Siyasal rejimlerin işlerliğini sağlayacak insani, sosyal, siyasi, kültürel ve iktisadi faktörler: Ülkemiz için de geçerli olabilecek genel bir değerlendirme*
Siyasal rejimlerin işlerliğini sağlayacak hususları içeren bu yazının tamamını ilgilendiren genel bir özetini:
“Sonuç yerine: Siyasal Rejimlerin işlerliğini sağlayacak insani, sosyal, siyasi, kültürel ve iktisadi faktörler”
Başlığında yapmış bulunmaktayız. Ancak, siyasal rejimlere katkı olabilecek bu hususları tam anlayabilmek için, yazının tümünü okumak faydalı olacaktır. Yine yeri gelmişken belirtmek gerekir ki, bu yazıyı daha iyi anlayabilmek için bu sitede, yayımlanan:
1-) “Türklerde Devlet Anlayışı ve Hükümet Şekli”;
2-) “Anayasal Gelişimde Hükümet Sistemleri”;
3-) “Hükümet Sistemi Olarak Cumhurbaşkanlığı Sistemi”;
4-) “Cumhurbaşkanlığı Sistemine İlişkin Değerlendirmeler”;
5-) “Parlamenter Sisteme Dönüş İsabetli midir?”
6-) “Cumhurbaşkanlığı Sisteminin İyileştirilmesi Önerlileri”;
Adlı yazılarımızı, bu sıralamaya uygun şekilde okumak, çok daha faydalı ve yerinde olacaktır.
Siyasal rejimlerin bireylerin ve toplumun huzuru ve refahı için; adil, eşitlikçi ve hürriyetçi prensiplere bağlı olan “hukukun üstünlüğüne ve güvenliği”ne bağlı şekilde işlemeleri gerekir. Oysa, bu, Anayasa ve kanunlarla andığımız yönde düzenlemeler yapmaya ve bunları güvence altına almaya bağlıdır.
“Hükümet sistemleri”ni, siyasal rejimlerin işlerliğini sağlayıcı mekanizmalar olarak görmek gerekir. Dolayısıyla, (-.yasama, yürütme ve yargının birbirlerine karşı bağımsız; ama aynı zamanda birlerini denetleyen.-) gerçek kuvvetler ayrılığına dayalı hükümet sistemleri, kamu hürriyetlerinin ve hukukun üstünlüğünün garantisine katkı niteliği taşıyacaklardır.
Nitekim, aklî bakışlar, tecrübeler ve müşahedeler göstermiştir ki: siyasal rejimlerin (kuvvetlerin birbirlerini sınırlamalarıyla/denetimleriyle) ideal dengeye ulaşmaları için, “hukuksal (=Anayasal/yasal) düzenlemeler” yeterli değildirler.
Siyasal rejimlerin kendi bünyelerinde yapılandırdıkları hükümet sistemlerinin, yukarıda tasvir ettiğimiz şekilde işlemeleri gereklidir. Bunun için hukuksal düzenlemeyle oluş(turul)an dengeden doğacak sorunları veya hukuki boşlukları gidermek gerekecektir. Bu boşlukları veya sorunları gidermede; insani, siyasi, sosyal, iktisadi ve kültürel faktörler önemli rol oynayacaklardır.
Şüphesiz ki, siyasal rejimlerin adil, eşitlikçi, hürriyetçi hukuku üstün tutan demokrasiye bağlı şekilde işle(til)meleri esastır. Ve böyle de olmalıdır. Bu bakımdan, anılan ilkelerle birlikte mütehassısan, “Milli egemenlik” ve “kuvvetler ayrılığı” ilkeleri çok önemsenmelidirler.
Ancak, dediğimiz gibi: siyasal rejimlerin sadece anayasal/yasal kaidelerle sağlıklı işlemeleri adeta mümkün değildir. Bu sebepler de siyasal rejimlerin ideal(e yaklaşabilen) bir şekilde işlemeleri, anayasal/yasal kaidelerin bir kısım faktörlerle desteklenmelerine bağlıdır.
Dolayısıyla bu yazı, siyasal rejimlerin işleyişini sağlayacak insani, kültürel, sosyal, iktisadi ve siyasi faktörleri işlemektedir. Bunun için maddi ve manevi değerlerimizi konu edinen bilimsel kaynaklara dayanan bakışı esas almış bulunmaktayız.
Bir konuda bilimsel anlatım, konuyla ilgili kaynaklara erişilebildiği ölçüde amacına ulaşır ve ciddiyet kazanır. Bu yazının başlığı itibarıyla konumuz siyasal rejimlerin en iyi şekilde işleyişini araştırmaktır. Böyle bir yazı için, konuları itibarıyla erişilebilen dini ve dolayısıyla İslâmi kaynaklara da başvurulmuştur. Ele alınan konuların mahiyetine bakılınca, toplumsal hayatın ihtiyaçları ve realiteleri, gerekli bilgilere ulaşmayı başlıbaşına kamu yararına uygun kılmaktadır. Anayasamız, dini devlet işlerine karıştırmayı; bundan başka siyasete ve şahsi menfaatlere alet edilmesini ve istismarını yasaklamaktadır. Ancak bilimsel bir çalışmada konuyla ilgili her türlü kaynağa erişimin en doğru ve en isabetli ve en sağlıklı yargıya ve bilgiye ulaşmaya vesile olacağı izahtan varestedir. Hatta böyle bir usulü, bir sonuca ön yargıya dayanmadan, tartışmayla varmayı gerektirecek bilgi ve yargıya ulaşmaya vesile olabilmesi dolayısıyla, toplumsal hayatın ihtiyaçlarını karşılayıcı bir realite olarak görmeliyiz.
Öte yandan, siyasal rejimlerin işleyişinde konu ettiğimiz faktörleri ve dolayısıyla yazının kapsamını olabildiğince artırmak mümkün olabilir. Ama yazımızı, zaten uzun olduğu için, öncelikli ve zorunlu gördüğümüz konularla sınırlı tutmuş bulunmaktayız.
Nihayetinde bu yazı, tüm siyasal rejimlerin insani esaslara göre işle(til)melerinde gerekli asgari faktörleri ele almaktadır. Diğer taraftan bu faktörler, mahiyetleri(=içerikleri) icabı, uyarlılıkları ölçüsünde Ülkemiz için de geçerli olabilecek niteliktedirler. Dolayısıyla -tüm siyasal rejimlerin işleyişinde geçerli addedebileceğimiz- bu değerlendirmelerimizi, Ülkemize uyarlı okumak da isabetli olacaktır.
Bilhassa belirtmek gerekir ki: bu (ve evvelki) yazı(ları)mızdaki geniş açıklamaları da içeren dipnotların çokluğunu, yazım üslûbu olarak görmek gerekir. Bir yazının üslubu yazarına aidiyeti bakımından esere özgünlük verir. Dolayısıyla, yazı(ları)mızı tamamlayıcı diğer bilgilere de erişimi sağlayan dipnotlarıyla okumak yerinde olacaktır.
1. Siyasal rejimlerin işleyişinde çağdaş hürriyetçi prensipleri garanti edici hükümet sistemleri
1.1. Siyasal rejimlerin vasıflandırılmalarında kuvvetler ayrılığı, denge ve denetim fonksiyonları
Hükümet sistemlerinde yasama, yürütme ve yargının ayrılığı demokratik siyasal rejimlerin gereğidir. Ama bu katı bir ayrılık olamaz. Siyasal rejimlerin işleyişinde siyasal, ekonomik ve/veya sosyal sorunlara, bunalımlara ve istikrarsızlıklara meydan vermemek esas amaçtır. Bunun için, bu kuvvetleri, mantıklı bir işbirliğini gerektirecek vasıtalarla donatarak dengelemelidir. Bu dengeyi kurmak da bu kuvvetlerin karşılıklı denetim/kontrol işlevleriyle mümkün olur.[1]
Bununla birlikte siyasal rejimlerin hiçbirisi, hükümet sisteminden kaynaklanacak yukarıdaki sorunları, sadece belirlediği somut kurallarla çözemez. Dolayısıyla bu kurallar yasama, yürütme ve yargının birbirlerini dengelendiği güçlü bir hükümet sistemi kurmaya yetmezler.[2] Çünkü yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin, birbirlerini eşit bir şekilde dengelemeleri hiçbir zaman mümkün değildir/olamaz. Eğer böyle olursa, bu kuvvetlerin hiçbirisi, kendisinden beklenen görevleri tam olarak ifa edemezler. Keza, bu kuvvetler, görevleri yerine getirmek için gerekli yetkileri de kullanamaz hale gelirler. Çünkü, sonuçta böyle bir dengeleme, kuvvetleri, sırf birbirlerini denetleyen pozisyona sokar ve hareketsiz bırakabilir.[3] Şu halde, kabul etmek gerekir ki: hiçbir ülkede ideal ve sorunsuz bir hükümet sisteminin kurulduğunu ve/veya işlediğini söyleyemeyiz.[4] Evet, kuvvetlerin ilişkilerinde daima bir denge söz konusudur; ama terazinin kefeleri hiçbir zaman eşit değildir.[5]
Kısacası, Anayasal bir sistemde egemenliği kullanan organların birbirlerini hukukî faktörlerle eşit şekilde dengelemeleri imkânsız gibidir.[6] Bu doğrultuda, her bir dengeleme alternatifi, bir kesim tarafından eleştiriye maruz kalma talihsizliğinden de kurtulamaz.
Konuya madalyonun bir başka yüzünden de bakmak gerekebilir. Şöyle ki:
İktidar her zaman kötüye kullanılmaya müsaittir.[7] “Çünkü, yetkileri sınırlanmamış organlar, her zaman keyfî ve gayrıinsanî davranabilirler.”[8] Nitekim “tarih [ve tecrübeler], denetlenemeyen iktidarın keyfileştiği ve [hatta bir anlamda] zalimleştiğini göstermektedir.”[9] Dahl[10] da 1787 Amerikan Anayasa Kongresi üyelerinin de bu yöndeki görüşlerini dile getirmektedir. Ve bu görüşlerin, gücün hukuk sınırında kalması için denetlenmesi yönünde merkezileştiğini belirtmektedir. Bu noktada, kamu gücünü yargısal denetimle sınırlayıcı usuller vazgeçilmezdir. Ve bu, hukuk devleti ve güvenliğinin mevcudiyeti ve garantisi için en zaruri şartlardandır. Tabii ki bu konuda, kamuoyunun “katılım”ı ve denetimini kurumsallaştırmak da çok önemli bir yere sahiptir.
