Anayasal sistemde Yürütmeyi böylesine, güçlü hale getirmek; siyasal istikrarı bozabileceği gibi, toplumsal ve siyasal ayrışma ve istikrarsızlıklardan başka; ekonomik açıdan da gittikçe artan olumsuzluklara sebep olabilecektir.
Diğer taraftan, yürütmeyi güçlendirici çağdaş yönelimler, bu yazıdaki ayrıntılı izahatlar ve parlamenter sistemin oluşturduğu sorunlar;[206] Siyasal Bilgiler Fakültesinin verdiği ve yukarıda anılan raporundaki,[207] yürütmeyi güçlendirici tercihlerin gözardı edilmemesi gerektiğini ortaya koymaktadır.
Bu doğrultuda, ayrı bir yazımda[208] tafsilâtıyla dile getirdiğim gibi, mevcut sistemde tıkanıklara sebebiyet verecek somut bir kısım sorunların; denge ve fren mekanizmalarını işler hale getirecek “düzeltici” önerilerle giderilebileceğini düşünmekteyim.
Bu kapsamda: bugünkü Anayasal düzeni temelde muhafaza ederek bir kısım iyileştirmelerle yetinmek sanırım doğru olacaktır. Dolayısıyla, örneğin: Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar için gensoru müessesinin ihdası; bunlar için Meclis Soruşturma usullerindeki sayısal oranların, yürütmeyi iş göremez hale getirmeyecek derecede azaltılması; kararnamelerin mutlak suretle, en azından, ilgili bakan tarafından da imzalanması; “partili cumhurbaşkanlığı”nda ısrar edilecekse, bunun parti merkez ya da taşra karar organlarında bulunmamak kaydıyla devam ettirilmesi; parti meclis gruplarının disiplininde yumuşatmaya gidilmesi ve/veya seçimlerde siyasal partilen belli orandaki adaylarını ön seçimle belirlemeleri; ve nihayetinde de parti disiplinini yumuşatıcı bir faktör olarak daraltılmış veya dar bölge seçim sistemini benimsemek usullerinin isabetli olup olmayacakları tartışılmalıdır.
Yazar: Prof. Dr. R. Cengiz Derdiman, rderdiman@hukukiyaklasim.com
Dikkat :
1-) Bu makalenin, yasalara uygun şekilde kaynak gösterilip atıf yapılarak kullanılması hariç, rızamız ve iznimiz alınmadan başka yerlerde yayımlanamayacağını ve kullanılamayacağını hatırlatmak isteriz. Bu hususta Yasal Uyarı sayfasını da kontrol edebilirsiniz.
2-) Bu makaleye atıf yapılması halinde:
R. Cengiz Derdiman, “Anayasal Gelişimde Hükümet Sistemleri”, Hukuki Yaklaşım Sitesi, ……………. Erişim Tarihi: ../../20..
Şeklinde kaynak gösterilmesi gerekmektedir.
3-) İznimiz ve rızamız alınması kaydıyla diğer kullanımlarda da mutlaka:
Kaynak: R. Cengiz Derdiman, “Anayasal Gelişimde Hükümet Sistemleri”, Hukuki Yaklaşım Sitesi, ……………. Erişim Tarihi: ../../20..
Şeklinde kaynak gösterilmelidir.
Türk Anayasal Gelişmeleri Bakımından Hükümet Sistemi: Açıklama ve atıflar
[1] Bakınız: “Türklerde Devlet Anlayışı ve Hükümet Sistemi”, Hukuki Yaklaşım Sitesi, https://www.hukukiyaklasim.com/makaleler/turklerde-devlet-anlayisi-ve-hukumet-sistemi/, erişim: 09.09.2023
[2] Benzer tespitler: Kuzu, Burhan, Anayasa Hukukumuzda Yürütme Organının Düzenleyici İşlem Yapma Yetkisi ve Güçlendirilmesi Eğilimi, Filiz Kitabevi, İstanbul, 1987, s.9; Mengüç, Yaşar Fatih, “1876 Anayasasında (Kanun-i Esasi’de) 1909 Tadilleri”, Adalet Dergisi, 2020/1 sayı: 64, ss.671-690, s. 672. Gerçi Anayasa, bakanların görev alanlarından sorumlu olduklarını belirtmişti. Ama Meclisin Bakanları düşürebileceğine dair bir kural olmadığı için, Bakanlar kurulunun ya da bakanların Meclise karşı siyasal sorumluluklarından bahsetmek de mümkün değildi. Hekimoğlu, Mehmet Merdan, Anayasa Hukukunda Karşılaştırmalı “Demokratik Hükümet Sistemleri ve Türkiye, Detay Yayıncılık, Ankara, 2009, s. 175.
[3] Derdiman, R. Cengiz, Anayasa Hukuku 3. Baskı, Aktüel Yayınları, Bursa, 2013, s. 100. Anayasanın hazırlanması aşamasında, Meclisi Umuminin, bilhassa Meclisi Mebusanın oluşumunda Kur’an’da müşavereyi öngören ayetlerdeki “hüm/hum” yani “onlar” zamirinin kimleri kapsayacağı; gayrımüslimleri de kapsayıp kapsamayacağı bir hayli tartışılmıştı. Hatta, “onlar”dan halkın anlaşılmasını bile yadırgayanlar olmuştu. Onlara göre, gayrımüslimler danışılacak kişiler olamazlardı; hatta halk da konulara, kendilerine danışılamayacak kadar yabancıydı. Osmanlı bürokrat ve müelliflerinden bir kısmının ise, gayrımüslimlerin de Meclise üye olabilecekleri yönündeydi. Jäschke, Gotthard, “Die Entwicklung des osmanischen Verfassungsstaates von den Anfängen bis zur Gegenwart”, Die Welt des Islams, Bd. 5, H. 1/2 (Aug. 1, 1917, ss: 5-56, s. 12).
Bu arada: Bürokrat ve müelliflerden bir kısmı, Anayasaya gerek olmadığı, padişahın erdeminin yönetmeye yeteceği fikrindeydi. Bazı görüşler de, henüz Anayasa’nın vakti olmadığı yönündeydi.
Konuyla ilgili birçok tartışma neticesinde, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in Hendek savaşında Yahudilerle de istişare yaptığı nazara alınarak, Meclisi Umumi gayrı müslimlerin de gireceği şekilde teşkil olunmuştu. Oktay, Cemil, “’Hum’ Zamirinin Serencamı”, Bahri Savcı’ya Armağan, Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları, Ankara, 1988, ss: 361-371, passim; Tekin, Yusuf, Başkanlık Sistemi ve Kuvvetler Ayrılığı Tartışmaları, Kesit Yayınları, İstanbul 2015, s. 56 ve devamı, özellikle: 65-72, 91-100. Osmanlılarda kurulan bu Mecliste, Müslüman üyeler çoğunluktaydı. Ve dahası bu Mecliste gayrımüslimlerin bulunmasının, görüşme ve kararların İslâm’a aykırı olmaması kaydıyla engel teşkil etmeyeceği gibi düşünceler dikkat çekmişti. Tüm bunlar, Anayasa’nın kabulünde önemli rol oynamıştır.
[4] Anayurt, Ömer, Anayasa Hukuku, 3. Baskı, Seçkin Yayınları, Ankara, 2020, s. 166.
[5] Özer, Attila, Türk Anayasa Hukuku, Turhan Kitabevi Yayını, Ankara, 2012, s. 71.
[6] Çoban İnce, İnci- Özdemir Yaşar Metin, “1909 Tarihli Anayasa Değişikliklerinin Hükümet Sistemine Etkisi”, Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi (GAUNIIBFD), Cilt: 5, Sayı:1, Mayıs 2023, s. 32-44, s. 36. Aynı konuda Padişahın yasama üzerinde denetiminde ziyade mutlak hakimiyeti olduğu görüşü (Çalen, Mehmet Kaan, “ 1909 Kanun-i Esasî Tâdilâtı”, Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, ss: 129-140, s. 131) de burada dile getirilmelidir.
[7] Kocaoğlu, Mehmet, Anayasa Hukuku, Yükseköğretim Kurulu Matbaası, Ankara, 1998, s. 288.
[8] Padişahın mutlak egemenliği devam ediyordu. Fakat, meşrutiyetle birlikte yönetimin halka yaklaşmasında bir adım atılmış; padişahın tek başına yönetimi ve yetkileri de Anayasal çerçevede işleyecek usullere bağlanmıştı. Benzer görüş: Kartekin, Enver, Devrim Tarihi VE Türkiye Cumhuriyeti Rejimi, Sinan Yayınları, İstanbul, 1973, s. 37. Türklerde Anayasalı dönemden evvelki siyasal yapılanma için bakınız: Derdiman, R. Cengiz, “Türklerde Devlet Anlayışı ve Hükümet Sistemi”, Hukuki Yaklaşım Sitesi, (https://www.hukukiyaklasim.com/makaleler/turklerde-devlet-anlayisi-ve-hukumet-sistemi/, erişim: 09.09.2023.
[9] Aliefendioğlu, Yılmaz, “Anayasa ve Anayasa Mahkemesi (Genel Esaslar)”, Danıştay Dergisi, yıl: 1997/27, Sayı: 93, ss: 3-14, s. 4.
[10] Özbudun, Ergun,The Constitutional System of Turkey, First published, Palgrave Macmıllan, New York, 2011, s. 4.
[11] Balta, Tahsin Bekir, “Türkiye’de Yasama Yürütme Münasebeti”, İncelemeler, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara, 1969, s. 2.
[12] Derdiman, R. Cengiz, Anayasa Hukuku, 2. Baskı, Alfa Aktüel Yayınları Bursa, 2011, s.138; Aynı kanaat: Okandan, Recai Galip, Amme Hukukumuzun Ana Hatları, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayını, İstanbul, 1977, 325, 326.
[13] Berkes, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2008, s. 328, 339, 341. Aynı dönem için Kili (Suna, Atatürk Devrimi, Bir Çağdaşlaşma Modeli, Yenilenmiş 8. Baskı, Türkiye İş Bankası Yayını, İstanbul, 2003, s. 88) de, “Anayasal Saltanat” demektedir. Burada not edilmesi gereken farklı bir görüş (İnan, Afet, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, 6. Baskı Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara, 2020, s. 142) 1876 Anayasasının 1 yıl yürürlükte kalabildiği ve bu dönemin “meşruti idare” olduğu ve 1908’e kadar monarşik idarenin hüküm sürdüğü yönündedir.
[14] Tunç, Hasan, Türk anayasa Hukuku, 2. Baskı, Gazi Kitabevi yayını, Ankara,2019, s. 17.
[15] Derdiman, R. Cengiz, Anayasa Hukukunun Genel Esasları ve Türk Anayasa Düzeni, Alfa Aktüel Yayınları, Bursa, 2006, s. 21.
[16] Gözübüyük, A, Şeref, Anayasa Hukuku, 19. Baskı, Turhan Kitabevi Yayını, Ankara, 2013, s. 120; Yılmaz, Faruk, Türk Anayasa Tarihi, İz Yayıncılık, İstanbul, 2012, s. 48. Aslında Meclisi Mebusanın, her sene mart ayının sonunda kendiliğinden tatile girecekken, çalışmalarına, 13. Şubat 1878’de son vermesi, Padişah tarafından dağıtıldığını (Kanaat: Öztuna, Yılmaz, Osmanlıya Veda, Yakın Plan Yayını, İstanbul, 2013, s. 193) akla getirmektedir. Jäschke (s. 17)’de parlamentonun 14. Şubat 1878’de kapatıldığını belirtmektedir. Meclisi toplantıya çağırma yetkisi padişahındı. Ama Meclis 1908 yılına kadar tekrar toplanamamıştı. Bu durum, padişahın Meclisi bu süre içinde toplantıya çağırmadığını göstermektedir. Bu konuda Bakınız: Okandan, Amme Hukukumuzun Ana Hatları, s. 186, 217; Derdiman, Anayasa Hukuku, 2011, s. 217; Derdiman, Anayasa Hukuku, 2013, s. 103.
[17] Tunç, s. 19.
[18] Yazarlar dönemin tam bir “istibdat dönemi” olduğu (örneğin: Başgil, Ali Fuat, Hukukun Ana Mesele ve Müesseseleri, Yağmur Yayınları, İstanbul, 2008, s. 28; Öztuna, s. 215, 240, 262; benzer görüş: Jäschke, s. 19) söylemektedirler. Bunun gerçeklik payı yok değildir: Yetkisini paylaşmak istemeyen- Padişah’ın o dönemde Meclisin sürekli eleştirilerinden rahatsız olmasının, Meclisi Mebusan’ın kapatılmasında rol oynadığını düşünmek mümkündür (Tanör, Bülent, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri, 10. Bası Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2004, s. 158; Yılmaz, Türk Anayasa Tarihi, s. 48, 49). Bu arada Osmanlı Rus savaşının Ülkeyi etkileyen boyutta devam etmesinin (Yılmaz, Türk Anayasa Tarihi, s. 49), yaşlı paşaların ve Mithat Paşa gibi Devlet adamlarının tecrübesizlikleri ve kifayetsizliklerinden dolayı 1293 harbinin yenilgiyle sonuçlanmasının (Turan, Osman, Türkiye’de Siyasi Buhranın Kaynakları, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2005, s. 40; Üçışık, Hasan Fehim, Anayasa Hukuku, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2018, s. 47), fesihte etkili oldukları düşünmek de isabetlidir.
Ancak, devrin şartları düşünüldüğünde, Osmanlının parçalanmasının önüne geçilmesi gibi faktörlerin de bunda etkisi olduğunu görmek mümkündür. (Aynı kanaat: Mengüç, s. 675). Meclis üyelerinin, kendi dillerinin de Türkçe gibi resmi dil olarak kabul edilmesi, Girit ve Teselya’nın Yunanistan’a verilmesi (Öztuna, s. 194), doğuda bir Ermenistan kurulmasını istemeye cüret edişleri (Akgündüz, Ahmet-Öztürk, Said, Bilinmeyen Osmanlı, Osmanlı Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul.1999 s. 274, 275); Rumların da Yunanistan’a katılmak amacı gütmeleri (Karatepe, Şükrü. Darbeler, Anayasalar ve Modernleşme, 4. baskı, İz Yayıncılık, İstanbul, 2009, s. 96, 97) gibi; Ülkenin parçalanması sonucunu doğurabilecek somut tehlike ve tehditler de Meclisin kapatılmasında etkili olmuştur. Derdiman, Anayasa Hukuku, 2011, s. 218, 219.
Bu sebeplerle, Öztuna (s. 194) feshin haklılığını, “I. Meclis-i Meb’usan’ın süresiz tatilini, II. Abdülhamid büyük hizmetlerinden biri olarak telakkî etmemek tamamen imkânsızdır” diyerek anlatmıştır. Aynı yönde tespit: aynı eser s. 253, 254.
[19] Bu düzenlemelerle, Anayasada yasama ve yürütme ilişkilerinde temelli değişiklikler yapılmıştır. Ayrıca aşağıda değinilecek olan meşhur 113. maddenin kaldırılmış; ve parlamenter sistemin gerekleri kapsamında diğer bir kısım düzenlemeler yapılmıştır. Sonuçta Anayasal açısından kurulan hükümet sistemi “parlamenter monarşi” dir. (Aynı kanaat örneğin: Anayurt, Anayasa Hukuku, s. 167). 1909 değişikliklerinin “Anayasaya asıl parlamenter görünüşünü veren değişiklik” olduğu görüşü: Soysal, Mümtaz, 100 Soruda Anayasanın Anlamı, Gözden Geçirilmiş Beşinci Baskı, Gerçek Yayınevi Yayını, İstanbul, 1979, s. 32.
[20] Çalen, s. 139.
[21] Örneğin: Aldıkaçtı, Orhan, Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi ve 1961 Anayasası, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayını, İstanbul, 1978, s. 70; Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, s. 192.
[22] Benzer görüş: Hekimoğlu, s. 176. Gören de (Zafer, Anayasa Hukuku, 4. Baskı, Seçkin Yayınları, Ankara, 2019, s. 46, 47, 49’da), “1909 Anayasası” başlığını kullanmıştır. Fakat bunun bir anayasa değişikliği olduğu görüşü (örneğin Tunç, s. 19) söylediğim gibi, teknik olarak daha isabetlidir.
[23] Bu yemin metninde şeriata uymak hususu vardı. Fakat vatana ve Millete sadakat gibi hususlar yer almamıştı. Eroğul, Cem, “1908 Devrimi’ni İzleyen Anayasa Değişiklikleri”, https://cemerogul.files.wordpress.com/2012/03/1908-devrimini-izleyen-anayasa-dec49fic59fiklikleri.pdf, erişim: 03.09.2023, s. 5.
[24] Özkorkut, Nevin Önal, “1876 Anayasasının Hukuk Devleti Unsurları Açısından Osmanlı Devlet Anlayışına Getirdiği Yenilikler”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, cilt: 53 sayı: 01, yıl: 2004, ss: 173-184, s. 181.
[25] Eroğul, “1908 Devrimi’ni İzleyen Anayasa Değişiklikleri”, s. 5.
[26] Aliefendioğlu, s. 5.
[27] Başgil, Hukukun Ana Mesele ve Müesseseleri, s. 44; Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, s. 203. Daha geniş bilgi için: Eroğul, “1908 Devrimi’ni İzleyen Anayasa Değişiklikleri”, s.18, 19.
[28] Eroğul, “1908 Devrimi’ni İzleyen Anayasa Değişiklikleri”, s.21.
[29] Gözübüyük, A, Şeref, Anayasa Hukuku, 19. Baskı, Turhan Kitabevi Yayını, Ankara, 2013, s. 120.
[30] Mustafa Kemal’in bu beyanatı, yabancı müdahalesini ve mandacılık yolunu kapatmıştır. Zira bu beyanat, “Memleketin manevi kuvvet ve mukavemetinin yegâne kaynağı[nı] ve yeni Türk Devletinin temeli[ni oluşturacak inanç ve kararlılığın, siyasal ve hukuki ifadesi olmuştur.]” Başgil, Hukukun Ana Mesele ve Müesseseleri , s. 46.
[31] Derdiman, Anayasa Hukuku, 2013, s. 106.
[32] Aynı yönde: Uslu, Ferhat, Türk Anayasa Hukuku Dersleri, Adalet Yayınları, Ankara,2016, s. 133.
[33] Özer, Y. Ziya, Mukayeseli Hukuku Esasiye Dersleri, Recep Ulusoğlu Basımevi, Ankara, 1939, s. 446
[34] Burada BMM tabirindeki “Büyük” kelimesinin kurucu meclise vurgu yaptığı görüşü: Eroğlu, Hamza, Türk İnkılâp Tarihi, Yeniden Düzenlenmiş, Genişletilmiş Yeni Baskı, Savaş Yayınları, Ankara, 1990, s. 142.
[35] Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, s. 143.
[36] Eroğlu, Hamza, “Milli Egemenlik İlkesi ve Anayasalarımız”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı: Kasım 1984, Cilt: 1 Sayı: 1 ss: 137-163, s. 143.
[37] Özbudun, The Constitutional…, s. 7, 8.
[38] Eroğlu, Milli Egemenlik İlkesi ve Anayasalarımız, s. 143.
[39] Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, Cilt: 2, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2015, s. 338.
[40] Özbudun, The Constitutional …, s. 6.
[41] Arsel, İlhan, Türk Anayasa Hukukunun Umumi Esasları, Mars Matbaası, Ankara, 1965, s. 105; benzer görüş: Gözübüyük, s. 126.
[42] Atatürk de egemenliğin bir bütünü anlatması sebebiyle halka değil millete ait olduğu fikrini benimsemişti. Heper, Metin, Türkiye’de Devlet Geleneği, 2. Baskı Doğu Batı Yayınları, İstanbul, 2006, s. 96.
[43] Demir, Fevzi- Karatepe, Şükrü, Anayasa Hukukuna Giriş, Bilgehan Basımevi, İzmir, 1986, s. 125; Atay, Ender Ethem, Anayasa Hukuku, Turhan Kitabeni Yayını, Ankara, 2022, s. 70; Demir, Fevzi, Anayasa Hukuku, Birleşik Matbaacılık, İzmir, 2017, s. 336.
[44] Benzer görüş örneği: Gülener, Serdar, Anayasal Düzenler ve Türkiye’nin Anayasal Düzeni (Temel Bilgiler), Sakarya Yayıncılık, Sakarya, 2020, s. 68.
[45] Akgüner, Tayfun “Atatürk’ün Ulusal Egemenlik Anlayışı Üzerine Düşünceler”, İdare Hukuku ve İlimleri Dergisi,Özel Sayı, yıl: 2 sayı: 3, 1981, ss: 3-19 s. 7.
[46] Giritli, İsmet-Sarmaşık, Jale (2001): Anayasa Hukuku, Genel Esaslar Türk Anayasa Hukuku, Genişletilmiş ve Gözden Geçirilmiş yeni Bası, Beta Yayınları, İstanbul, 2001, s. 173.
[47] Memiş, Emin, “1921 Teşkilât-ı Esasiye Öngördüğü Rejimin Mahiyetine İlişkin Gözlemler”, Argumentum, cilt:2, sayı: 13, Ağustos 1991, s. 203.
[48] Başgil, Hukukun Ana Mesele ve Müesseseleri, s. 48, 49.
[49] İba, Şeref, Yeni Anayasa Arayışları ve Kırmızı Çizgiler, Nobel Yayınları, Ankara, 2014, s. 49.
[50] Nitekim saltanatın ve hilâfetin kaldırılması; Cumhuriyetin ilânı ve milletlerarası camiada bağımsızlığın tescil vesikası Lozan Andlaşması’nın yürürlüğe girmesinden sonra, Türkiye Cumhuriyeti’mizin kurucu belgesi olarak yeni bir Anayasa gerektiği için (aynı yönde: Başgil, Hukukun Ana Mesele ve Müesseseleri, s. 29), TBMM 1924 Anayasasını yapmıştı.
[51] Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, s. 177, 178.