Vakıa, iktidarlar tabiatları icabı yetkilerini her zaman beşerî hayatın bütün alanlarına hükmedecek şekilde genişletmek eğilimindedirler.[11] Bu kapsamda siyasal birikim, Aristo’dan bu yana demokrasilerin antidemokratik yönetimlere dönüşebildiğine ilişkin tecrübelerle doludur.[12] Örneğin, Montesquieu’nun görüşü itibarıyla, “ezeli bir tecrübe, iktidara sahip her şahsın onu suistimal edeceğini göstermektedir. Bu [suistimal], iktidar bir sınır buluncaya kadar genişleyecektir.”[13]
Dolayısıyla, tespit ve tecrübeler nazara alınarak denilebilir ki: “iktidar ateş gibi, iyi bir hizmetçi fakat kötü bir efendidir. Bir demokrasi, önderlerinin iktidarını her zaman denetim altında bulunduran bir siyasal sistemdir.”[14]
Sonuçta “ideal siyasal rejimler”, adalet, eşitlik, hakkaniyet, çağdaş insan hakları, hukukun üstünlüğü ve güvenliğini kurumsallaştırmalıdırlar. Örneğin, kültürel faktörlerin hükümet sistemlerinin sorunsuz işlemelerine etki ve katkı düzeylerini inkâr edemeyiz.[15] Bu bakımından: “devlet kudretinin sınırlanmasında organlardan birinin ya da ikisinin aleyhine oluşabilecek denge bozukluğunun giderilmesinde hukukî faktörlerin yetersizlikleri de, hukuka aykırı olmayan başka faktörlerle telâfi edil[melid]irler.”[16] Örneğin Amerika Birleşik Devletlerinde (=ABD’de) rejim, kısa Anayasanın yetersizlikleri, kanaatimizce bu faktörlerle giderildiğinden dolayı bunalımsız işlemektedir.
1.2. Siyasal rejimlerin vasıflandırılmasında çağdaş hürriyetçi prensiplerin belirleyici değeri
Devlet, halkının hayatını devam ettirebilmek maksadıyla insani ve toplumsal ihtiyaçlarını gidermeyi amaçlayan siyasal bir yapılanmadır.[17] İdeal devlet; hukuki güvenlik, insan hakları, eşitlik, hakkaniyet ve adaletle müsemma(≈nitelenen) “hukukun üstünlüğü”nü sağlamayı amaçlar. Ama bununla da kalmaz; kalamaz. Bu arada, bir devletin, hukukun üstünlüğünü gerçek anlamda hayata geçirmeye ve yaşatmaya ilişkin çabaları sarfetmesi de gerekir.[18] Bu noktada, “Anayasamızın kurduğu devlet düzeni hukuk devleti niteliğinden ayrılamaz.”[19]
Siyasal rejimler, yönetilenlere:
1-) Ancak hürriyetlerini kendi istidat ve kaabiliyetlerine göre serbestçe kullanabilme ve kendilerini serbestçe geliştirebilme;
2-) Ve kendi fikirlerini, korkmadan, hiçbir etki ve baskı hissetmeksizin serbestçe ifade edebilme;
İmkânı vermekle ideal bir noktaya ulaşacaklardır.[20] Sınırlarında insanın insan olarak sağgı görmesini sağlayacak faktörleri garanti eden; ve ayrıca, vazgeçilmezliği, dokunulmazlığı ve feragat edilemezliği güvenceye bağlayan çağdaş prensiplere bağlı insan hak ve hürriyetlerini tanımayı, siyasal rejimlerin vazgeçilmezi olarak bilmek ve görmek gereklidir.
İktidar, egemenliği “hiçbir iç ve dış baskıya boyun eğmeden kullanabilme gücü” ve yeteneğidir.[21] Buna karşılık, ideal bir devlet düzeninde “iktidarı şiddetten ya da baskıdan ayıran [güvence]… özgürlüktür.”[22] “İnsan daha fazla insan olmak istediği sürece insandır.”[23] “İnsanın daha fazla ‘insan’ olması” da, dediğimiz gibi, hürriyetlerini, istidat ve kabiliyetleriyle(=yetenekleriyle) birlikte, Anayasal prensiplere uygun kullanmasına bağlıdır.[24] Hal böyle olunca, iktidarların “çağdaş insan hakları prensipleri”ni ihlâl etmemeleri gerekir. Aksi hal, totaliter ya da otoriter siyasal rejimlerin ortaya çıkması ve/veya işlemesi anlamına gelir.
Bu doğrultuda; ideal bir Devlet hayatında önemli olan:
1-) Kamusal görev, hizmet ve faaliyetlerin birbirleri ile uygun bir şekilde yürütmek;[25]
2-) Hak ve hürriyetlerin, hukukun çağdaş ve evrensel prensiplerine uygun olarak garanti etmek[26] ve sınırlandırmak;
3-) Ve ayrıca, kamu yararını sağlamaktır.
1.3. Siyasal rejimlerin hürriyetçi demokrasiye uygun işleyişinde kamuoyu ve uzlaşı faktörü
Demokrasilerde Anayasal kuvvetlerin birbirleriyle ilişkilerini ve hangi kuvvetin(≈organın) daha güçlü olacağını halkın gücü, dolayısıyla kamuoyu belirler. Kuvvetlerarası ilişkilerin ideal işleyişi, “anayasacılık akımı”nı[27] özümseyen insan ve toplum anlayışına bağlıdır. Dolayısıyla, bu işleyişin, “‘milletin tamamlayıcı parçası olarak’ insan”ı da hesaba katması gerekmektedir. Nihayetinde önemli olan, devlet organlarının demokratikleştirilmesi ve milli egemenlik ilkesi hedeflemektir.[28]
Diğer taraftan, yukarıdaki başlıklarda değindiğimiz bir hususu tekrarla varılabilecek sonuç itibarıyla: “hangi hükûmet sistemi üzerinde karar kılınırsa kılınsın, hepsinin ayrı ayrı yararları varken, sakıncaları da bulunmaktadır. Bunlardan birisini, sakıncalarını gidererek kabûl etmeye kalksak bile, diğer bir kısım sakıncaları kendiliğinden ortaya çıkabilecektir. Bu nedenle en iyi hükûmet sistemi dört yanı mamur olarak hukuk kurallarıyla belirlenmiş sistem değil; bunların sebep oldukları bunalımların uzlaşı kültürü ile aşılabildiği sistemlerdir.”[29]
İyi işleyen bir hükümet sisteminde, gücü antidemokratik kullanmayı engellemenin en önemli yollarından birisi “uzlaşmak”tan geçmektedir.
Siyasal rejimlerin işleyişlerinde, herhangi bir konuda “uzlaşı”yı sağlamakta ve yönetmekte asıl etkili özne, destekleyici veya eleştirici söz, oy ve görüşleri itibarıyla insandır ve kamuoyudur. Karar alacaklar açısından uzlaşıyı sağlayacak önemli bir metot da bu söz, oy ve düşüncelerde:
1-) Çoğunluğun, azınlıkta kalan kesimin hak ve menfaatlerini de gözetmesi;
2-) Azınlıkta kalanların da çoğunluğun konumuna ve kararlarına saygı göstermeleri;
Usûllerinden geçmektedir.
“Uzlaşma”, toplumda çıkarları üstünlükleri ve fedakârlıkları adil şekilde denkleştirir. Aslında uzlaşmadan maksat bu amaçla yapılan bir sözleşme ve/veya andlaşmadır. Bu sebeple de toplum, uzlaşıyı daha fazla benimser;[30] ve de bunu barış, huzur ve adalet için benimsemelidir. Tarafların bir konuda isteklerinden, “makûl fedakarlık”lar dahilinde vazgeçmeleriyle ortaya çıkacak anlaşmalar, siyasal rejimlerin sağlıklı işle(til)melerinde bir tür “uzlaşma” usûlü anlamına gelirler.
Demokratik barışçı süreçte siyasi zıtlıklar, zorlamayla değil; tartışma, uzlaşma ve fikirlerden tavizler vermekle giderilebilir.[31] Medeni toplumlarda fikirlerin tesisinde muhatapları ikna, önemli ve gereklidir. Dolayısıyla uzlaşıda tarafların birbilerini ikna etme değer ve düzeyleri de önemli olacaktır.
Buna karşılık, bireylerin ve toplum kesimlerinin uzlaşma eğiliminde olmak, uzlaşı zemini aramak yerine; partizanca veya benzeri ihtiras göstermeleri anlaşma ve uzlaşmayı engeller. Bu menfaatler ve ihtiraslar, uzlaşma imkân ve ihtimallerini nakzederek(≈kaldırarak), siyasal rejimlerin bozulmalarına da vesile olabilecektir.[32]
Daha evvelki yerlerde/yazılarda çokça belirttiğimiz gibi, günümüz demokrasileri, “partiler(lerle işleyen) demokrasi(si)”dir. Dolayısıyla uzlaşı kültürüne dayalı siyasal rejimlerde demokratik kriterlere uyacak uzlaşıları, bilhassa ve öncelikle siyasal partilerden, beklemek gerekir. Partilerdeki bu “uzlaşı refleksi”nin yüksekliği, kendilerinin ve bilhassa “seçmenlerinin uzlaşı kültürü”nü benimsemelerindeki yüksekliğe bağlı olacaktır.
Böyle bir uzlaşmanın önemli yararı, kendisini, çatışmaları gidermeyi ve -devlet hayatında- siyasal bunalımları engellemek şeklinde gösterecektir. Bu tür bir uzlaşı, durum, bir memleketin sorunlarının çözülmesine elverişli ortam da hazırlayacaktır.
Diğer taraftan farklı fikirlerde uzlaşarak bir noktaya varmak, demokrasinin siyasal kabulünün zorunlu sonucudur. Yöneticiler ve yönetilenler arasındaki ilişki ve iletişim her toplumun siyasal tecrübesine göre değişir.[33] İdeal bir siyasal sistemin görevlerinden birisi, iktidar ve muhalefeti etki gücü açısından dengeli tutmaktır. Bu da ancak farklı fikirlerin mutlaka bir noktada vardıkları bir uzlaşıyla mümkün olacaktır. İşte Mouffe’un “radikal demokrasi”sindeki “çatışmacılık” bile, farklı fikirlerin bir noktada buluşmasının mecburiyetine sevkedici de olmaktadır.[34]
Ülkemize özgü olarak “Cumhurbaşkanlığı sistemi”, evvelce de söylediğimiz gibi, siyasal rejimlerin uzlaşıyla işleyişlerine elverişli örnektir. “Cumhurbaşkanlığı sistemi”nin en önemli vasıflarından ve unsurlarından birisi, Cumhurbaşkanını halkın seçmesidir. Çünkü Cumhurbaşkanı halkın, geçerli oylarının % 50’sinden fazlasıyla(=salt çoğunluğuyla) seçmesi, uzlaşıyı zorlamakta ve gerekli kılmaktadır. Yani bu sistemin seçim için aradığı oy miktarı, seçmen kesimlerini uzlaşmaya sevkedici rol oynamaktadır.