[52] Özçelik, A. Selçuk, “Yeni Anayasamız Muvacehesinde Yasama ve Yürütme Organlarının Münasebetleri Hakkında Bazı Düşünceler”, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, Yıl 1961, Cilt: 27 Sayı: 1-4, ss: 34 -44, s. 34.
[53] Memiş, “1921 Teşkilât-ı Esasiye Öngördüğü Rejimin Mahiyetine İlişkin Gözlemler”, s. 203.
[54] Benzer görüş: Armağan, Servet, Türk Anayasa Hukuku Dersleri, İmak Ofset Baskısı, İstanbul, 2017, s. 66; Gözübüyük, s. 125.
[55] Geniş bilgi: Akın, Rıdvan, TBMM Devleti 1920-1923 Birinci Meclis Döneminde Devlet Erkleri ve İdare,İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s. 99-106; Sosyal, Mümtaz, Anayasaya Giriş, 3. Baskı, İmge Yayınları, Ankara, 2011, s. 101-109, 182; İnan, s. 144-146.
[56] Buna karşılık, 1924 Anayasasının parlamenter hükümet ve yumuşatılmış kuvvetler ayrılığı oluşturduğu görüşü için bakınız: Balta, Tahsin Bekir, Türkiye’de Yürütme Kudreti, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara, 1960, s. 8.
[57] Özçelik, s. 35. Hekimoğlu, (s. 180), Abadan’ın (Yavuz, Die Entstehung der Türkei und ihre verfassungsrechtliche Entwicklung bis 1960, in: JöR, Band 9, S. 364) bu sistemi “aşırı tipte bir parlamenter demokrasi” diye adlandırdığını belirtmektedir. 12.04.1934 tarihli ve 803 sayılı Meclis Kararında göre, 1924 Anayasasının kurduğu sistemde, Yürütmenin yetkilerini TBMM’den değil doğrudan Anayasadan aldığı, Anayasanın bir yetki tekeli kurmadığı; getirilen sistemin de 1921 Anayasasında olduğu gibi bir vekalet sistemi olmadığı vurgulanmıştır. (Çağlar, Bakır, Anayasa Bilimi Bir Çalışma Taslağı, BFS Yayınları, İstanbul, 1989, s. 266.) Bu arada, siyasal partilerin fonksiyonları sebebiyle, Anayasanın Meclis tanıdığı üstünlüğün aksi gerçekleşmiştir. Balta, “Türkiye’de Yasama Yürütme Münasebeti”, s. 3 vd.
[58] Gözübüyük, s. 130.
[59] Atay, s. 68.
[60] Esen, Bülent Nuri, Türk Anayasa Hukuku, 1. Fasikül, Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1971, s. 80.
[61] Steinhaus, Kurt (1969):Soziologie der Türkischen Revolution, Europäische Verlagsanstalt, Frankfurt am Main,1969, s. 98. Cumhuriyeti Anayasamız, niteliklerini belirttiği bir devlet şekli olduğu şeklinde anlayabiliriz. (Derdiman, Anayasa Hukuku, s. 143, 144. Cumhuriyeti nitelikleri Anayasada belirlenmiş bir devlet sistemidir. (AYM, Esas: 1970/1, Karar: 1970/31, 16.06.1970). Cumhuriyetin (sadece) bir yönetim şekli olabileceği görüşüne (Okutan, Cevat, Cumhuriyetçi paradigma Paradigmatik Cumhuriyet, Paradigma Yayını, İstanbul, 2009, s. 233.) bu tespitler sebebiyle katılmak mümkün değildir.
[62] Kubalı, Hüseyin Nail, Türk Esas Teşkilât Hukuku Dersleri, Tan Matbaası, İstanbul, 1960, s.158)
[63] Başgil, Hukukun Ana Mesele ve Müesseseleri, s. 79).
[64] Gören, s. 56.
[65] Derdiman, Anayasa Hukuku, 2013, s. 112; Tunç, s. 33.
[66] 1924 Anayasasının kuvvetler birliğini çağrıştıran hükümlerinin 1921 Anayasasından etkilenen hükümler olduğu, ama bunların uygulamada etkili olmadığı yönündeki görüş: Balta, Türkiye’de Yürütme Kudreti, s. 8, 12.
[67] Özbudun, Ergun, 1924 Anayasası, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayını, İstanbul, 2012, s. 36.
[68] Aynı kanaat: Özçelik, s. 35.
[69] Benzer değerlendirmeler için bakınız: Balta, Türkiye’de Yürütme Kudreti, s. 13.
[70] Kubalı, s. 167.
[71] Özbudun, 1924 Anayasası, s. 49 ve devamı.
[72] Özbudun, Ergun, Türk Anayasa Hukuku, Editör: Ergun Özbudun-Bülent Yücel, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayını, Eskişehir, 2018, s. 18.
[73] Aynı kanaat örneğin: Demir- Karatepe, s. 129; Demir, s. 336; Kocaoğlu, s. 295.
[74] Burada dikkate sunulmalıdır ki; 1924 Anayasası görüşmelerinde hükümet tabirinden Cumhurbaşkanının anlaşılmasına yönelik önergeye karşı, Komisyon sözcüsü, hükümetten kastın “İcra Vekilleri Heyeti” olduğu, ihsasen vurgulamıştır. Bahse konu önerge TBMM Genel Kurulunda kabul edilmemiştir. Bakınız: TBMM Zabıt Ceridesi, Bileşim: 13, tarih: 16.3.1340, cilt: 1, s. 538, 539.
[75] Özbudun, The Constitutional …, s. 7; Özbudun, 1924 Anayasası, s. 17, 18.
[76] Bakınız: TBMM Zabıt Ceridesi, Bileşim: 19 Tarih: 23.3.1340 cilt: 2, s. 992 ve devamı; Akyol, Atatürk’ün İhtilal Hukuku, s. 425 ve devamı.
[77] Akyol, Atatürk’ün İhtilal Hukuku, s. 426 ve devamı.
[78] Burada, Cumhurbaşkanına verilen, -meclis görüşme ve kararlarının alındığı oturumlar dışında;- özel törenlerde TBMM toplantılarına başkanlık edebilme yetkisini unutmamak gerekmektedir. (Anayasanın bu yöndeki hükmü için Meclis görüşmeleri hakkında bakınız: TBMM Zabıt Ceridesi, Bileşim: 24, Tarih: 30.3.1340 cilt: 2, s. 112-114.) Bu durumun, Cumhurbaşkanına, TBMM’ye -açılış sırasında hitap hakkından başka-, bu vesileyle, milletvekillerini etkilemek için hitap edebilmesi imkânı da verebilecek nitelikteydi.
[79] Mumcu, Ahmet, “1924 Anayasası”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Mart 1986, cilt: 2 sayı: 5, ss: 383-389, s. 384. Aynı yönde: Özer, Türk Anayasa Hukuku, s. 90.
[80] Derdiman, Anayasa Hukuku, 2013, s. 112; Yayla, Yıldızhan, Anayasa Hukuku Ders Notları, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayını, İstanbul, 1985, s. 108.
[81] Türk Anayasal birikimine bakıldığında, “İstiklâl Mahkemeleri”, suçları yargılamak üzere, bu suçların vukuundan sonra kurulmuş özel, dolayısıyla da olağanüstü mahkeme olarak görülmüş ve tabii hâkim ilkesine aykırı bulunmuştur. Tunçay, Mete, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Oluşturulması, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1999, s. 148; Tunç, s. 25. Tanör’e göre, “Takriri Sükûn Kanunu”yla kurulan İstiklâl Mahkemeleri TBMM’ye bağlı yargılamanın uç örneklerinden birisini oluşturmuştu: Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri, s. 320; Derdiman, Anayasa Hukuku, 2013, s. 115.
[82] Benzer görüş: Kocaoğlu, s. 299, 300.
[83] Platter, Julia- Çalışkan, Barış “Das Türkische Verfassungsgericht auf dem Weg zum ‘Hüter der Verfassung’”, Zeitschrift für Parlamentsfragen, Vol. 39, No. 4 (2008), ss: 832-848, s. 833.
[84] Aynı yönde: Platter-Çalışkan, s. 848.
[85] Karpat, Kemal, Türk Demokrasi Tarihi, Timaş yayınları, İstanbul, 2010, s. 159, 160; Karatepe, Darbeler, Anayasalar ve Modernleşme, s. 173; Yükseliman, Nihan, Parti Devlet Bütünleşmesi, Gelenek Yayıncılık, İstanbul, 2002, s. 79-88; Derdiman, Anayasa Hukuku, 2013, s. 115.
[86] Atatürk’ün Türkiye Büyük Millet Meclisinin V. Dönem 3. Yasama Yılını Açış Konuşmaları,1 Kasım 1937, Millet Meclisi Tutanak Dergisi Dönem: 5, cilt: 20, Sayı: 3), http://web.archive.org/web/20160313105733/http://tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/5d3yy.htm, erişim: 18.04.2023. Turhan Feyzioğlu’nun Safa’dan, (Peyami, Türk İnkılabına Bakışlar, İnkılâp Yayınları, İstanbul 1938, s. 217, 218) alıntıyla Norbert von Bischoff’a dayandırdığı bir görüşe göre: Türk inkılap tarihinde devlet parti ideolojisinin bir mahsulü değil, kurulan bir devletin ideallerini ve ideolojisini Millete yaymak amacıyla, Mustafa Kemal tarafından demokratça kurulmuş bir müessesedir. Feyzioğlu, Turhan, Türk Millî Mücadelesinin ve Atatürkçülüğün Temel İlkelerinden Biri Olarak Millet Egemenliği, 2. Baskı, AKDTYK Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 1999, s. 109.
[87] Sosyal, Mümtaz, Anayasaya Giriş, 3. Baskı, İmge Yayınları, Ankara, 2011, s. 204; Gözübüyük, s. 133.
[88] Benzer Görüş: Demir, s. 214, 215, Üçışık, s. 237.
[89] Halide Edip Adıvar’dan (Türkiye’de Şark Garp ve Amerikan Tesirleri, 1956, s. 114, 115’ten) nakleden: Kabaklı, Ahmet, Temellerin Duruşması, Cilt: I, 26. Baskı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul, 2008, s. 272.
[90] Örneğin Duverger’e göre; “Kemalist rejim, faşist olmamakla birlikte, demokratik de sayılamazdı. Uygulamada seçimler, tek bir aday hakkında yapılan plebisitlerden ibaret kalıyordu; temel siyasal özgürlükler de çok sınırlı nitelikteydi.” Duverger, Maurice, Siyasi Partiler, 2. Baskı, Çeviren: Ergun Özbudun, Bilgi Yayınevi yayını, Ankara, 1970, s. 362. Örneğin Tanör’e (Bülent, Kuruluş, Cumhuriyet Gazetesi yayını Yenigün Haber Ajansı basım, İstanbul, 1997, s. 131) göre rejim “demokratik değil, otoriter karakterdeydi”.
[91] Çeçen, Anıl, Atatürk ve Cumhuriyet, 5. Baskı, İmge Yayınları, Ankara, 2003, s. 388.
[92] Özbudun, Ergun, “Atatürk ve Demokrasi”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, cilt: 5. 1989, Sayı 14, s. 293, nakleden: Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, s. 524. Konuyla ilgili bilgiler için ayrıca bakınız: Ertunç, Ahmet Cemil, Cumhuriyetin Tarihi, 3. Basım, Pınar Yayınları, İstanbul, 2005, s. 301; Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, s. 325; Derdiman, Anayasa Hukuku, 2011, s. 230; Tanör, Kuruluş, s. 138;
[93] Çeçen, Atatürk ve Cumhuriyet, s. 358.
[94] Çeçen, Anıl, 100 Sorunda Kemalizm, 8. Baskı, Kilit Yayınları, Ankara, 2009, s. 183, 184
[95] Tanör, Kuruluş, s. 138.
[96] Özbudun, Ergun, “Atatürk ve Demokrasi”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. V. 1 989, Sayı 1 4, S. 293, nakleden: Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, s. 524.
[97] Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, s. 315, 316.
[98] Örneğin: Özcan, Zeynep, Cumhuriyet Dönemi Dinî Hayat (1938-1950), Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı, Erzurum, 2014, s. 68; Ertunç, s. 148, 187.
[99] Karatepe, Şükrü, Tek Parti Dönemi, İz Yayınları, İstanbul, 2011, s. 51, 52; Küçük, Adnan, Türkiye’nin Siyasal Rejimi, Orion Yayınları, Ankara, 2012, s. 388-393.
Yalnız belirtmek gerekir ki; Atatürk’ün, örneğin, 01.11.1937 tarihli, TBMM’yi açış nutkunda özetle, ilhamlarını “gökten indiği ‘sanılan’ doğmalar”dan ya da gaipten değil, hayattan aldıkları” yönündeki sözleri; (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1997, s. 423; Kabaklı, s. 225; “Atatürk’ün Türkiye Büyük Millet Meclisi Açış Konuşması, 01 Kasım 1937″, Millet Meclisi Tutanak Dergisi 5. Dönem, 3. Yasama Yılı, cilt: 20, Sayı: 3, http://web.archive.org/web/20160313105733/http://tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/5d3yy.htm, erişim: 18.04.2023), dini değerlerle çelişebileceği noktasında dikkat çekmiştir.
Ama doktrin, bu sözleri kendi bağlamında değerlendirmek gerektiğini (Heper, Metin, “Atatürk’te Devlet Düşüncesi”, Politik Değişim ve Modernleşme, Editörler: Kalaycıoğlu, Ersin-Sarıbay, Ali Yaşar, Alfa Yayınları, İstanbul, 2000,ss: 177-204, s. 182) belirtmiştir. Nitekim yazarın, (s. 181, 182) alıntıladığı bu konuşmanın devamındaki “Millet olarak yaşadıklarımızdan edindiğimiz tecrübeler “Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de milletler tarihinin bin bir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir.” sözleri, yukarıdaki ifadenin dayanağı olabilecektir. Bir başka görüşe göre de anılan sözler akla ve bilime önem vermeye dikkat çekmeyi amaçlamaktadır (Meydan, Sinan, Atatürk ile Allah Arasında, İnkılâp Kitabevi Yayını, İstanbul, 2009, s. 284).
Bu yazının amacı ve konusu, Atatürk’ün inancı ve/veya “din” ile ilgili fikir ve düşünceleri değildir. Ama konuyu dağıtmayacak şekilde kısaca değinmek gerekirse:
Bir esere (Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, Ankara, 1930, s. 116, nakleden: Fığlalı, Ethem Ruhi, Atatürk’ün Din ve Laiklik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 2012, s. 57) göre, Atatürk, dinin lüzumlu bir müessese olduğu, dinsiz milletlerin yaşamasına imkân olmadığını söylemiştir. Atatürk, hayatta iken yazılmış bu esere ilişkin olarak bir tekzip ya da olumsuzluk beyan etmemiştir. Bu tespit, Atatürk’ün dine verdiği değeri vurgulaması bakımından önemsenmelidir.
Nitekim: “Din vardır ve lazımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz var…. Biz Dine saygı gösteririz. Düşünce ve tefekküre muhalif değiliz. Biz sadece din işlerini millet ve devlet işleri ile karıştırmamaya çalışıyor, kasde ve fiile dayanan taassupkar hareketlerden sakınıyoruz.” sözleri de Atatürk’e aittir. (Borak, Sadi, Atatürk ve Din, Anıl yayınları, İstanbul, 1962, s. 81, 82, nakleden: Fığlalı, s. 61), Bu sözler, Atatürk’ün dine karşı olmadığı; dinin istismarına ve taassuba karşı olduğu yorumunu mümkün kılmaktadır. Hatta Cumhuriyet devrinde bilimsel nitelikli en kapsamlı ve tatmin edici Kur’an Tefsirini Atatürk’ün isteğiyle Muhammed Hamdi Yazır’ın yaptığını da hatırlamak gerekir. Yine örneğin; hadislerin derlenmesi ve yayını da aynı şekilde Atatürk’ün isteğiyle olmuştur. (Güler, Ali, “Sorularla Atatürk’ün Manevi Dünyası Ve İslam’a Hizmetleri -8-“. Türkgün 2022, https://www.turkgun.com/kose-yazisi/98748/islamin-daha-iyi-anlasilmasi-icin-hadisleri-toplatmistir , erişim: 28.07.2024).
Tüm bunlarla birlikte, Atatürk’ün yukarıda yer alan 01 Kasım 1937 tarihli konuşmada geçen ifadelerin, “pozitivist” bir bakışı çağrıştımadığını/ima etmediğini söyleyemeyiz. Ki Pozitivizm, metafiziğe itibar etmemektedir. Ayrıca, “insanlığın tarih evrimini idare eden tabiî kanunları tetkik ederek içtimaî ve siyasî düzende ilmi temel haline koy[maktadır].” (Ülken, Hilmi Ziya, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, 3. Baskı, Ülken Yayınları, İstanbul, 1992, s. 154). Ama pozitivizme göre insana hakikati gösteren tabiattır: “Tabiatüstünden gelen herşey hakikatin dışındadır.” (Kutub, Muhammed, Çağdaş Fikir Akımları 2, Çeviren: Beşir Eryarsoy, İşaret Yayınları, İstanbul, 1993, s. 15 ve orada atıf yapılan kaynak). Nihayetinde pozitivizm, bilimi temel almakta; ama dini ve metafiziği insanlığın gelişmesini engelleyici görmektedir. (Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, 3. Baskı, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1999, s. 707).
Konuya ilişkin olarak özellikle belirtmek gerekir ki: bu dönemin din ile ilgili uygulamaları bakımından örneğin:
Sarıbay (Ali Yaşar, Türkiye’de Modernleşme Din ve Parti Politikası, ‘Milli Selamet Partisi Örnekolayı’, Alan Yayıncılık İstanbul, 1985, s. 77), “Kemalistler için din[in] bir ‘tehlike’ sayıl[dığı]” görüşünü belirtmiştir. Yazara göre, yapılmak istenen, din yerine seküler bir ideolojiyi geçirmekti.(Aynı eser, s. 77). Hatta Kâzım Karabekir’in anılarından hareketle, topluma İslâm dışında farklı dinleri ya da ideolojileri empoze etmek; ve ayrıca, dini kaynakların (ve örneğin ezanın) Türkçeleştirilmesi gibi girişimlerin olduğu (Kabaklı, Ahmet, Temellerin Duruşması, Cilt: I, 26. Baskı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul, 2008, s. 118, 225, 235 ve devamı) da dile getirilmiştir. Benzer görüşler için bakınız: Dilipak, Abdurrahman, Bir Başka Açıdan Kemalizm, Beyan Yayınları, İstanbul, 1988, s. 125 ve devamı; Tanör, Kuruluş, s. 103 ve devamı.
[100] Kocaoğlu, s. 299. Örnekler için bakınız aynı yer; Aldıkaçtı, s. 105, 106; Derdiman, Anayasa Hukuku 2011, s. 235, 236.
[101] Böyle bir hükmün 1921 Anayasanın 9. Maddesinde de yer aldığı yukarıda da belirtilmiştir. Bakınız yukarıdaki “2.3.2. Sistemin İşleyişi: Anayasal ve Siyasal Açıdan Bakış” başlığı.
[102] Erdoğan, Mustafa, Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset, Liberte Yayınları, Ankara, 1999, s. 56.
[103] Başgil, Ali Fuat, Esas Teşkilat Hukuku, cilt: 1, Baha Matbaası, İstanbul, 1960, s. 306, 307.
[104] Özbudun, Ergun, “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin Hukuki Niteliği”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Mart 1985, Cilt: 1, Sayı 2, s. 481, 482, 502, 503; Turhan, Mehmet, Hükümet Sistemleri ve 1982 Anayasası, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayını, Diyarbakır, 1989 s. 29; Balta, Türkiye’de Yasama Yürütme Münasebeti, s. 6.
[105] Kuzu, Anayasa Hukukumuzda…, s. 13. Tüm bunlara bakınca, kuvvetler birliğini kuran 1921 ve kendine özgü bir hükümet sistemini tesis eden 1924 Anayasalarının uygulandıkları dönemlerde, sistemin başkanlık sistemi gibi işlediği görüşü (Fendoğlu, Hasan Tahsin, “Karşılaştırmalı 1921 Anayasası”, 1921 Teşkîlât-I Esâsîye Kanunu ve Makaleler, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara, 2022, s. 151, 152) ileri sürülmüştür. Ancak Başkanlık sisteminin özelliklerinin bu dönemde ikâme edildiğini söylemek de pek mümkün değildir.
[106] Mustafa Kemal Atatürk’ün TBMM’deki 01.12.1921 tarihli konuşması, nakleden: Akyol, Taha, Türkiye’nin Hukuk Serüveni, Fıkıhtan Hukuka ve Demokrasiye Geçiş Sorunları, Doğan Kitap Yayını, İstanbul, 2014, s. 264; Akyol, Taha, Atatürk’ün İhtilal Hukuku, Doğan Kitap Yayınları, İstanbul, 2012, s. 94.
[107] TBMM 01 Aralık 1921 tarihli Zabıt Ceridesi, Devre I, cilt: 14, s. 438. Balta, Türkiye’de Yasama Yürütme Münasebeti, s. 18. Ayrıca bakınız: Anayurt, Ömer, “1924 Anayasasında Meclis-Yürütme İlişkileri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı: Kasım 1997, cilt: 13 sayı 39 ss: 673-694, s. 680.
Atatürk’ün 01.12.1922 tarihinde Meclis’te söylendiği Akyol, Türkiye’nin Hukuk Serüveni, s. 263, 264), hakimiyetin Yasamanın da üstünde, yürütmede tecelli ettiğine ilişkin 106. dipnota konu “…yaklaşımın, 24. Nisan 1920’de ifade ettiği, ‘Yüce Meclisin üstünde bir kuvvet mevcut değildir.’ [Mustafa Kemal, Nutuk, s. 338; Akyol, Türkiye’nin Hukuk Serüveni, s. 263, 264.] şeklindeki anlayıştan farklı olduğu açıktır.” Akyol, Türkiye’nin Hukuk Serüveni, s. 263, 264.