2. Siyasal rejimlerin işleyişinde “yönetime katılma (=Siyasal Katılma)”
Siyasal rejimlerin işleyişinde idarenin eylem ve işlemlerine “toplumsal ve bireysel olarak ‘katılım’”ın çok büyük bir önemi vardır. Gerek beşeri, mantıkî ve felsefî, ve gerekse dini referanslar bunu teyit etmektedir. Şöyle ki;
Örneğin, İslâm, şûra,[35] hak ve adalet gibi değer ve olguları toplumsal hayatın belirleyicisi olarak görmektedir. Bu sebeplerle de İslam kendisini “keyfi yönetim”e kapalı tutmuştur.[36] Vakıa, İslâm devlet telâkkisi(=anlayışı) “adil yönetim” gereğini, halka ve yöneticilere; “bir toplum nasılsa öyle yönetilir.”[37] hadisiyle hatırlatmaktadır.[38]
Diğer taraftan, adalete, eşitliğe, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne bağlı demokrasilerde “yönetime katılım(=siyasal katılım)” çok önemlidir. Çünkü bu tür bir demokrasi, halkın kendini, kendisi için yani kendi yararına (doğrudan veya günümüzde temsilcileri aracılığıyla) yönetmesidir.[39] İdeal bir demokrasi kanaatimizce; adaleti, hakkaniyeti, eşitliği ve insaniyeti esas almalıdır. Dolayısıyla demokrasilerde, halk, kendi akıbetine ilişkin kararlara, “yönetime katılım”la etki eder.
Bu arada, bir “iş”te ehillerine danışmanın verimi ve yararının tartışılamayacağını demokraside de nazara almak gerekmektedir.[40] Konuya bu yönlerden bakıldığında şöyle bir tespit de yapabiliriz: toplumlarda adalet, hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygı ve yönetime katılma kültürünün gelişmesini önemsemelidir. Çünkü toplumu yönetecek ve temsil edeceklerin keyfi yönetime tevessülleri, bu değerler yükselmesiyle (ters orantı biçimde) azalacaktır.
Tüm bunlar, “ideal bir siyasal rejim tefekkürü”nde, toplumsal katılımın lüzumuna da işaret etmektedirler.
Demek ki burada önemli olan katılım ve “katılıma ilişkin güvenceler”dir. Dolayısıyla, siyasal rejimlerin adil, hukukun üstünlüğüne ve insani esaslara göre işlemeleri için hukuk; yönetilenlere, yönetimle ilgili eleştirel, bilgilendirici veya muhalif söz, oy ve düşüncelerin endişesiz dile getirilmesi güvencelerini vermelidir. Bu anlamda muhalif fikirleri de nazara alarak, en iyi çözümü bulmak için, yönetimde ehillere danışmak[41] “yöneticilerin yükümlülüğü” olmalıdır. (Kuvvetler ayrılığına dayalı günümüz demokrasilerinde yöneticilerden maksadın, egemenliği kullanan organlar olarak görmek daha doğru olacaktır.)
Demek ki “yönetime katılım”ın:
1-) Bireylerin, toplulukların, sivil toplum örgütlerinin ya da siyasal partilerin, yönetimi etkilemek amacıyla, hukuki/yasal çerçevede kalarak toplantı, gösteri yürüyüşü ve basın açıklaması gibi usûllerle; ileri sürdükleri bilgilendirici, destekleyici veya eleştirel söz, oy ve/veya düşünce(lerini) ileri sürmeleri;
2-) Siyasal iktidarı kullananların/yöneticilerin, “en iyi”yi bularak uygulamaları için, karar ve uygulamalarına esas olmak üzere:
2a-) İşin ehillerine danışmaları;
2b-) Ve ayrıca konuya ilişkin farklı fikirleri endişesiz ileri sürebilme kanallarını açık tutmaları;
2c-) Bu konularda yöneticilerin de uyacakları hak ve yükümlülüklere ilişkin güvenceleri, farklı yorumlarla hürriyetleri sınırlayamayacak ve endişeye mahal veremeyecek şekilde tanıması;
Şeklinde çok boyutlu olması gerektiğini söyleyebiliriz.
2.1. Siyasal rejimlerin demokratik usûllerle işleyişlerinde halkın yönetime katılımının değeri
2.1.1. Siyasal rejimlerin işlerliği açısından yönetime katılmanın tanım ve kapsamı
Çağdaş demokratik hukuk devleti, halkın:
1-) Yönetime seçimlerle katılmasının yanısıra;
2-) Kanunların yapılmasına da destekleyici veya eleştirel şekilde katılabilmelerini sağlayan ve gerektiren karmaşık bir yapıdır.[42]
Nihayetinde teorik olarak “yönetime katılma”nın (=“siyasal katılma”nın) en önemli yolu yöneticileri halkın seçmesidir. Ayrıca, “yönetime katılma” halkın, yönetimi doğrudan veya dolaylı şekilde etkilemek yönündeki davranışlarıdır. Ve bu da yönetilenlerin giriştikleri hukuki/yasal davranışlar biçiminde tecelli eder.[43] Bu davranışlar; yazılı, sözlü veya gösteri gibi şekillerde olabilir.
“Yönetime katılma”nın, halkı siyasetten uzaklaştırdığı; katılımı da sadece seçimlere hapsedercesine daralttığı düşünceleri de yok değildir. Halbuki, halkı esas alan geniş kapsamlı katılım anlayışı; demokrasiyi gerçek/ideal anlamıyla idrak edebilmeye ve yaşayabilmeye daha elverişlidir. Nitekim, demokrasinin “‘halkın kendi(=halk) adına, halk tarafından yönetimi’ olması, zaten yönetime katılımı gerekli kılmaktadır. Yani yönetime katılma demokrasinin zaten tanımından gelen doğasında vardır. Çünkü halkın kendini kendi adına yönetimi, kendi yararına kendisinin (en azından karar alması ve/veya) yönetmesi demektir. Ve bu da ancak katılımla olacaktır. Nihayetinde “katılım” da ancak halkın yönetime katılması yollarını/usûllerini açmakla gerçekleşecektir.[44]
Bu kapsamda toplumsal kesimlerin ve bireylerin yönetime “seçimlerle katılmaları”, demokratik rejimlerde öncelikle önemlidir. Yönetime katılımı, halkın yönetime fikirlerini açıklama[45] gibi yasal/hukuki yollarla katılmaları olarak görmek gerekir. Siyasal rejimlerin “demokratik yoğunluk sendromu”ndan kurtulmaları, insanların, birlikte yaşayış değerlerinin oluşumunda katılımı katılımı öngörmelerine bağlıdır.[46] Zamanımızda ortaya çıkan “demokratik yorgunluk sendromu”na sebep olan, seçimlerin popülizmden arınmış bir ortak iyiye sevkedici olmaya yetmediğini vurgulamaktadır. yönünün katılımla ve müzakareyle giderilebileceğine işaret eden görüş Bu husus, demokrasilerin sorunlarına çözüm olabilecek “çoğulcu yapılanma”larının bir gereğidir. Çünkü “çoğulcu demokrasiler”, siyasal katılım bağlamda bireylere, kamuoyuna ve sivil toplum kuruluşlarına; kısacası halka:
1-) Siyasal iktidarı yasal/hukuki yollarla etkileme;
2-) Ve yine yasal/hukuki yollarla siyasal iktidara ulaşabilme imkânları tanırlar.[47]
Nitekim, Topçu’nun ifadesiyle: “devlet varlığının alâmeti olan otorite, mesuliyet[=sorumluluk] iradesiyle birleşik milletin fertlerinin hepsinin üstüne yükseldiği zaman devlet yücedir.”[48]
“Yönetime katılma”yı, bilgi eksikliği gibi birçok hususun, olumsuz etkileyebileceği; etkili katılımı engelleyebileceği malûmdur. Ama her ne olursa olsun “yönetime katılma”:
1-) Öncelikle, yönetilenlerin seçimler ve diğer hukuki yollarla yönetenlerin hesap verebilirliği ve denetlenebilirliklerini sağlayacaktır.[49]
2-) Yönetenlerin ve milletvekillerinin yönetilenlerden, halktan uzaklaşmalarını engelleyecektir. Bu durum, Milli birlik ve beraberliğin en önemli vasıtalarından birisi olan, yöneten-yönetilen bütünleşmesini de sağlayacaktır.
Yönetime etkili katılım, insan haklarını bilhassa konumuz açısından ifade hürriyetini (haksız şekilde) kısıtlamamayı gerektirir. Çünkü insanlar, saygı görmek; yani değerlerine(≈kişiliklerine) saygı gösterilmesini istemek hakkına sahiptirler. Bu saygı insanların, şeref ve haysiyetleriyle tecessüm etmiş kişiliklerini yaşatabilmeleri için gereklidir. Vakıa, insana saygı, bunu idrak etme birikimi ve kültürüyle de ilgilidir. Bu doğrultuda, “yönetime katılma”yı da insanların saygı duymak gereken “iyi yönetilme hakları”nın bir gereği olarak görmek gerekir.[50]
Şurası var ki; insanların bilmedikleri konularda fikir beyan etmeleri, yanlış ve tasvip edilmeyen bir tutumdur.[51] Bu durum, insanları yanıltmak, yanlış algı oluşturmak gibi sonuçlar doğurabilir. Dolayısıyla böyle bir durumla karşılaşanlar, boş ve beyhude(≈yararsız) sözlerden yüz çevirmelidirler:[52] Yani insanlar böyle sözlere itibar etmemelidirler.
Sonuçta cehalet, yönetime katılmayı da işlevsizleştirici rol oynamaktadır. Cehalet, aynı zamanda da insanın esaretidir. Dolayısıyla insanın “cehalet esareti”nden kurtulması bu anlamda “insan” olması demektir. Bunun için de yönetilenler okumak, öğrenmek, araştırmak ve akletmek gibi usûllerle kendilerini geliştirmelidirler.[53] Bu yönden Devlet, gerekli eğitimleri de Milli eğitim program ve müfredatlarına koymalıdır.
İnsanların ve toplumların kültürel olarak gelişmeleri, “yönetime katılma”da etkili olmuştur. Bu sebeple katılımcı değerlerden izole edici sonucu itibarıyla, sadece “yönetilenlere tabi olmak” anlayışı değişmiştir. Günümüzde, hürriyeti idrak ve bunun (anayasacılıkla) korunması anlayışı, insan için vazgeçilmez olmuştur. İşte bu da halkın yönetime, yasal/hukuki kapsamda -muhalefet, destek veya eleştiriyle- katkılamalarını/tepki vermelerini gerekli kılmıştır.[54]
2.1.2. Demokratik siyasal rejimlerin işleyişinde yönetime katılma
Demokratik Anayasal sistemi devam ettirmek, halkın:
1-) Yönetime “etkin” katılmasına;
2-) Ve ayrıca, bireysel ve toplumsal sorunları “adil bir dengede ‘uzlaşı’yla çözme”ye;
3-) Bunun için de temsilcileri (hukuki yollarla) etkilemelerine, yönlendirmelerine ve denetlemelerine;
Bağlıdır.