Ancak bu durum, bizce “mutedil bir bakış”la, Atatürk’ün Milli Hakimiyete verdiği önemi değiştirmez. Heper’in de (Metin, “Atatürk’te Devlet Düşüncesi”, Politik Değişim ve Modernleşme, Editörler: Kalaycıoğlu, Ersin-Sarıbay, Ali Yaşar, Alfa Yayınları, İstanbul, 2000, ss: 177-204, s. 182.) dediği gibi, “Atatürk’ün kullandığı kavramlar, hangi bağlamda kullanıldığı üstünde durulma[dan], ‘lafzı ile’ algılanma[malıdırlar].” Nitekim bu söz, (yani ““tatbik eden karar verenden daha kuvvetlidir” sözü) 02.05.1920 Tarihli İcra Vekilleri Heyetinin Sureti İntihabına Dair Kanununun görüşmeleri sırasında yürütme gücünü Meclise mal etmek için kullanılmıştı. Akın, s. 104.
Diğer taraftan belirtmek gerekir ki: Çağdaş siyasal konjonktürde hürriyetleri, devlet kudretini sınırlı tutarak güvenceye kavuşturmak söz konusudur. Bununla birlikte Devlet örgütünün ve toplumsal hayatın gidişatını üstlenmiş yürütmenin, “kanunları uygulayan” olarak üstün yetkilere sahip olması (Kuzu, Burhan, Her Yönüyle Başkanlık Sistemi, Babıali Kültür Yayıncılığı (BKY) Yayını, İstanbul, 2011, s. 81) icap eder. Nitekim “yürütme”nin kanunları uygulama tekniklerini ve toplumun ihtiyaçlarını daha iyi bilen; toplumsal sorunlara da ihtiyaç olduğunda hemen müdahale edebilecek “kadar” güçlendirilmesi, çağdaş anayasal temayüller arasında görülmüştür. Bir görüşe göre “demokrasi rejiminin hakiki manası, icra kuvvetinin takviyesini emreder.” Mirkine-Guetzévitch. Boris Teşkilatı Esasiyede Yeni Temayüller, Çeviren: Ali Rıza Türel, Hapishane Matbaası, Ankara, 1938, s. 196.
[108] Gözübüyük, s. 123.
[109] Arsel, s. 101.
[110] Üskül, Zafer, “1961 Anayasasında Yürütme İktidarı”, Eskişehir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Dergisi, yıl: 1972 cilt: 8, sayı: 2, s. 357
[111] Bulut, Tahsin, Nerden Nereye? AK Parti’nin İktidar Serüveni, Ekin Yayınları Bursa, 2021, s. 293, 430. “Tek adam rejimi” tabiri için bakınız: Uçum Mehmet, 15-16 Temmuz’dan Cumhurbaşkanlığı Sistemine Türkiye’nin Demokratik Birliği Mücadelesinde Yeni Aşama, Alfa Yayınları, İstanbul, 2018, s. 108, 109.
[112] Mustafa Kemal Atatürk’ün 14.10.1925’de İzmir Kız Öğretmen Okulunda yaptığı Konuşma: Atatürk’ün Söylev Ve Demeçleri I-III (Açıklamalı Dizin İle), Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayını, (Baskı: Divan Yayıncılık LTD. ŞTİ.), Ankara, 2006, cilt, II, s. 332.
[113] Başgil, Ali Fuat, Demokrasi Yolunda, Yağmur Yayınları, İstanbul, 2014, s. 50.
[114] Başgil, Demokrasi Yolunda, s. 50
[115] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: 2, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayını, Ankara, 1997, s. 49. Aynı husus için bakınız: Sever, Şükrü, Atatürk’ün Devlet Felsefesi, Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Ana Bilim Dalı, Kayseri, 2006, s. 161.
[116] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: 1, Türk Tarih Kurumu Basımevi, İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayını, Ankara, 1997, s. 204; Mustafa Kemal, Nutuk, s. 338. Aynı yöndeki bir başka beyanat: Aynı yer: s. 329; TBMM 01.Aralık 1921 tarihli Zabıt Ceridesi, Devre I, cilt: 14, s. 438.
[117] Balta, Türkiye’de Yürütme Kudreti, s. 11.
[118] Anayurt, “1924 Anayasasında Meclis-Yürütme İlişkileri”, s. 681. Dolayısıyla Atatürk’ün, “Hâkimiyetin kayıtsız şartsız millete geçtiği toplumlarda kuvvetler ayrılığının adı bile düşünülemez. Kuvvetler ayrılığını düşünmek irticadır.” (Anadolu’da Yeni Gün gazetesi, 23.04.1923, Gülmez, Nurettin, Kurtuluş Savaşında Anadolu’da Yeni Gün, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1999, s. 392, 393’den nakleden: Akyol, Taha, Türkiye’nin Hukuk Serüveni, s. 263.) şeklindeki sözünü de 1921 Anayasası döneminin olağanüstülüğüyle ilgili bulmak isabetlidir.
[119] Necmenttin Sadak, “Gazi Hazretlerinin Çok Mühim ve Çok Kıymetli Beyanatı” Akşam Gazetesi, 4 Teşrinievvel (Ekim) 1930, https://media4democracy.org/news/atatrk-ten-baskanlik-sistemi-ne-tavir, Erişim: 30.09.2023.
[120] Bu dönemde Meclise bazı temel kararların alınması sırasında müdahale olarak anlaşılabilecek davranışlara tanık olunmuştur. Fakat bunların her birisinin kendi içinde haklı ve tutarlı gerekçeleri olduğu değerlendirilebilir: Örneğin Başkomutanlık olağanüstü yetkileri 3 aylığına Mustafa Kemal’e verilmiştir. Ve Saltanatın ve hilâfetin kaldırılmasında muhalefeti engelleyebilecek müdahalelere tanık olunmuştur. Hatta, saltanatın kaldırılması görüşmelerinde Mustafa Kemal’in Meclis’te yaptığı, aksi halde “ihtimal ki bazı kafalar kesilecektir.” şeklindeki, konuşması (Nutuk, II, s. 527), müdahalenin sertliğine de örnektir. Fakat, bu müdahaleleri, yeni Türk Devletinin kuruluşu dönemindeki olağanüstülüklerin gerekleri kapsamında görmek daha uygundur. Saltanatın kaldırılmasını da “kurucu iktidarın olağanüstülüğü” kapsamında düşünmek mümkündür. Nitekim Kili (s. 164), saltanatın kaldırılmasını, “Cumhuriyet öncesinin birlik yaratma, birliği güçlendirme yönünde bir büyük devrimci eylem[lerinden birisi]” olarak görmüştür.
Keza, saltanatın kaldırılmasını, 1921 Anayasası’ndaki Milli egemenlik ilkesi zaten zorunlu kılmaktaydı. Yakın zamanda başlayacak barış görüşmelerine Ankara ve İstanbul’un ayrı ayrı temsil edilmesinin doğuracağı tehlikenin önüne geçmenin en etkili yolu, saltanatı kaldırmaktı (Eroğul, Cem, Anatüzeye Giriş, İmaj Yayınları, 13. Baskı, İmaj Yayınları, Ankara, 2013, 239; Çeçen, Atatürk ve Cumhuriyet, s. 244, 245). Kaldı ki, bu konulardaki tüm kararlar TBMM’de, üyelerin oyları ile alınmıştır.
Bu arada, haklı gerekçelere dayanmayan ve örneğin Tek parti döneminde din ve vicdan hürriyetine çağdaş laik prensiplerle izah edilemeyecek kısıtlamalardan haklı olarak şikâyet edildiği (yukarıda dipnot 99) not edilmelidir. Bu konuda ayrıca bakınız: Karatepe, Tek Parti Dönemi, s. 51, 52; Küçük, s. 388-393; Kocaoğlu, s. 299; Özcan, s. 68; Ertunç, s. 148, 187.
[121] Daha açığı: Cumhurbaşkanı veto ettiği, ama TBMM Genel Kurulunda aynen kabul edilerek yeniden kendisine gelen kanunu tekrar veto edemeyecek; dolayısıyla Resmi Gazete’de yayımlayacaktı.
[122] Buna “geri gönderme yetkisi” demenin daha doğru olduğunu (Soysal, 100 Soruda Anayasanın Anlamı, s. 255) da söyleyebiliriz. Ancak, literatürde de kullanılan “veto” (Armağan, Servet, Sosyal ve Siyasal Hayatımıza ait Temel Hukuk Bilgileri, Çağrı Yayınları, İstanbul 2007, s. 101) terimi burada, Cumhurbaşkanının, geri göndermesiyle, kanunların yürürlüğe girmesini engellemesi anlatmaktadır. Bu açıdan “geciktirici veto” TBMM’nin, kendisine iade edilen kanunu, aynı çoğunlukla kabul etmesi halinde söz konusudur. Derdiman, Anayasa Hukuku, 2011, s. 449. İade edilen Kanunun nitelikli çoğunlukla kabulünün “geciktirici veto” olduğu (Tanör, Bülent-Yüzbaşıoğlu, Necmi, 1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa Hukuku, 5. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2004, s. 292) görüşüne katılmadığımızı da belirtmeliyiz.
[123] “1960’dan önceki dönemde, Türkiye, kişisel diktatörlük eğilimlerinden çok çekmişti ve şimdi bütün çabalar bu eğilimleri önleyebilecek tedbirlerin bulunması üzerinde toplanmıştı.” Soysal, 100 Soruda Anayasanın Anlamı, s. 74.
[124] Benzer tespit: Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, yıl: 22.10.1963 bileşim: 122 Oturum: 1 sayı: 369. “Anayasa’da Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı adını taşıyan bir makam öngörülmemiştir.” AYM Kararı, (E.1965/38, K.1966/7, 08/02/1966).
[125] Derdiman, R. Cengiz, “Siyasal Sistemimizde Cumhuriyet Senatosu Kurulması Önerisi Üzerinde Değerlendirmeler”, PARADOKS, Ekonomi, Sosyoloji ve Politika Dergisi, (e-dergi), http://www.paradoks.org, Yıl:4 Sayı:2 (Temmuz-2008).
[126] Örneğin, Cevdet Sunay ve Fahri Korutürk bir “kontenjan senatörü” olarak TBMM’ye girmişler ve sonrasında Cumhurbaşkanı seçilmişlerdi. Cevdet Sunay’ı Cumhurbaşkanı vekili İbrahim Şevki Atasagun; Fahri Korutürk’ü ise Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay kontenjan senatörlüğüne atamışlardır.
[127] Temsilciler Meclisi Anayasa Komisyonu Raporu, sıra sayısı: 35, karar: 27, tarih: 09.03.1961, s. 5.
[128] Aynı kanaat: Özçelik, s. 39.
[129] Güneş, Turan, Türk Pozitif Hukukunda Yürütme Organının Düzenleyici İşlemleri, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara, 1965, s. 41; Derdiman, R. Cengiz, İdare Hukuku, 5. Baskı, Aktüel Yayınları, Bursa, 2015, s. 45, 46.