Cumhurbaşkanlığı sisteminde Cumhurbaşkanını halk, söylediğimiz gibi, geçerli oylarının salt çoğunluğuyla seçmektedir. Bu, Cumhurbaşkanının seçilmesini, halkın geniş bir kesiminin oylarını almaya bağlı tutmaktadır. Böyle bir hal de siyasal iktidarı üstlenmeye aday olacak kişi ve kesimleri uzlaşmaya sevkedecektir. Çünkü halkın yarıdan fazlasının oylarını almak, ancak böylece; yani uzlaşmayla mümkün olabilecektir. Ve bu durum da siyasal rejimin geniş bir uzlaşı perspektifiyle işlerliğini tevlid edecektir(≈sağlayacaktır). Hatta bu uzlaşı, Yasama üyelerinin çoğunluğunun da “‘ittifak veya koalisyon’ uzlaşısıyla seçimi” demek olacaktır.
Vakıa, demokrasileri:
1-) Muhalif(=karşıt) de olsa eleştirel de olsa;
1a-) Oy, söz, görüş, düşüncelere,
1b-) Ve halka hesap verebilirliğe, açık olan ve bu usûlleri güvenceye alan;
2-) “Adalet”, “eşitlik” ve “insan hakları ve hürriyetleri”yle birlikte, “hukuk devleti ve güvenliği” sütunlarına dayanan;
3-) Birbirlerine karşı eşit ve adil rekabet imkânına sahip çok partili siyasal hayatı gerektiren;
4-) Yönetimin adil ve dürüst seçimlerle iş başına geldiği;
5-) Muhalefetin, yöneten; yönetenin de muhalefet olmasına eşit şekilde imkân, fırsatı ve şans veren;
Siyasal rejimler olarak görmek gerekir. Daha doğrusu, bu hassasiyetleri içeren demokrasiler “gerçek demokrasi”lerdir. Bu demokrasilerde, siyasal iktidarı kullananlar:
1-) Siyaseten, sonucu tekrar seçilememeye kadar varabilecek yaptırımlarla ve/veya;
2-) Hukuki veya cezai soruşturma ve denetim gibi uygulamalarla, karşılaşmamak;
3-) Ve dahası, yazılı ve görüntülü iletişim platformlarına yanlışlarıyla geçmemek, olumsuz haberlere konu olmamak;
4-) Tarih kayıtlarına olumsuz anıların öznesi olarak geçmemek;
İçin halkın yönlendirmelerine, kanunlara, eşitliğe, hakkaniyet ve adalete uymalıdırlar.
Bu meyanda; halkın, yönetimin adalet ve hakkaniyetine güvendiği için:
1-) Yönetime (yasa/hukuki yollarla) katılma anlamında gerekli araştırma ve incelemeleri yapmakta;
3-) Yönetimin eylem ve işlemlerine ilişkin olarak (yasal/hukuki yollardan[55]) muhalif veya taraf nitelikli oy, düşünce izharında(≈açıklamasında);
Duyarsız davranması, demokrasinin işlerliğini tehlikeye düşürebilir. Sadece seçimlerde oy kullanmakla yetinmek de, bu duyarsızlığın daha somut bir türünü oluşturacaktır. “Kurumlara güven demokrasi için hayati olduğuna göre; kurumlar bu güveni boşa çıkarmadan, kendilerinden beklenenleri hakkıyla yerine getirmelidirler. Bilmek gerekir ki; umursamazlık (ya da duyarsızlık) demokratik kurumları yok etmekle eşdeğer bir anlam ifade eder.”[56] Dolayısıyla bu anlamda demokrasi, Goziot’un dediği gibi, siyasal rejimlerin “en az sorunlusu ve kötüsüdür(=ehveni şerridir).” Bu doğrultuda demokrasi normatif(≈ideal) anlamda:
1-) Kamusal makamları/organları gerçekleri aramakla; dolayısıyla danışma ve müzakereyle mükellef(≈yükümlü) kılan;
2-) Devlet hayatını ve siyasal iktidarı yurttaşların etkin denetimine tabi tutan; ve buna imkân tanıyan;
3-) Basın özgürlüğünün ve yurttaşların gerçeği araştırıp söylemeye teşvik edilmesinin yerleştiği ve bozulamadan devam edebildiği;[57]
Bir yönetim biçimi olmaktadır.
2.1.3. Siyasal rejimlerin öngördükleri yönetime katılma: Bireysel mükellefiyet(≈yükümlülük) perspektifinde bir değerlendirme
Toplumsal hayatta “iyiliği yaşatmak ve kötülüğü, fitneyi kaldırmak”, toplumsal düzeni ve barışı sağlayan ilkedir. Hatta bu ilke, toplum ve bireyler için, yasal/hukuki kapsamda hayata geçirmeyi gerektiren ahlaki bir yükümlülüktür.
Perikles’in, cenaze töreni nutkunda sorumlu kişiler için söylediği: “kendi işlerine bakarken kamu sorunlarını savsaklamaz. Devletle ilgilenmeyen bir kimseyi zararsız değil yararsız buluruz ve bir politikayı ancak birkaç kişi ortaya koyabilir, ama hepimiz onu yargılayacak yetenekteyiz.”[58] ifadeleri, eski çağ siyasal sistemlerinde demokrasinin ve yönetime katılımın önemine ve gerekliliğine de işaret etmektedir.
Günümüzde internet aracılığıyla iletişim imkânları, yönetime katılmaya, (üstelik kolaylaştırarak) imkân vermektedir. Ama bu kadar geniş imkânları, kanunlara/hukuka aykırı kullanmanın, cezai ve hukuki sorumluluğu gerektireceği de malûmdur.
İnsan haysiyeti, hak ve hürriyetin meşruiyet temelidir.[59] Ve bu, insanın “insan olmasının tasdiki/tevsiki” olarak, en büyük kazanımlarından birisidir. Bu sebeple, keyfi yönetime kapalı; hakkaniyet ve adalete dayanan rejimlerde, hürriyetler insan hayatındaki öncelikler arasındadırlar.
Fakat, insan haklarına ilişkin kavramların menbaı gibi görülen “Batı kültürünün bilinen bir karakteristiği hukukun, gücü (iktidarı, otoriteyi) elinde bulunduran tarafından vaz edilmesidir.”[60] “Zira Batı, makineyi ve âleti emrine vereceği ruhî nizam, ahlâk ve iman kutbundan mahrumdur.”[61] Ama “kültür” yerine “irfan”ı[62] hayata geçirmeyi amaçlayan (ideal) hasletler ve ahlaki vasıfları itibarıyla bundan faklıdırlar. Dolayısıyla da bunlar, Batının mahkûm olduğu mahrumiyeti ortadan kaldırırlar. Zira bu hasletler, hakkaniyet, insanlık, fazilet ve adaleti yaşatmada, yönetime (hukuksal/yasal çerçevede kalması gereken) muhalefet, destek ve eleştirilerle katılmayı, insani yükümlülük olarak görmeyi gerektir(mekted)irler.
2.2. Siyasal rejimlerin demokratik niteliklerini sağlayıcı faktörler olarak farklı fikirlere danışma, çoğulcu ortamın tesisi ve kurumsallaştırılması
2.2.2. Siyasal rejimlerin garanti etmesi gereken “çoğulculuk” kapsamında “ifade hürriyeti”
Demokrasilerde halkın yönetime katılımı, yönetimin halkla ilişkilerinin/işbirliğini sağlamak ve kurumsallaştırmakla olur. Dolayısıyla, yönetimin, halkın yönetime katılma yollarını açık tutması gerekmektedir. Bu yolu açık tutmayı:
1-) Halkın dilek, eleştiri, muhalefet ve isteklerini yönetimin nazara almasını;
2-) Ve yönetimin, yapılacak işler ve alınan kararlar hakkında da halka bilgi vermesini;
Öngörücü şekilde bir “halkla bütünleşme” çabalarıyla sağlamak mümkündür. Zaten, yönetimin iş ve işlemlerini halka benimsetmek, halkla ilişkilerin gerekleri içinde yer almaktadırlar.[63] Bu doğrultuda halkla ilişkiler, yönetimin iş ve işlemlerini halkın kendi iradesiyle benimsemesi gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla halkla ilişkiler, kamu hizmetlerinin ve demokratik siyasal rejimlerin etkinliğinin vasıtalarındadır. Böyle bir usul yönetilenlerin yönetime güveninin sağlar ve artırır.[64] Kaldı ki günümüzde toplumlar kamu hizmetlerindeki aksamalardan ve gerekçelerinden hemen haberdar olmak istemektedirler. Yönetimin bu yönde halkı aydınlatıcı bilgi vermesi de toplumsal bir ihtiyaç ve yükümlülük olmaktadır.[65]
Toplumsal düzenin “adalet”le ayakta durabileceği malûmdur. Bunun için de: -muhalif olsun ya da olmasın,- her türlü fikirlerin ve davranışların:
1-) En “iyi”yi en “doğru”yu, en “adil”i bulunmaya çalışmak bakımından;
2-) Ve kötülükleri önlemede; ve hukuksal ve kamusal düzeni sağlama amaç ve gayretlerinde;
Varlığı önemsenecek katkı ve vasıta olmaları gerekir.[66] Bu da insanların fikirlerini(=düşünceleri) korkusuz/endişesiz dile getirebildiği, hatta bunu teşvik edebildiği “çoğulculuğun” tesisiyle mümkündür.
Tüm bu açıklamalar gereğince, ifade hürriyetinin demokrasilerde çok önemli yeri vardır. Ve ifade hürriyeti de {düşünce(=fikir) hürriyetine bağlı ve hürriyet üzerinde yükselen niteliğiyle} “çoğulcu demokrasi”lerin vazgeçilmezlerindendir. Çünkü insanlar düşündüklerini ancak serbestçe açıklayabildiklerinde toplumsal barış sağlanabilir.[67]
Dolayısıyla ifade hürriyeti, kişilerin kendilerini etkileyen faktörlere tepkileri anlamındaki düşüncelerini/yargılarını serbestçe açıklayabilmelerini içerir.[68] Bu hürriyet, yönetimin eleştirilmesi mahiyetindeki (muhalif) her türlü ifadeyi de güvence altına almaktadır. Ve demokrasilerde diğer hürriyetlerin ana kaynağı ve siyasal sistemin ana taşıyıcılarından birisi olmaktadır.[69]
Şu hâlde; adalet ve hakkaniyete müstenit(=dayanan) bir kamu düzeninin tesisi için, yönetenlerin halkın eleştirilerine açık olmaları gerekir.[70] Nitekim Anayasa Mahkemesi (=AYM) fikir ve bunu ifade hürriyet(ler)ine göstermek gereken özeni şu şekilde vurgulamaktadır:
“Toplumsal ve siyasal çoğulculuğu sağlamak, her türlü düşüncenin barışçıl bir şekilde ve serbestçe ifadesine bağlıdır. Bu itibarla düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü demokrasinin işleyişi için yaşamsal önemdedir.”[71] Keza, “demokratik bir sistemde, kamu gücünü elinde bulunduranların yetkilerini hukuki sınırlar içinde kullanmalarını sağlamak açısından basın ve kamuoyu denetimi en az idari ve yargısal denetim kadar etkili bir rol oynamakta ve önem taşımaktadır. Halk adına kamunun gözcülüğü işlevini gören basının işlevini yerine getirebilmesi özgür olmasına bağlı olduğundan basın özgürlüğü, herkes için geçerli ve yaşamsal bir özgürlüktür.”[72]
Yalnız, burada özellikle belirtmek gerekir ki: fikir hürriyeti, ifade hürriyeti, suç işlemeye vasıta olamaz; olmamalıdır. Yani ifadelerin, hakaret veya bir başka suç oluşturmamaları; hukuka/kanuna aykırı olmamaları gerekir. Hatta bu, “gereklilik”ten daha önemli derece olarak, bir “şart”tır. Ama, bunun ölçüsü belirlemede, ifade hürriyetini işlevsizleştirmeyecek bir denge lâzımdır. Buna göre, şok edici derecede ağır eleştiriler ve itirazlar bile cezadan ve hukuki sorumluluktan muaf(≈dokunulmaz) olmalıdır.[73]
Malûm olduğu üzere, endişe veya “korku zamanlarında özgür iradeler açığa çıkacak özgür ortam bulamazlar.”[74] “Korku kültürünün niyeti, bireyi önceden karar verilmiş bazı düşünce ve davranış kalıplarının içine sokmaktır. Birey ancak bu şekilde otoritenin istediği biri haline gelir… İnsanları denetlemenin ve istenileni yaptırmanın tek yolu onları korku ilişkisi içine sokmaktır.”[75]
Halbuki, “bilginin serbest dolaşımı ve bilenlerin [endişesiz ve korkusuz bir biçimde,] rahat hareket etmeleri [gerekir. Ve bu] toplumsal huzur, güven ve gelişme için çok önemlidir.”[76]Şu şartla ki: toplumu yönlendirenler, aydınlar nihayetinde de insanlar, “günlük zaafların değil, adalet ve hakikatin emrinde olmalıdır[lar].”[77]
Ayrıca insanlar öne sürecekleri düşüncelerinden dolayı tenkit edilmekten de korkmamalıdırlar. Tenkitlere tahammül ve müsamaha göstermelidirler. Çünkü “yeryüzünde zararlı tek fikir, tenkit süzgecinden geçmeyendir.”[78]
2.2.3. Siyasal rejimlerin yönetime katılmayı hayata geçirmek üzere yöneticilere ayrıca yüklediği danışma ve halka erişme yükümlülüğü
Yönetimin, “yönetime katılma”yı sağlamasının en önemli yollardan birisi; alacağı kararların ve yapacağı işlerin ehillerine, danışmaktır.[79] Böylece farklı fikirleri öğrenmek ve bunlardan elde edilecek çıkarımlarla en doğru sonuca ulaşma imkânı doğacaktır.
Bir konuda karar alırken avantaj veya dezavantajları iyi belirleyebilmek için:
1-) Konunun uzmanlarına danışmak;
2-) Kibir, kin, öfke veya ihtiras, siyasal veya kişisel menfaatleri gözetmeden, sırf doğru olanı uygulamak;
Adaleti ve insanı yaşatmayı amaçlayan yöneticiler için -tartışılmayacak derecede- doğru bir seçenektir. Evet, kin ve öfkenin, “adalet ve insanlığın olmadığı inkârcı yürekler”de barındığı[80] düşüncesini yabana atamayız. Ahlaki değerleri istismarla, kişisel ve siyasal menfaatleri, vicdansızlığı, kibiri ve ihtirası da bunlara eklemek gerekir.
Dediğimiz gibi, kararları “danışarak” almak, yönetim/yöneticiler için vazgeçilemeyecek derecede önemli bir ihtiyaçtır.[81] Nihayetinde önemli olan, hak ve hakikati düşünüp bulmak ve en yararlı üzerinde karar kılmaktır.[82] Veciz bir şekilde ifade etmek gerekirse: “İstişare [= danışma, fikir alışverişi, müzekare] ne güzel yardımdır; keyfi davranış, istibdat ne çirkin istidattır.”[83]
Yönetimin söz, oy ve/veya düşünce veya eleştiri ileri sürebilme usul ve güvencelerini, kendisine sadık teba oluşturucu gayrıahlaki politikalarla[84] veya fikir ileri sürebilme yollarını kapatan baskılamalarla[85] engellemek istemesi de bahsettiğimiz keyfiliğin bir türevi olsa gerektir.
İdari ve siyasi nizamda “en temel usûl” olan danışma(=meşveret), önemini hiç kaybetmemiştir;[86] ve de kaybetmeyecektir. İskender de kısa zamanda büyük işler başarmasını akıllı danışmanlarına borçlu olmuştur. Çünkü, İskender, ülkesini idarede Aristo’yla sık sık meşveret eder(≈görüşür); filozof ve bilginlerle fikir alışverişi yapardı.[87] İslam da danışma usulünü öngörmüş ve bunu “şura” deyimi ile anlatmıştır.
“Şura”nın (yani danışmanın, meşveretin), yönetimi halka yaklaştırıcı hakla bütünleştirici sonuçları çok önemlidir. Yönetim iş ve işlemlerinde, halkın dilek ve isteklerine ulaşmalı ve halkın isteklerini nazara almalıdır. Keza yöneticiler, bunun hukuki, ahlâki ve vicdani sorumluluğunu da taşımalıdırlar. Hukuk düzenin de halkın yönetime katılma yollarını:
1-) Açan;
2-) Bunları güvenceye bağlayan;
3-) Yönetimin bu garantileri kaldırmayacağı;
Şekilde düzenlemesi ve kurumsallaştırması gerekir.
Buna göre, yöneticilerin herbirisi görevleri kapsamındaki işlerde yönetilenlerin fikirlerine ve eleştirilerine açık olmalıdır. Halk fikrini; onaylama, muhalefet, eleştiri, dilek ve istek şeklinde ortaya koyabilir. Bu meyanda yöneticiler, örneğin haftada veya ayda bir düşünce, eleştiri, dilek ve istek sahiplerini dinlemelidirler.[88]
Bu usûl, halkta, “herkesin her makamla görüşebileceği” imajını yerleştirebilecek; dolayısıyla, yönetime güveni de artırabilecektir. Yöneticiler bu görüşmeleri, kişiler için (örneğin 5 dakika gibi) belli süre ayırabilirler. Bu görüşmelerin, yönetimle halk ilişki ve iş birliğine çok önemli katkı olacakları izahtan varestedir.
Ayrıca belirtmek gerekir ki; eleştiri, muhalefet, dilek ve isteklerine karşı ne gibi işlemler yapıldığı öğrenmek insanların hakkıdır. Dolayısıyla kamusal makamlar kamuoyunu iş ve işlemleri hakkında sürekli; dilek ve istek sahiplerini de bunlara karşı ne gibi işlemler yapıldığı konusunda ayrıca bilgilendirmelidirler.
Benzer uygulamaları, yöneticilere telefonla ulaşmak için de planlayabilmek mümkündür. Yöneticilerin, halktan gelen her türlü mesaj veya (dijital) iletilere erişmeleri de çok yararlı olacaktır. Bu erişimlerdeki hususlara ilişkin yapılanları mesaj sahipleri (ve bir de özel olmayanlarını kamuoyuyla) paylaşmak gereklidir. Kısacası, kamusal makamların halka açık olmasını usûl haline getirmek gerekir.
2.3. Çoğulculuğu öngören siyasal rejimlerin benimsemesi gereken karar alma usûlü
Farklı, hatta eleştirel/muhalif fikirleri de nazara alarak, bireylerin ve toplumun menfaatlerini gözetici mahiyette sonuçlara ulaşabilmek gerekir. Bu, adalet, hakkaniyet, eşitlik, insan hakları ve hukuki güvenlik ilkelerine ve etkili siyasal katılıma dayanan “hukukun üstünlüğü”nün gereğidir.[89] Hatta, bunları kabul etmiş siyasal rejimlerin işleyişlerinde(≈demokrasilerde) bu, en doğru ve en önemli bir tercihtir. Ancak, bu tür (demokratik) siyasal rejimlerin iyi işleyebilmeleri için, şu açıklamaları da yapmak gerekmektedir:
Demokrasiler şeklen, çoğunluğun aldığı kararlara azınlığın da uyması ile sorunu çözdüğünü kabul ve zannetmektedirler. Teori ve tecrübeler göstermektedir ki: bu şekildeki demokrasiler, aslında “çoğunluğun istibdadı” tehlikesini içermektedirler. Daha değişik bir ifadeyle, “çoğunlukçu demokrasiler”in, çoğunluğun istibdadına dönüşebilecekleri müşahedesi her zaman geçerli olmuştur.
Fakat demokrasiler, bu tehlikelere elverişlilik içeren olumsuzluklarını kendilerini yenileyerek çözmüşlerdir. Bu kapsamda demokrasiler, “çoğunlukçuluk”un yerine “çoğulculuk” usûllerini kurumsallaştırmışlardır. Böylelikle sistem, çoğunluğun istibdadını, az(ın)lıkta kalanların hak ve hürriyetlerini korumak suretiyle önlemek çözümünü üretmiştir.[90] Anayasaların, temel hakları çağdaş güvencelere bağlayan ilke ve kurallara yer vermeleri de buna bir örnektir.
Siyasal rejimlerde “bireysel ve toplumsal refah ve menfaatleri mümkün olduğunca yüksek düzeyde sağlamak ve dengelemek” esastır. Bunun için, liberalizmin, toplumu bireysel özgürlük ve statülere feda edici tehlikesini engellemek de gerekmektedir. Buna karşılık maddi ve manevi bireysel değerleri ve hakları da toplum karşısında korumak gerekmektedir. Dolayısıyla esas olan, toplum ve birey arasında, hak ve menfaatlerden fedakârlık yapılarak, böyle bir denge kurmaktır. Bu anlamda, Mecelle hükmü olarak, sosyal zararla ferdi zarar çatışmasında ferdi zararı tercih etmek evlâdır.[91] Hal böyle de olsa, bireysel özgürlükleri toplumsal menfaatlere feda etmeyi ancak bir mecburiyet halinde haklılaştırabiliriz. Bu “haklılaştırma” da sınırlamada ancak “mecburiyet”in gerektirdiği ölçüleri aşmamak kaydıyla isabetli olabilir.