[130] Örneğin bir görüşe göre: Aslında 1961 Anayasası Türk Anayasal sisteminde anarşi ve terörle mücadeleyi etkin bir şekilde yapabilmeyi mümkün kılan düzenlemelerde eksik kalmıştı. Kuzu, Burhan, 1982 Anayasasının Temel Nitelikleri ve Getirdiği Yenilikler, Filiz Kitabevi Yayını, İstanbul, 1990, s. 18.
[131] Bakınız: Kuzu, Anayasa Hukukumuzda…, s. 144, 146. Yürütmenin güçsüzlüğünün, yetkisizliğinden kaynaklanmadığı; yöneticilerin tutumlarıyla ilgili olduğu görüşü (Erdoğan Tosun, Gülgün-Tosun, Tanju, Türkiye’nin Siyasal İstikrar Arayışı Başkanlık ve Yarı Başkanlık Sistemleri, Alfa Yayınları, İstanbul, 1999, s. 13) de bununla bağlantılı olarak düşünülmelidir.
[132] Soysal, 100 Soruda Anayasasının Anlamı, s. 81.
[133] Özçelik, s. 37
[134] Kuzu, Anayasa Hukukumuzda…, s. 157.
[135] Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 25.03.1977 tarihli ve esas:1976/92 karar: 1977/160 sayılı kararı, ( nak: Tan, Turgut, “Anayasa Mahkemesi Kararları Işığında Yürütmenin Düzenleme Yetkisi”, Anayasa Yargısı, sayı: 3, yıl: 1986, ss: 203-216, s. 207; Derdiman, R. Cengiz, “1982 Anayasasına Göre Kanun Kavramı”, Hukuki Yaklaşım Sitesi, https://www.hukukiyaklasim.com/makaleler/1982-anayasasina-gore-kanun-kavrami/, erişim: 17.04.2023; Tanör-Yüzbaşıoğlı, s. 370, 371. Duran da (Lütfi, Düzenleme Yetkisi Özerk Sayılabilir mi?” İdare Hukuku ve İlimleri Dergisi, cilt: 4, sayı: 1-3, ss: 33-42, s. 33) da, 1962 Anayasası döneminde Anayasa Mahkemesinin ve Danıştayın, idareye kanun olmadan da düzenleme yetkisi verdiğini ifade etmektedir. Diğer taraftan, AYM, (25.10.1969 tarihli ve Esas: 1967/41, Karar:1969/57, sayılı kararıyla) yürütmenin sadece tüzük değil yönetmelik ve diğer düzenleyici işlemler yapabilmesinin de Anayasaya aykırı olmadığını kararlaştırmıştı.
[136] “Yasama organının, kanun yaparken bütün [ihtimalleri] gözönünde bulundurularak ayrıntı kuralları da saptamak yetkisi varsa da[;] sık sık değişen durumlar ve ihtiyaçlar karşısında bu organın, yapısı bakımından ağır işlemesi ve günlük olayları izleyerek zamanında gerekli tedbirleri almasının güçlüğü dolayısıyla[,] kanunda esaslı hükümleri saptadıktan sonra acil olaylarda Hükümete veya kimi makamlara tedbir almak yetkisi bırakması da yasama yetkisini kullanmaktan başka bir şey değildir. Bu durum karşısında yasama yetkisinin yürütme organına bırakıldığı gibi bir anlam çıkarmak doğru olamaz.” AYM’nin 07.06.1973 tarihli ve Esas: 1973/12, Karar: 1973/24 sayılı kararı. AYM’nin 10.12.1962 tarihli ve Esas:1962/198, Karar:1962/111, ve kararı da aynı yöndedir.
[137] Bu konuda 1961 Anayasasının 92. maddesi okununca usulün zorluğu ve karmaşıklığı; ve ayrıca, bir kısım üyeleri halk tarafından seçilmemiş olan Cumhuriyet Senatosunun sürece etki düzeyi de görülecektir.
[138] Benzer görüş: Anayurt, Anayasa Hukuku, s. 188; Tunç, 40.
[139] 1961 Anayasası döneminde yani 20 senede, 1 azınlık ve 9 koalisyon hükümeti kurulmuştu. 1982 Anayasası döneminde de 3 azınlık 1 geçici seçim hükümeti ve 5 de koalisyon hükümeti kuruldu. 1961 Anayasası ve 1982 Anayasası dönemlerinde koalisyon hükümetleri süreleri ile ilgili olarak bakınız: Uslu, Ferhat, Türkiye’de Hükümet Sistemi Tartışmaları ve Cumhurbaşkanlığı Sisteminde Yasama ve Yürütme Organları Arasındaki İlişkiler, Filiz Kitabevi Yayını, İstanbul, 2022, s. 319 ve 428, 429; Derdiman, R. Cengiz, “Hükûmet Şekli Bakımından Ülkemizde Mevcut Durum ve Getirdiği Sorunlara Çözüm Olarak ‘Başkanlık Modeli’”, Polis Dergisi,yıl: 6, sa: 22, Ocak-Şubat-Mart 2000, s. 95; Kuzu, Burhan, “Türkiye İçin Başkanlık Hükümeti”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt: 29, sayı: 3, ss: 58-85, s.64.
[140] Millet Meclisi Başkanın, ihtiyaç olan kanunların hiç ya da vaktinde çıkarılamadığına ilişkin 07.07.1979 tarihi basın toplantısı, nakleden: Özdemir, Hikmet, “Siyasal Tarih (1960-1980)”, Türkiye Tarihi 4, Yayın Yönetmeni Sina Akşin,Cem Yayınevi, İstanbul, (tarihsiz), s. 246. Anayasa Değişikliğine dair 6771 sayılı kanun gerekçesinde istikrara olan ihtiyaca, “33 yılda 21 hükümetin kurulduğu her birisinin ortalama 1,5 yıl sürdüğü, Ülkemizdeki siyasal hayatın istikrara kavuşturulması ve tartışmasız istikrar üreten bir sistemin öneminin açık olduğu” [Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair (6771 Sayılı) Kanun(un) Teklifi (2/1504) ve Anayasa Komisyonu Raporu, Yasama Dönemi: 26, Yasama Yılı: 2, sıra sayısı: 447, http://anayasadegisikligi.barobirlik.org.tr/pdf/anayasadegisikligikanunteklifi.pdf erişim: 26.10.2023, s. 19] ifadeleriyle dikkat çekmiştir.
[141] Özer, Türk Anayasa Hukuku, s. 104; Ertunç, 423 ve devamı.
[142] Bakınız: Ertunç, s. 426. Örneğin: MGK’nın genel güvenlikle ilgili olarak alacağı kararları hükümete tavsiye edici fonksiyonunu, bu Kurul’u görüş bildirmekten daha güçlü kılmıştı. (Duran, Lütfi, İdare Hukuku, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayını, İstanbul, 1982, s. 130; Ertunç, s. 427, 428). “Milli güvenlik” tabirinin, toplumsal hayatın her anını kapsayabilecek (ya da bununla ilgisi kurulabilecek) deyim olması; MGK’nın tüm toplumsal sorunlarda söz sahibi olabileceğini de göstermekteydi.
[143] Özbudun, Ergun, Türkiye’de siyasal açıdan kutuplaşmaya elverişli bir siyasal kültürün olduğu yönünde Malta Köşkü konuşması, 27.05.2013,Nakleden: Fendoğlu, Hasan Tahsin, 171 Soruda Başkanlık Sistemi, Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 2017, s. 336.
[144] Erdoğan, s. 122.
[145] Aynı kanaat: Kuzu, Anayasa Hukukumuzda…, s. 152.
[146] Kısaca belirtmek gerekirse: 1982 Anayasasının yapılmasından evvelki dönemlerde, 1961 Anayasasının uygulanmasından doğan sakıncaların giderilmesi için yarı-başkanlık ya da parlamenter sistem içinde kuvvetli yürütme önerileri dikkat çekmiştir. Özsoy, Şule, 1982 Anayasasının Yapım Süreci, XII Levha Yayınları, İstanbul, 2010, s. 9-14; Tanör, Bülent, İki Anayasa, Beta Yayınları, İstanbul, 1986, s. 61 ve devamı; Kuzu, 1982 Anayasasının…, s. 13 ve devamı. Yürütmenin güçlendirmesinin başkanlık sistemi önerisine götürenler de olmuştu. Örneğin Milli Selamet Partisi ya da dönemin bir kısım aydını böyle düşünmüştü. Çolak, D. Çağrı-Uzun, Abdullah, “Türk Siyasal Hayatında Başkanlık Sistemini Gündeme Getiren Liderler: Türkeş, Demirel, Özal ve Erdoğan” Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi Cilt: 10 Sayı: 50, Haziran 2017, ss: 196-214, s. 204 ve devamı;Tanör, İki Anayasa, s. 67, 75.
[147] Benzer görüş: Gülsoy, Mehmet Tevfik (2009): “Anayasa Mahkemesi Kararlarında Ölçü-Norm ve Siyasal Alanın Sınırı Olarak Başlangıç İlkelerİ”, http://archiv.jura.uni-saarland.de/turkish/TGuelsoy.html, erişim: 23.04.2009.
[148] Soysal, 100 Soruda Anayasanın Anlamı, s. 63.
[149] Hatta bir görüşe göre, bu zayıflatılma ile yürütme, “cendereye sıkıştırmak” (Kuzu, 1982 Anayasasının…, s. 17) gibi bir duruma maruz kalmıştı.
[150] Derdiman Türklerde Devlet Anlayışı ve Hükümet Sistemi, 09.09.2023.
[151] Üskül, s. 357. Yürütmenin güçlendirilmesinde, konuya ilişkin uzmanlaşma, sanayileşme ve benzeri sebepler de rol oynamıştır. Vernon, Manfred C. Devlet Sistemleri Mukayeseli Devlet İdaresine Giriş, Çeviren: Mümtaz Soysal, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara, 1961, s. 3.
[152] AYM’nin 18.02.1985 tarihli ve Esas: 1984/9, Karar: 1985/4 sayılı Kararı.
[153] Derdiman, İdare Hukuku, s. 163.
[154] Benzer değerlendirme: Aliefendioğlu, s. 7.
[155] Benzer görüş: Giritli-Sarmaşık, s. 194.
[156] Eroğlu, Hamza, İdare Hukuku, Faryal Matbaacılık, Ankara, 1984, s. 450.
[157] Bakınız: Teziç, Erdoğan, Anayasa Hukuku, 16. Baskı, Beta Yayınları, İstanbul, 2013, s. 233, 234; Hakyemez, Yusuf Şevki, Militan Demokrasi Anlayışı ve 1982 Anayasası, Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku Anabilim Dalı, İstanbul 1999, s. 125-129.
[158] Soysal, 100 Soruda Anayasanın Anlamı, s. 77.
[159] Kocaoğlu, s. 312.
[160] Tanör, İki Anayasa, s. 70. Ayıca bakınız: Kuzu, 1982 Anayasasının…, s. 14.