Bu anlatımlar kapsamında:
1-) “Adaleti mahza(=asıl, tam, su katılmamış, ≈ideal adalet)” ve;
2-) “Adaleti izafiye(≈birey haklarını çatıştığı toplumsal veya bireysel menfaatlere;[92] mecburiyetin asgari ölçüsünde feda edici adalet)”;
Olarak 2 kısma ayıran usulü[93] dikkatlere sunmak gerekir. Buna göre kişilerin hak ve menfaatlerini topluma feda etmemek esastır. Bu anlamda Atatürk’ün ifadesiyle, “prensip olarak Devlet ferdin önüne geçmemelidir.”[94] Buna karşılık, “mecburiyeti ölçüsünde” toplumsal yararı gözetmek[95] ve bu ölçüde kişisel yararlardan sapmak[96] gereklidir. Çünkü gerçek hürriyetin ölçüsü, kendine olduğu kadar ve başkalarına da zarar vermeden davranabilmektir.[97] Buna karşılık, bireysel hakları münhasır amaç olarak belirlemek ve başkalarının haklarını tümüyle hiçe saymak, temel hakkı veya hakkı kötüye kullanmaktır.[98]
Bu arada, kişilerin “haklarının çatışması”nı ise şöyle bir somutlaştırmaya çalışabiliriz: Bir kere böyle bir çatışmanın mevcut olup olmadığını her bir somut durum için değerlendirmek gerekir.[99] Bu kayıtla yapacağımız her bir değerlendirme için vaki(≈mevcut) çatışmayı genel hatlarıyla:
1-) Koruma alanı, konuya has(=özgü) oluş,[100] kişisel yarar, kamu düzeni, hukuk düzeni;
2-) Ve/veya genel ve özel hüküm çatışmalarını giderici hukuki faktörler;
Gibi bir kısım argümanları[101] esas alan yarıştırmayla çözebiliriz. Bu çözümde esas amaç, “adil bir dengeye dayanan makul sonuç”aulaşmak olmalıdır. Böyle bir usûlde, çatışan haklardan yarışmayı kazanan, diğerini zımnen ilga etmiş olacaktır.[102] Bu yarışmaya ilişkin sonucu da ancak “kamusal yarar”a dayandırarak haklılaştırmak söz konusu olabilecektir.
Şurası açıktır ki; bir toplumda herkesi memnun edecek şekilde karar almak mümkün değildir. Yani toplumda alınan kararlar çok büyük ekseriyetle aynı anda herkesi memnun edemez. Yine, az sayıdaki insanların hukuki yararlarını/çıkarlarını ilgilendiren bir karar da her zaman çoğunluğun menfaatine uymayabilir. Meselâ, bu kapsamda, toplumda bir kanunu oybirliği ile çıkarmak genellikle mümkün ol(a)maz.[103]
Nitekim, çoğulcu sistemlerde farklı fikirlerin, “fikir çatışmaları” doğurabileceği açıktır. Bu bakımdan, “müzakereci demokrasi”de fikirlerin müzakere edilmesi esastır ve bu bakımdan farklı fikirler gereklidir.
“Devlette bireyin ve toplumun sürekli gelişmesini hedefleyen gelişmeci demokrasi anlayışının esas motoru belki de müzakereci demokrasi anlayışıdır…[Bu] anlayış, devlette kurum ve kuralların oluşturulması ve her türlü sorunların çözümünde, karşılıklı görüşmeye, danışmaya, müzakereye ağırlık verir. Müzakereci demokrasi, siyasal iktidara katılım trendini ve kalitesini de yükseltir.”[104]
Ama bu tür bir yaklaşımın sağlıklı işlemesi için, “fikirlerin müzakeresinin [fiili] ‘çatışmaya’ dönüş(türül)memesi” gerekir. Zira demokrasi, öncelikle fikir özgürlüğünü garanti eden[105] bir yönetim usûlüdür. Arkasından da “yurttaşların topluca nihai denetim yetkisini ellerinde tutmalarını sağlayan mekanizma aracılığıyla ortak yararın ağır bastığı bir k[ollektif] karar alma sistemi”dir.[106] Demokrasilerde bu kollektif karar alma yöntemi her zaman belli bir çoğunluğun karar alması demek değildir. Çünkü böyle bir yöntem, çoğunluk iktidarının temel haklarına ilişkin garantileri ihlâl etmesi demek olabilir.[107]
Demokrasilerde farklı fikirlerin müzakeresi sürecinin fiili bir “çatışma”ya dönüşmesini engellemek için;
1-) Azınlıkta kalan fikirlerin, çoğunluğun fikirlerine saygı göstermesi ve uyması yönünde fedakârlığı;
2-) Ve çoğunluğun da az(ın)lıkta kalan kişilerin haklarına ve menfaatlerine saygı göstermesi;
En doğru seçenek ve tek çıkar yoldur. Demokraside kararları, bu usullere almak ve bunun “sözün en güzeli olması”[108] en ideal bir durumdur. Burada geçen “sözün en güzeli” ise, “sözün, en uygun ve en adil olanı”dır. Sonuçta, “çoğulcu demokrasiler” de muhalif fikirlerden kaynaklanacak uzlaşmazlıkları, bu şekilde çözmelidirler.[109]
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için biraz daha teferruata girmek gerekmektedir. Şöyle ki: Farklı fikirlerin gösterecekleri fedakârlık ve bağlı kalacakları değerler, sırf kendi bireysel yararlarından farklı ve üstün olmalıdır. Bunlar, daha ziyade, kişisel ve toplumsal hak ve menfaatlerin dengelendiği adaleti anlatan kamu yararını sağlamalıdırlar. Vakıa, bir devlet, müesses nizamı “bireysel ve toplumsal menfaatlerin ve iyiliklerin ‘dengelendiği’ kamusal yararı” ikame etmelidir. Zira, bu devlet, ancak böylelikle insaniyete, hakkaniyete ve adalete müstenid bir “devlet” olacaktır.[110] Ancak bu amaç ve hedefler için bireysel gayret yetmez ve etkili ol(a)maz. Dolayısıyla, siyasal partiler veya sivil toplum kuruluşlarının denetimleri ve gayretleri de buna önemli katkı olacaktır.[111]
Unutmamalıdır ki, adalet, kazanımları herkese hakkıyla dağıtmayı ister ve öngörür. Ama bir o kadar da yükümlülükleri bireylere, onların müstahak oldukları(=hak ettikleri) ölçüde dağıtmakla zuhur eder(≈belirginleşir). Meselâ bu anlamda kamu hizmetlerinden eşit yararlanmak kazanımken; bunları finanse edecek vergi vermek yükümlülüktür.
İşte konumuz açısından asıl adalet, kişi haklarını ve menfaatlerini öncelikle gözetmektir. Çünkü adalet içerikte ve nihayetinde “insan verilen değerin tescili”dir. Ama, kişi haklarının; muhataplarının veya toplumun hak ve menfaatlerine feda edilmesi de ikincil anlamda adalettir. Evet, bu seçenek ikincil adalettir. Çünkü, burada bireysel haklardan fedakârlık, mecburiyetin ortaya çıkardığı ölçüyle sınırlı kalması gereken bir sonuçtur.[112]
Şurası gayet tabiidir ki: bir toplulukta karar esasen çoğunluğun oyları yönündeki irade olarak tecelli eder. Çünkü, aksi halde kaçınılmaz bir “azınlığın çoğunluğa hakimiyeti”, “çoğunluğun azınlığa hakimiyeti”nden daha kötü olacaktır.[113]
Bu sebeple en orta yol, bir karardaki çoğunluk iradesinin kamu yararına uygun ve adil olmasıdır. Böyle bir karar azınlık hak ve menfaatlerini korumak bakımından kanaatimizce yukarıda değindiğimiz bir dengeyi sağlamalıdır. Bu denge ise adalet ve kamu yararına uygunluğu amaçlamalıdır. Böyle bir dengenin, azınlıktaki hakları koruyacak bir “makas aralığı”ndan (≈”takdir marjı”ndan) daha aşağıya inmemesi gerekir. Dolayısıyla, bu “makas aralığı”nın altına düşmek, “çoğunluğun ‘azınlık haklarını ihlal eden’ mutlak hakimiyeti” demek olacaktır. Bu ise adalete ve kamu yararına; ve dahası, insan haklarının çağdaş anlayışına da aykırı olacaktır.
Şu halde “demokratik siyaset”, farklı söz, oy ve düşüncelerle en iyiye ulaş(tır)maya çalışmalıdır. Ve de mümkün olduğunca “en iyi”de; “en adil”de ve “en yararlı”da karar kılmayı sağlamayı amaçlamalıdır. Demokrasi, bunların yapılabilirse anlamlı ve kamu yararı amacına uygun olacaktır. Vakıa, “kamu yararı”, ilke olarak, kötülükleri defetmeyi ve bunun usullerini önceler.[114] Bu doğrultuda kamu yararı, toplumda “ortak en iyi olan”ı andığımız “makas aralığı”nda(ki uzlaşıda) zuhur eder.[115]
Örneğin Rawls da “uzlaşı” için “makûl bir çerçeve” ölçütünü ileri sürmüştür. Ve bu bakımdan “makûl olan”ın da “adil bir toplumsal işbirliği”nde olduğunu belirtmiştir.[116] Buna göre adalet, kişilerin özgürlüklerini herkesin ortak menfaati için sınırlamaları şeklinde toplumsal işbirliğiyle[117] oluşan uzlaşıdır. “Uzlaşıdır” demeliyiz; çünkü adalet, sadece daha fazla sayıdaki insanların menfaatlerin sağlayacak fedakarlığı dayatmak değildir.[118]
İşte buradan da fikrimiz olan “makul makas aralığı”ndaki uzlaşıya varmak mümkündür/gerekmektedir. Dolayısıyla burada önemli olan, uzlaşılacak “ortak iyi”yi içeren adalete ve hakkaniyete uygun “makas aralığı”nda kalabilmektir.[119] Zira, adil, hakkaniyete uygun ve meşru/hukuki seçenekler arasında tercihe elverişli demokratik siyasal rejimlerde, kaybeden olmaz.[120]
Buna karşılık, insanların bu şekilde bir uzlaşıya yanaşmamaları, kendi reyinde (inat veya) ısrar etmek demektir. Ama, müşterek hukuktan bağımsız davranmanın antidemokratik ve gayrıahlakî olabileceğinde şüphe yoktur.[121]
Demokrasilerde isabetli bir kararı alabilmekte önemli olan, “uzlaşı”ya esas alınabilecek düşüncelerin varlığıdır. Dolayısıyla sosyal ve siyasal sorunlar hakkında farklı düşüncelerin de haklı olabileceği yerinde bir bakıştır. Aksi hal ise karşıya, bir nevi, tabir caizse Peyami Safa’nın deyimiyle “fikir kılıcı çekmek”tir.[122] Fakat bu durum, “farklı fikirlerin ‘uzlaşı’sı”nı zorlaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Tüm bu izahat itibarıyla: toplumda oluşacak siyasal kültür ve insani sorumluluk, bireysel ve toplumsal hak ve menfaatlerin arasında kurulması gereken ve yukarıda bahsedilen (“adaleti mahza” ve “adaleti izafiye” ölçütlerine göre kurulmuş nihai) dengeyle somutlaş(tırıl)malıdır. Ve andığımız “makas aralığı”nda oluşacak bu denge:
1-) Haklıyı haksıza;
2-) Azınlığı da çoğunluğun haksız, diğer bir ifadeyle gayrıadil(=adaletsiz) kararlarına;
Karşı korumak şeklinde tecelli etmelidir. Vakıa, bir konuda farklı/aykırı düşüncelerden, “en iyi” için “rıza”yla vazgeçebilmek de bu dengeye katkı olacaktır.
Gerçi “ortak iyi” veya “en iyi” tabirleri, “istibdat” ve “istismar”a açıktır. Bunun önüne ise “makûl(≈ortalama) insan aklının “ortak iyi”yi veya “en iyi olarak kabul ettiği makas aralığındaki tercihlere itibar etmek”le geçmek mümkündür. Devletin “kamu iyiliği”nin hizmetkârı olduğu noktasındaki “kişisel mes’uliyet(=sorumluluk) kültürü” de, bunda etkili bir ayraç olacaktır.[123]
2.4. Cumhurbaşkanlığı sisteminin iyileştirilmesinde siyasal katılım ve düşünceyi açıklama hürriyetinin endişesiz kullanılabildiği siyasal ortamın tesisi
İdeal demokrasilerde esas olan, “bireylerin mümkün olduğunca geniş şekilde [ve en yüksek düzeyde] yönetime katılmalarıdır.”[124] Bu hususa yukarıda çeşitli yönleri itibarıyla da değindiklerimizi tekrar pahasına da olsa belirtmek isteriz ki: Devlet makamları, kamuoyunda zuhur eden görüşleri veya bireysel iradeleri yönetimde dikkate almalıdırlar. Kamusal makamların, halkın “dilek”, “istek”, “karşıt fikir” ve “şikâyet”lerini görmezlikten gelmeleri isabetli olamaz.
Bu arada, katılımın anlamlılığı ve amaca uygunluğu, bu konuda bilinçli davranmaya bağlıdır. Böyle bir bilinci de, oylanacak konularla ilgili olarak yapılacak araştırma ve incelemeler sağlamış olur. Kaldı ki, böyle bir bilinçle ve sorumlulukla davranmak, çağdaş insanın, -hakkını ve onurunu korumak- yükümlülüklerindendir.[125] İşte demokrasilerin, “bilenle bilmeyenin oy değerinin eşit tutması”na ilişkin eleştiriler[126] de böylece etkisizleş(tiril)ebilecektir.
“Güçlü demokrasi” (toplum hayatında fikirlerin müzakere ve münakaşalarının azaltılması gibi seçenekler üzerinde durmaz. Bunun yerine); katılımcı kültüre sahip farklı düşüncelerin mevcudiyetini ve bunların “barışçı(usûllerle) bir uzlaşma”ya dönüş(türül)mesini ister.[127] Dahası, “güçlü demokrasi”, uzlaşmada karşılıklı görüşme ve seçenekleri keşfederek makûl olanı bulmaya çalışır.[128] Ve makûl olmayan seçeneklerin elemek de yine “güçlü bir demokrasi”ye uygun bir yöntemdir.
Demokrasilere yöneltilen eleştiriler, çoğunlukla kamusal politikalar/uygulamalara yön verecek kararların çoğunlukla alınmasına yoğunlaşmaktadır. Bu sorunun, -yukarıda değinildiği gibi- çoğulcu yöntemlerle de tam olarak giderilmesi mümkün olamayacağını müşahede edebiliyoruz. İşte demokrasinin, ideal işleyişinde yenilemesi gereken en önemli nokta, “toplumsal kararlar”ın alınmasında zuhur etmektedir. Dolayısıyla, bu kararları alma usûlünde çatışan kamusal ve kişisel hak ve menfaatlerin yarıştırmak gerekmektedir. Ve bu yarışmada da adalet, hakkaniyet, eşitlik, insan hak ve menfaatlerine uygun dengeleri gözetmek gerekir.
Doğrusu, demokrasinin amaçladığı bireysel be kamusal yararların ikamesi böylece ortaya çıkmış olacaktır. Bu bağlamda, bireysel ve toplumsal tercihler, bu “‘optimal denge’yi sağlayabilecek ‘makas aralığı’”nda oluşmalıdırlar. Dolayısıyla insanlar, “bu ölçütlere uymayan bireysel ve toplumsal tercihlerden vazgeçebilmeyi gerektiren bir sorumluluğun” bilincinde olmalıdırlar.
Konuyu biraz daha somutlaştırmak gerekirse:
Demokrasiler, yukarıda[129] da tanımladığımız gibi, halkın kendi kendini, kendileri için, yani kendi menfaatlerine uygun olarak (doğrudan veya günümüzde temsilcileri aracılığıyla) yönetimidir. Ancak, günümüzde doğrudan demokrasinin fiili işlevsizliği itibarıyla temsili demokrasi esastır. Demokrasiler, diğer siyasal rejimlerin işleyişlerine kıyasla kötüler arasında “en az kötü”(=ehveni şer) siyasal rejimlerdir.
“Demokratik yönetim”ler, kişilerin, zümrenin veya seçkinlerin veyahut azınlığın menfaatlerini gözet(e)mezler.[130] Yani bu yönetimler hiçbir kimseyi ya da kesimi kayıramazlar. Demokrasiler, aynı zamanda “çoğunluk despotizmi”ne meydan vermediklerinde ve adaleti ikame etmeyi başardıklarında iyidirler. Demokrasilerde çoğunluğun yönetimi, aslında ve mecburiyet itibarıyla tek seçenektir. Çünkü, aksi halde “azınlığın hakimiyeti” seçeneği gündeme gelecektir ki bu hiç adil ve muteber değildir.[131]
Dolayısıyla ve özetle; demokrasilerde “çoğunluk yönetimi”, (ancak yukarıda belirttiğimiz şekillerde alınacak adil kararlarla dayandığında) “kötünün iyisi”dir. Yani demokrasilerin doğası; “adalet, hakkaniyet ve meşruiyet dairesinde kalan tercihlerden çoğunlukta olan seçeneğin kabulü”nü gerektirir. Sonuçta, nazardan uzak tutmamak gereken husus demokrasilerin, azınlığı çoğunluğa karşı korumak işlevleridir. Bu itibarla da adaleti tecelli ettirici mahiyet arzetmeleri gerektiğidir.[132]
Bu konuda yukarıdakileri tekrar pahasına bile yeniden vurgulamak gerekirse, önemli olan:
1-) Öncelikle kişisel hak ve yararların korunmak (=“adaleti mahza”);
2-) Ve kişisel hak ve hürriyetleri, mecburiyet ölçüsünde olmak kaydıyla “toplum yararı”na feda etmek(=“adaleti izafiye”);
Şeklinde dengelenebilen adalete yönelmektir.[133]
Bu usûlü “toplumsal sözleşme teorisi”nin bir gereği ve uzantısı olarak görmek de mümkündür. Çünkü bu teoriye göre; devlet birlikte yaşamak isteyen kişilerin aralarında yaptıkları farzedilen bir sözleşmeye dayanmaktadır. Bu farazi sözleşmeye katılanlar, bir kısım hak ve özgürlüklerinden, devlet için gerekli olacak kadarıyla vazgeçmişlerdir.[134] Yani bu teori, insanları daha devleti kurarken bile yapıldığı farzedilen bir sözleşmeyle “uzlaşı”yı başardıklarını göstermektedir. Ve dahası insanları ilgilendiren ortak kararlarda uzalaşıyısağlamanın felsefi arka planını da bu teoriyle dayandırmak yanlış olmayacaktır:[135]
Bireysel hakları mecburiyet ölçüsünde “toplumsal yarar”a feda edebilmeye bağlı “uzlaşı”nın, diğer bazı yararları da vardır: Örneğin, bu usûlde kararların alınmasında yukarıda izah edilen şekilde ortaya çıkacak fedakarlıklar, uzlaşmaya vesile olacaktır. Veya tersinden söylersek: uzlaşmalar kişileri hür iradeleriyle başkalarının haklarını da düşünen bir fedakârlığa yönlendirecektir.
Vakıa, farklı fikir ve oyların serbestçe ileri sürülemediği hallerde demokrasiden bahsetmek de zordur.[136] Zira “uzlaşı”, özgürce ileri sürülebilen farklı fikirlerin, toplumsal yarar için belli bir noktada buluşmasına bağlıdır. Bununla birlikte “uzlaşı” çoğunluktakilerin, ferdlerin insani haklarını ve yararları işlevsizleştirmemelerini; ve ayrıca, yönetimin hesap verebilirliğini idrak etmesini de sağlar.
Uzlaşının bu yararlarına rağmen, Ülkemizde uzlaşma, imkân ve formüllerinin yeterince güçlü olmayışı dikkat çekmiştir.[137] Ancak bir toplumda demokrasinin ideal bir şekilde işlemesi, uzlaşma kültürünü daha iyi öğrenme ve yaşa(t)maya da bağlıdır.
Uzlaşı için öncelik, farklı fikirleri açıklamaya imkân tanımaktır. Bu bağlamda farklı fikirleri kamuoyuyla, sosyal portallarla yazılı ve görüntülü basında paylaşma imkânlarını sağlamak gerekmektedir. Bunun için Devlet, tüm olumsuz ve sınırlayıcı etki/nüfuz ve zarara uğrama korkusu veya endişelerini engellemelidir.
Fikirleri, kanuna/hukuka uygun, doğru ve tüm çıplaklığıyla paylaşmak kamu yararının gerektireceği büyük bir vicdanî mes’uliyettir(=sorumluluktur). Çünkü, kamuoyunu aydınlatıcı paylaşımlar, “olgun, vatansever, insaflı seviyeli olursa ancak o zaman memleketin iyiliğine işler.”[138] Bunun mevcudiyeti, görüntülü ve yazılı her türlü iletişim vasıtalarının tarafsız yayın politikalarına da bağlı olacaktır. Zira herkesin haber alma ve fikirleri öğrenme haklarının hayata geç(iril)mesi, bu vasıtaların tarafsızlığına da bağlıdır.
Hal böyle olsa da yukarıda andığımız mes’uliyete(=sorumluluğa) riayet edilmeyişi yadırganacak bir sürpriz olmasa gerektir. Hatta belli bir fikrin veya fikirlerin propagandası/empozesi yönünde paylaşımlarla (devamlı) karşılaşmak mümkün ve muhtemeldir. Halbuki, insanlar doğru bildikleri, doğruluğuna inandıkları fikirlerini ve tercihlerini ortaya koyabilmelidirler. Çünkü, bilerek, farkında olmadan veya bilmeyerek; ahlâksızlığa, adaletsizliğe, yalancılığa destek vermek, büyük talihsizliktir.[139] Bu sözlerle hiç kimseyi itham etmiyoruz; itham etmek niyetinde de değiliz. Ama, insanlar, bunu bilerek yaparlarsa, en başta kendi insanlıklarına ve kişiliklerine ihanet etmiş olmazlar mı?…
Dolayısıyla mesele, hiçbir baskı be empoze altında kalmadan, tam bir serbest iradeyle; ve ayrıca, başkalarının onur ve kişiliklerini de düşünen[140] bir sorumluluk şuuruyla hareket etmekte düğümlenmektedir. Bu düğümün çözümü de:
1-) Hakaret veya başka bir suç teşkil etmeyecek her türlü eleştiri, söz ve düşünceyi ifade edebilme;
2-) Bilgi verme, basın ve bilgi alma;
Hak ve hürriyetlerini güvenceye bağlayan yol ve yöntemlerinin açık olmasından geçmektedir.[141]
Unutmamak gerekir ki: saadetin kaynağı olan adalet, ancak hakikatten doğar.[142]Avrupa Birliği Temel Haklar şartı, kişilere, “iyi yönetilme hakkı”nı tanımıştır. Bu ilke, kişilerin istemedikleri ve yerinde olmayan bilgiden kaynaklanan “kötü yönetilme”lerini de engellemektedir.