[161] Teziç, s. 234. “Hakimler Hükümeti”, yargı mercilerinin yargısal denetimlerinin hukuka uygunluk sınırını aşarak, yasama ve yürütmenin alanlarına ve tercihlerine müdahaleye varacak şekilde “yerindelik denetimi” yapmalarını anlatmak için ortaya atılan deyimdir. Yargının erkinin, bu yöntemle güçlenmesi, adeta başka bir hükümet sistemini andırır görülebilmesini anlatmış olmak için bu deyim kullanılmaktadır.
[162] Derdiman, Hükûmet Şekli Bakımından…, s. 95; Derdiman, Anayasa Hukuku, 2013, s. 400. Aynı yönde bakınız örneğin: Uslu, Türkiye’de Hükümet Sistemi Tartışmaları ve Cumhurbaşkanlığı Sisteminde Yasama ve Yürütme Organları Arasındaki İlişkiler, s. 659.
[163] Derdiman, Hükûmet Şekli Bakımından …, s. 95.
[164] Anayurt, Anayasa Hukuku, s. 299.
[165] Aynı Kanaat: Anayurt, Anayasa Hukuku, s. 300.
[166] Cumhurbaşkanı, Anayasa Değişikliklerinden evvel 11 asil ve 4 yedek üyeden oluşan AYM’ye, 4 üyeyi doğrudan, kalan diğer üyeleri de Yüksek Mahkemeler ve YÖK’ün teklif edecekleri 3’er üye arasından seçme yetkisine sahip kılınmıştır. Sonraki, 5892 ve 6771 sayılı Kanunlarla yapılan değişikliklerde ise Cumhurbaşkanı, bir kısım üyeleri kendisine teklif edilenler arasından seçmekten başka; yine doğrudan 4 üyeyi de seçebilme yetkileriyle donatılmıştır. Düzenlemelere gör 3 üyeyi de TBMM’nin seçmesi söz konusu olmuştur.
[167] Parla, s. 61.
[168] 1961 Anayasasında 2 ayrı kuruluş; Yüksek Hakimler Kurulu ve Yüksek Savcılar Kurulu olarak anılan Kurullar, 1982 Anayasasında HSYK olarak yeniden yapılandırıldı. HSYK’nın üyeleri, evvelkinden farklı olarak, Yargıtay’ın seçtiği 3 Yargıtay üyesi ve Danıştay’ın seçtiği 2 Danıştay üyesi ile Adalet Bakanı ve Müsteşarından oluşturulmuştu. Fakat 2010 yılındaki değişiklerle 22 üyeli olarak yeniden oluşturulan HSK’nın 4 üyesi doğrudan Cumhurbaşkanınca seçilebilir hale getirilmişti. Bundan başka Adalet Bakanı ve Müsteşarı da ayrıca yürütme organının üyeleri olarak tabii(=doğal) üye sıfatlarını korumuşlardı.
[169] Bu günkü düzende ise üye sayısı 13’e indirilen Kurulun, 3’ü adli yargı hâkim ve savcıları 1’i idari yargı hâkim ve savcıları arasından Cumhurbaşkanınca; diğer üyelerin 3’ü Yargıtay, 1’i Danıştay üyelerinden, 3’ü de avukatlar ve yüksek öğretim kurumlarında hukuk dallarında görev yapan öğretim üyeleri içinden TBMM tarafından seçilecektir. Dolayısıyla Anayasa, Cumhurbaşkanının HSK’ya üye seçme yetkisini, HSYK’nın üye sayısına kıyasla, oransal olarak artırmıştır. Yüksek yargı mensuplarının, kendi içlerinden doğrudan üye seçmeleri yerine; üye seçme yetkisinin TBMM’ye verilmesi, Kurul siyasallaştırılmış da olabilecektir.
[170] Örneğin Anavatan Partisi Genel Başkanıyken Cumhurbaşkanı seçilen Turgut Özal’a ilişkin olarak bakınız: Oder, Bertil Emrah, “Türkiye’de Baş kanlık ve Yarı Başkanlık Rejimi Tartışmaları: 1991-2005 Yılları Arasında Basına Yansıyan Öneri ve Tepkilerden Kesitler”, Başkanlık Sistemi, Yayına Hazırlayan: Teoman Ergül, Türkiye Barolar Birliği Yayını, Ankara, 2005, ss: 31-71, s. 33, 34, dipnot: 4.
[171] Özbudun, Ergun, “Hükümet Sistemi Tartışmaları”, Türkiye Günlüğü, Mart-Nisan 2013 yıl: 9, sayı: 51, ss: 205-213, s. 213; Özbudun, Ergun, “Hükümet Sistemi Tartışmaları, Düşünce Yazıları, 2015, www.brarada.org/tr/16878/Prof-Dr-Ergun-Ozbudun-Huk-met-Sstem-Tartsmalar, erişim: 19.09.2020;Fendoğlu, s. 318, 319.
[172] Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, s. 158
[173] Yokuş, Sevtap, Elections and the Presidential System in Turkey Published by Democratic Progress Institute www.democraticprogress.org, London, 2018, s. 24
[174] Örneğin: Parla, Taha, Demokrasi Anayasalar Partiler ve Türkiye’nin Siyasal Rejimi, Onur Yayınları, İstanbul, 1986, s. 57; Sabuncu, Yavuz, Anayasaya Giriş, 15. Baskı, İmaj Yayınevi yayını, Ankara, 2012,s. 243, 244; Atar, Yavuz, Türk Anayasa Hukuku, 7. Baskı, Mimoza Yayınları, Konya, 2012, s. 265; Üçışık, s. 255; Tanör-Yüzbaşıoğlu, s. 321;Yazıcıoğlu, Recep, Bu Sistem Değişmeli, Alternatif bir Yaklaşım, Birey Yayınları, İstanbul, 1995, s. 16; Özsoy Boyunsuz, Şule, “Regime Cycles, Constitution Making, and the Political System Question in Ottoman and Turkish Constitutional Developments” The Failure of Popular Constitution Making in Turkey, (Edited by Petersen, Felix -Yanaşmayan, Zeynep), Cambridge University Press, Cambridge, 2020, ss: 84-117, s. 103, 111 ve devamı; Yokuş, s. 24.
[175] “Anayasal devlet, iktidarın kurumsallaştığı ve hukuk devletinin gerekleri doğrultusunda hukuksal çerçeveye oturtulduğu bir yapıdır.” Derdiman, Anayasa Hukuku, 2013 s. 2. Hukuk devleti ve çağdaş insan hakları prensiplerine yer vermeyen anayasalara sahip devletler de sadece “Anayasalı devlet” olabilirler.
[176] 1909 değişiklikleriyle oluşan yeni Anayasal düzen halkın hürriyet ve refah beklentilerine de cevap vermemişti. -Anayasanın yürürlüğe konulmasında ve değiştirilmesinde rol oynayan ve- 1918 yılına kadar yönetimde etkin olan İttihat ve Terakki, 1912’de iktidardan kısa süreliğine uzaklaştı. Bu arada, kendi etkinliğini artırmak isteyen İttihat ve terakki, Meclisin feshi ile ilgili yeni değişikliği de değiştirmek hamlesini yaptı.
Böylece, Padişahın Meclisi Meb’usan’ı feshederken Meclisi Ayan’ın görüşünü alma usulü Anayasadan çıkarıldı. Meclis, 1909-1920 arasında; 2’si 1912’de olmak üzere 4 kez feshedildi (Yılmaz, s. 53). Daha evvel denetleyici rol üstlenen (Akşin, Sina, 100 Soruda Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1980, s. 241) ama- “23 Ocak 1913’teki Babıâli Baskınıyla gerçek diktatörlüğünü kuran İttihat ve Terakki” (Soysal, 100 Sorunda Anayasasının Anlamı, s. 33; Öztuna, s. 248) -1912’deki seçimlerde de çeşitli baskı ve zorlamalarla Meclisi Mebusanın çoğunluğunu elde etmiş olmasına rağmen,- Meclisin feshedilmesi Ülkede siyasal buhranın dinmediğini ve hatta arttığını gösterdi. Geniş bilgi için bakınız: Tunaya, Tarık Zafer, Hürriyetin İlanı, İkinci Meşrutiyetin Siyasi Hayatına Bakışlar, Baha Matbaası, İstanbul, 1959, s. 36 ve devamı; Okandan, Recai Galip, Amme Hukukumuzda İkinci Meşrutiyet Devri, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayını, Kenan Matbaası, İstanbul, 1947, s. 87 ve devamı; Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri, s. 202 ve devamı.
Bu bunalımına sebep olan etkenler arasında; “idare edenlere atfedilen en büyük kusur topluluğu parçalayıcı ve fertleri birbirine düşürücü iç ve dış sebepleri yok edememeleri veya bunlarla açıkça çarpışmayı kabul edememeleriydi.” Tunaya, s. 65.
[177] Tanör, Bülent, Türkiye’nin İnsan Hakları Sorunu, 3. Baskı, BDS Yayınları, İstanbul, 1994, s. 274.
[178] Platter – Çalışkan s. 848
[179] Platter – Çalışkan, s. 844
[180] Benzer görüş: İba, Şeref, Anayasa ve Parlamento üzerine İncelemeler, Türkiye İş Bankası Yayını, İstanbul, 2010, s. 212. Eklemek gerekirse: 11. Cumhurbaşkanının seçimine ilişkin TBMM kararını AYM iptal etmiştir. Yapılan Anayasa değişikliği halkoyuna sunulmuş, kabulü sürecinde 11. Cumhurbaşkanı TBMM tarafından seçilerek görevine başlamıştır. 12. Cumhurbaşkanından bu yana cumhurbaşkanlarını halk seçmeye başlamıştır. Bu durum, Anayasada yer alan yetkileri ile güçlendirilmiş Cumhurbaşkanını, daha da güçlendirmiştir; sistemi de açık bir yarı-başkanlığa taşımıştır. Bakanlar Kurulu’nun ve Cumhurbaşkanının vaadlerinin çatışması halinde Devlet işlerinde tıkanma tehlikesi oluşturabilecek bu hal; çözüm bekleyen konu haline gelmiştir.
[181] Benzer görüş: Duverger, Maurice, Seçimle Gelen Krallar, çeviren: Necati Erkurt, Kelebek Yayınları, İstanbul, 1986, s. 105, 106.
[182] Kanadoğlu, Korkud, “Modern Anayasal Devlet: Amerikan, Alman ve Türk Anayasaları Üzerinden Bir Deneme”, Hukuk Defterleri, hukukdefterler.com/modern-anayasal-devlet-amerkan-alman-ve-turk-anayasalar-uzernden-br-deneme/ Erişim: 10.10.2020.
[183] Tunç, s. 214.
[184] Demir, s. 405.
[185] Cömert, Yusuf Ziya, “Sistem yanlışa teşvik ediyor”, Karar, 11.10.2021, https://www.karar.com/yazarlar/yusuf-ziya-comert/sistem-yanlisa-tesvik-ediyor-1590882, erişim: 29.10.2021; Kanadoğlu, Osman Korkut-Duygun, Ahmet Mert, Anayasa Hukukunun Genel Esasları, Oniki Levha Yayınları, İstanbul. 2020, s. 339.
[186] Kanadoğlu-Duygun, s. 339 340. Konuya ilişkin olarak ayrıca bakınız:
Özyurt Davut -Saka, Abdulkadir, “Türk Anayasalarına Hükûmet Sistemleri Perspektifinden Bir Bakış”, Adalet Dergisi, Yıl: 2021/2 Sayı: 67, ss.163-203, s. 195; Yarbay, Ersönmez. Cumhurbaşkanlığı Sistemi, Ekin Yayınları, Bursa, 2017, s. 63; Kaboğlu, İbrahim, 15 Temmuz Anayasası, Tekin Yayınevi, İstanbul, 2017, s. 184, 221; Türk, Hikmet Sami, Anayasa’ya Aykırı Anayasa Değişiklikleri, Yetkin Yayınları, Ankara 2018; Esen, Selin, “2016 Anayasa Değişiklik Teklifinin Değerlendirilmesi”, Ankara Barosu Dergisi 2016/4, s. 57, 71; Rumpf, Cristian, Die Verfassungsänderung 2017, stand 10.07.2020, http://www.tuerkei-recht.de/downloads/Verfassungsaenderung.pdf (14.10.2020), s. 11; Seufert, Günter, Ein Präsidialsystem »türkischer Art« Konzentration der Macht auf Kosten politischer Gestaltungskraft, SWP-Studie 4 März 2019, Berlin, s. 9; Furtak, Flarian T., Demokratische Regierungssysteme Eine Einführung, Springer Verlag, Wiesbaden, 2018, s. 185 vd; Tombuş, Ertuğ “The People and Its Embodiment: Authoritarian Foundations of Constitutions in Turkey”, The Failure of Popular Constitution Making in Turkey, (Edited by Petersen, Felix -Yanaşmayan, Zeynep), Cambridge University Press, Cambridge, 2020, ss: 59-84, s. 82.
[187] Yukarıda de değinilen bu husus için bakınız örneğin: Özsoy, s. 9-14; Tanör, Bülent, İki Anayasa, s. 61 ve devamı; Kuzu, 1982 Anayasasının…, s. 13 ve devamı. Osmanlı sisteminin başkanlık modeline daha yakın olduğu düşüncesi: Yazıcıoğlu, s. 16
[188] Derdiman, “Türklerde Devlet Anlayışı ve Hükümet Sistemi”, Hukuki Yaklaşım Sitesi, 09.09.2023.
[189] İhsanoğlu, Ekmeleddin (Editör)/İpşirli, Mehmet (Yazar), Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi cilt: 1, İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi yayını, İstanbul; 1994s. 143.
[190] Yetkin, Aydın, “Divan-ı Hümayun”, The Journal of Academic Social Science Studies JASSS, October 2012Volume 5 Issue 5, p. 353-390, s. 361. “Fatih Kanunnâmesi’nde vüzeranın ve ümeranın baĢı olduğu, cümlenin ulusu, cümle işlerin vekil-i mutlakı bulunduğu, teşrifatta herkesten önde geldiği belirtilmiştir.” İlhan Satış, “Sadâret’ten Başvekâlet’e Sadrazamlık”, Turkish Studies – International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 6/3 Summer 2011, p.1715-1728, s. 1717; Demir, Abdullah “Osmanlı Hukukunda Devletin Yapısı”, Avrasya Sosyal ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi, Cilt 3, Sayı 1 (2016), s. 1-19, s. 6.
[191] Mehmet V. Seyitdanlıoğlu, “Divan-ı Hümayundan Meclisi Meb’usana Osmanlı İmparatorluğunda Yasama” Osmanlı 6 Teşkilât Editör: Güler Eren, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 1999, s. 17.
[192] Halaçoğlu, Yusuf, XIV-XVII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilâtı Ve Sosyal Yapı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1991, s. 7.
[193] “Osmanlı hükümdarlarının ilk ve en kudretli zamanlarında bile dîvân kararlarına uydukları ve bunun haricine çıkmadıkları görülmüştür.” Halaçoğlu, s. 2
[194] İhsanoğlu/İpşirli, s. 143.
[195] Kanadoğlu, Sabih, “Ucube Bir Sistem”, Tek Adamcı Saray Düzeni, Hazırlayan Çağdaş Bayraktar, Cumhuriyet Kitapları Yayını, ss: 51-54, s. 54; Şirin, Tolga, Anayasa’dan Çıkış, İmge Kitabevi Yayını, Ankara, 2022, s. 104; Kaboğlu, İbrahim, “2/4779 Esas Sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi (İstismarcı Anayasa Değişikliğinden Fırsatçı Değişiklik Girişimine)”, Legal Blok, 13.04.2023, https://legal.com.tr/blog/anayasa-hukuku/2-4779-esas-sayili-turkiye-cumhuriyeti-anayasasinda-degisiklik-yapilmasina-dair-kanun-teklifi-istismarci-anayasa-degisikliginden-firsatci-degisiklik-girisimine/ erişim: 26.10.2023; Doster, Barış, “Başarı Şansı Olmayan Bir Model: Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”, Tek Adamcı Saray Düzeni, Hazırlayan Çağdaş Bayraktar, Cumhuriyet Kitapları Yayını, ss: 102-113, s. 110, 111.
[196] Konuya ilişkin gerekçeli Anayasa tasarısında, 1961 Anayasasında da güçlü ve istikrarlı bir icra organının tavsiye edildiği ve bunun zaruretine işaret edilmiştir. Kuzu, Her Yönüyle Başkanlık Sistemi, s. 84.
[197] Bakınız: Kuzu, Anayasa Hukukumuzda…, s. 144, 146.
[198] “Cumhurbaşkanının 1982 Anayasasında yetkilerinin çok önemli derecede artırıldığı görülmektedir.” Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair (6771 Sayılı) Kanun(un) Teklifi (2/1504) ve Anayasa Komisyonu Raporu, s. 10. “1982 Anayasası, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin kabul edilmesinden önce bile, istikrarı sağlamak için yürütmeye ve onu doğuran siyasi koşulların bir sonucu olarak Cumhurbaşkanına büyük yetkiler vermiş; öyle ki yürütme diğer erkleri gölgede bırak[mış]tı.” Yokuş, Sevtap, Elections and the Presidential System in Turkey Published by Democratic Progress Institute (www.democraticprogress.org), London, 2018, s. 24.
[199] Anayasa Değişikliğine Dair 6771 sayılı Anayasa değişikliğine dair Kanunun, 15. Temmuz 2016’daki menfur darbe girişimi (aşağıdaki dipnot: 201) arkasından ilan edilen -ve olağanüstü hâl KHK’larının çıkarıldığı [Kaboğlu, İbrahim, “2/4779 Esas Sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi (İstismarcı Anayasa Değişikliğinden Fırsatçı Değişiklik Girişimine)”, Legal Blok, 13.04.2023, https://legal.com.tr/blog/anayasa-hukuku/2-4779-esas-sayili-turkiye-cumhuriyeti-anayasasinda-degisiklik-yapilmasina-dair-kanun-teklifi-istismarci-anayasa-degisikliginden-firsatci-degisiklik-girisimine/ erişim: 26.10.2023] olağanüstü hâl şartlarında yapılması, haklı olarak eleştirilmiştir. (Yokuş, Sevtap, Elections and the Presidential System in Turkey, Published by Democratic Progress Institute www.democraticprogress.org, London, 2018, s. 25; Türk, Hikmet Sami. Anayasa’ya Aykırı Anayasa Değişiklikleri, Yetkin Yayınları, Ankara,2018, s. 125. Bulut, s. 293).
Bu açıdan: Anayasa değişikliği ve referandum, değişikliğe aykırı düşüncelerin açıklanamadığı; Üniversite ve bilim insanlarının konuya ilişkin fikirlerini tam olarak açıkla(ya)madıkları (Kongar, Emre, “Ucube Bir Anayasa ile Kurulan Ucube Bir Tek Kişi Rejiminin Geleceği”, Tek Adamcı Saray Düzeni, Hazırlayan Çağdaş Bayraktar, Cumhuriyet Kitapları Yayını, İstanbul, 2019, s. 146) ortamda, tek taraflı propagandayla (Bulut, s. 293) gerçekleştirilmiştir.
[200] “Vesayet sistemi ile millet iradesine ve iktidara ortak olmak isteyen çevreler, seçimle oluşan iktidarı bölmek ve zayıflatmak düşüncesiyle hareket etmişlerdir…Darbelerle oluşan ve beslenen vesayetçi anlayış, zaman zaman açık veya üstü örtülü şekilde milletin seçtiği iktidara müdahalelerde bulunmuş, daima kendini iktidarın asıl sahibi olarak görmüştür.” [Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair (6771 Sayılı) Kanun(un) Teklifi (2/1504) ve Anayasa Komisyonu Raporu, s. 10]. Bu tür vesayetçi anlayışı kabul etmek mümkün değildir.
Siyasal rejime ve yönetimlere karşı yapılan veya yapılacak antidemokratik müdahale veya vesayetçi tutumlar; Cumhuriyetimizin Anayasada belirtilen nitelikleri ile oluşturduğu Anayasal nizamla bağdaşmadıkları gibi, Milli iradeyi de hiçe saymaları sebebiyle de, hiçbir şekilde kabul edilemez.
[201] Anayasa değişikliklerine ilişkin 6771 sayılı Kanunun da, FETÖ güçlerinin 15.Temmuz 2016 tarihindeki hain darbe girişiminden (Derdiman, R. Cengiz, “Hükümet Sistemi Olarak Cumhurbaşkanlığı Sistemi”, Hukuki Yaklaşım Sitesi, https://www.hukukiyaklasim.com/makaleler/hukumet-sistemi-olarak-cumhurbaskanligi-sistemi/ 2024, dipnot: 6 ve bu dipnottaki kaynaklar) sonra çıkarılması söz konusu olmuştur.
[202] “Türkiye’nin hükümet sistemini millete ve onun iradesine güveni esas alan bir şekilde düzenlemek, sadece demokrasi ve hukukun gereği değil, aynı zamanda milletimizin canı pahasına ortaya koyduğu talep haline gelmiştir.” Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair (6771 Sayılı) Kanun(un) Teklifi (2/1504) ve Anayasa Komisyonu Raporu, s. 10
[203] Türk, Hikmet Sami, Anayasa’ya Aykırı Anayasa Değişiklikleri, Yetkin Yayınları, Ankara, 2018, s. 353.
[204] Örneğin bakınız: yukarıda, dipnot: 195 ve buna bağlı bilgi.
[205] Örneğin bakınız: Derdiman, R. Cengiz, “Parlamenter Sisteme Dönüş İsabetli Midir?”, Hukuki Yaklaşım Sitesi, https://www.hukukiyaklasim.com/makaleler/parlamenter-sisteme-donus-isabetli-midir/ 2024; Fendoğlu, s. 331.
[206] Geniş bilgi: Derdiman, “Parlamenter Sisteme Dönüş İsabetli Midir?”,.2024
[207] Bakınız yukarıda dipnot 196-198.
[208] Derdiman, R. Cengiz, “Cumhurbaşkanlığı Sisteminin İyileştirilmesi Önerileri”, Hukuki Yaklaşım Sitesi, https://www.hukukiyaklasim.com/makaleler/cumhurbaskanligi-sisteminin-iyilestirilmesi-onerileri/ 2024.