2.5. Siyasal Rejimlerin işleyişinde siyasal/Anayasal kurumların oligarşik tutumlarda uzak kalmalarının Cumhurbaşkanlığı sistemi örneğinde işlevselleştirilmesi
Çağdaş siyasal rejimlerin en önemli kötülüklerinden/sorunlarından birisi, sosyal ve siyasal kurumların ve kesimlerin oligarşik yapısıdır.[143] Aron’un bu tezini Rancıere de bir anlamda desteklemektedir. Ve Rancıere, “demokrasinin nefret(ler)i”nden gördüğü bu durumu, demokrasilerin başlarına gelebilecek büyük bir kötülük olarak vurgular.[144] Konuya bu tez açısından bakmak gerekirse:
Yasama, malûm, milli iradeyi temsil eden (ve milleti temsilen kanun çıkarma tekeline[145] sahip) bir organdır/erktir. Hal böyle olsa da yasamanın kararlarını (-halk adına değil de-) sırf kendisi adına alması mümkündür. Bu şekildeki oligarşik tutumlar[146] ise “fiili bir antidemokratik durum” oluştururlar. Siyasal rejimlerin bünyesinde kurumsallaşan diğer Anayasal/siyasal organlar için de oligarşik yapılanmalardan bahsetmek (mümkün veya) muhtemeldir. Halkın yönetime hukuki usûllerle katılımdaki “fazlalık ve etkililik” ise bu tür antidemokratik durumları işlevsizleştirmek bakımından büyük role sahiptir.
Bu meyanda, örneğin Cumhurbaşkanlığı sisteminde yürütme yetki ve görevini, Cumhurbaşkanı tek başına üstlenmektedir. Dolayısıyla Cumhurbaşkanına halkın eleştiri, bilgilendirme, dilek, istek ve şikâyet için başvuru ve erişim kanallarını açık tutmak gerekmektedir. Bunun yanısıra, Cumhurbaşkanı yardımcıları, bakanlar, Cumhurbaşkanlığı bünyesindeki kurul, makam ve danışmanlara da benzer görevler düşmektedir. Bunlar, araştırmalarıyla ve halkla iletişimlerinden ulaştıkları, millet ve toplum hayrına/yararına sonuçları ve kanaatlerini Cumhurbaşkanına arzetmelidirler.
Cumhurbaşkanlığı sisteminin işleyişinde yürütmeye ilişkin kararları Anayasal statü itibarıyla Cumhurbaşkanı tek başına alabilmektedir. Hatta “yürütme”yle ilgili konularda, ancak kanun karşısında hükümsüz sayılabilecek, “kanun eşiti ilk-el kararnameler” çıkarabilmektedir.[147] Yani Cumhurbaşkanı tek başına böylesine güçlü, geniş ve önemli yetkilere sahip bulunmaktadır.
Dolayısıyla Cumhurbaşkanının kararlarının isabeti, ancak kendisinin daha fazla ve sık bilgilendirilmesiyle daha da artabilecektir. Çünkü Cumhurbaşkanı, tek başına her yere ve her bilgiye ulaşamaz. Böyle bir durum da, Cumhurbaşkanını görüş ve düşüncelerle desteklemeyi, parlamenter sisteme nazaran daha önemli/gerekli kılmaktadır. “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”, bu yönden ayrı bir önem arzetmektedir. Çünkü Kabine üyelerinin, yürütmeye ilişkin görevlerinden başka, görüşleriyle de, daha isabetli kararlara vesile olabileceklerini burada mütehassısan(≈özenle) not etmek gerekir.
3. Siyasal rejimlerin işleyişlerinde adalet ve fazilete müstenit uygulamaların önemi
3.1. Siyasal rejimlerin adil ve faziletle donanmış şekilde işleyişi
3.1.1 Hürriyetçi ve insani demokratik siyasal rejimlerin işleyişinde “adalet”in önemi
İnsan doğasında var olduğunu düşündüğümüz adalet, kişisel ve toplumsal hayatta en önemli değerlerdendir.[148] Adalet modern toplumlarda bireylerin fzaileti(=erdemi), toplumun da ülküsüdür.[149] Adalet siyasal rejimlerin de önemsemeleri gereken bir ayraçtır. Siyasal rejimlerin öngördükleri hukuk düzenleri, belli bir adalet değer ve konseptini oluşturur. Çünkü:
1-) “Adalet müspet hukukun [da] değer ölçülerinden biridir.”[150] Bireylerin hayat kaliteleri de “mevcut(=mevzu) hukuk”un adaletle örtüştüğü oranda artar.[151]
2-) Adalet, aynı zamanda, diğer toplumsal değerleri ölçüp tartma ve değerlendirme aracıdır.[152]
“Adalete herkes her an için muhtaç bulunmaktadır. Bunun için adaletin hürmet telkin etmesi itimat ilham eylemesi lâzımdır.”[153] Yukarıda söylediğimiz gibi, toplum ve Devlet hayatı adaletle ayakta kalabilir.[154] Bu sebeple, esas olan, hayatı adalete, hakkaniyete; kısaca “Hak”a uydurmaktır.[155] Dolayısıyla tanımı bir hayli zor yapılabilen adalet, toplumda kişilere değerlerin ve menfaatlerin hak ettikleri oranda dağıtımı ve/veya korunmasıdır.
Bu bakımdan adalet, “dile, dine, ahlâka, hakka, hürriyete şahsiyete [ve Millete] en üstün içtimai değerler gözüyle bakan [milliyetçi ve insaniyetçi] bir fikir manzumesinin”[156] de önemli bir yapıtaşıdır.
Adalet, aşağıda önemi itibarıyla yine vurgulayacağız ki, mukayeseli hallerde eşitlikle eş anlamlıdır. Bunun dışındaki hallerde hak, menfaat ve yükümlülüklerin kişilere hakkettikleri ölçüde dağıtımlarında da bir ölçüt olmalıdır. Bu ölçüt ise: kanaatimizce somut olaylar için ahlâki değer yargılarıyla oluşmuş ve olgunlaşmış[157] “makul insan aklı”dır. Andığımız değer yargıları, her bir kişide farklı “adalet yargısı” oluşturur.
Yalnız, her insanın aynı ölçüde bir yargıya varması imkânsızdır. Bu sebeple “makul toplumsal şuur”da oluşan adalet ölçütü de en az ve en çok noktalardaki “makas aralığı”nda cereyan etmiş olur. Bu ölçütü de somut olarak bulmak mümkün değildir. Ancak “toplumsal gözlem”le bu ölçütü bulabiliriz.
Nihayetinde, bu ölçütlere göre ortaya çıkan “adaletsizlik sömürü, baskı ve zulüm ise adalet baskı ve zulmün[=hak yemenin, haksızlığın] olmaması durumudur.”[158]
Adalet, toplumsal hayatta vazgeçilmezdir. Çünkü adaletin yokluğu toplumun bozulmasına ve zevaline sebebiyet verebilecek bir değer, olgu ve sonuçtur. Adaletin karşıtı “zulüm”dür; yani keyfiliktir, hak yemektir, haksızlık yapmaktır. Çünkü “zulüm” deyimi, her türlü haksızlığı kapsar. “Adalet ise insanların arasına dikilmiş bir terazidir.”[159] Ve “[Hz.] Muhammed (s.) için adalet özellikle ihtimama şayan bir keyfiyettir[.] Ve O, günün problemlerini doğruluktan, muvazene ve hakkaniyetten ayrılmadan ele almış, çözümlemiştir.”[160] Öte yandan Batılı düşünceye, örneğin Kant’a göre de: “adalet zeval bulacak olursa insanların yer yüzünde yaşamalarının kıymeti kalmaz.”[161] Dolayısıyla, “yaşamın[=hayatın]… en yücesi, bir yurttaşlık anayasasının ve kamusal adaletin ortaklaşa tesisidir.”[162]
Adalet beşerî düzende olduğu gibi ve daha fazlasıyla, ilahi kitaplarda da buyruk olarak yer almıştır.[163] Adalete riayet, Türk-İslâm devlet felsefesinde de yönetimin temel düsturu olmuştur.[164] “Türk Milleti”mizin; örneğin, hak, doğruluk, insaniyet ve adalete itibar gibi hasletleri taşıdığı, tarihle de sabittir.[165]
Atatürk’e göre de, “hak kuvvetin üstündedir.”[166] Atatürk’ün 1923’de belirttiği üzere, “bağımsızlık, gelecek, özgürlük her şey adalet ile vardır.”[167]Atatürk’e göre adalet, “insanlar arasında kavga yerine birbirine yardım, karşılıklı hürmet, intizam koyan, herkesin haklarını ve vazifelerini tanıtan hukuk kaideleri ve bunların istikrarlı bir surette tatbikidir. Bu iş ancak, devlet teşkilatının ve hükümetin bulunması sayesinde kaabildir[≈mümkündür]. Devlet herkesin hakkını ve vazifesini tayin eder. Hiç kimse tayin edilen hudud haricinde bir hak iddia edemez. Bunun gibi kendisi de hiçbir vazife ile mükellef tutulamaz.” [168]
Eski “Türk devletleri”nde yöneticiler de “hizmet ve adalet[ler]ini, bütün insanoğlu arasında paylaştırmak zorunda idi[ler].[169] Hatta, hakanlar ve yöneticiler, yönettikleri halkı, ayrım yapmadan severlerdi. Ve dahası, halkın barış içinde böylelikle birarada yaşamalarını da sağlamaları gerekmekteydi.[170] “Kağanın vazifesi millete bakıp gözetmek, doyurmak, boyları bir arada tutmak ve düşmanlara karşı korumaktı”.[171]
3.1.2. Siyasal rejimlerin adaletle yönetme yükümlülükleri
Adaleti sağlamak yönetenlerin yükümlülüğüdür. “Yöneten”i, siyasal iktidar olarak geniş anlamda ele almak gerekir. “Yönetenin belli hakları [ve yetkileri] varsa bunu yönetilenlerin özgür iradesinden alır.”[172] Demokrasilerde yönetenlerin “yönetme hak, yetki ve yükümlülükleri”nin kaynağı Millettir. Yani Milletin halihazırdaki topluluğu olarak da halktır. Yönetenler, Milletten aldıkları bu hak, yetki ve yükümlülükleriyle adaleti tesis ederler. Çünkü siyasal rejimlerin işleyişinde toplumsal barış, dirlik ve düzen, ancak adaletle oluşur. Bu sebeple Milletin amacı da uzlaşı kaynağı ve değeri olarak adaleti amaçlar.
Dolayısıyla “yönetenlerin en büyük gözaydınlığı [yani: en büyük iftiharı] adaletin ülkeye yerleşip kalıcılığı ve halkın samimi bir şekilde birbirlerini sevmeleridir.”[173]
Atatürk’ün ifadeleriyle belirtmek gerekirse: “hükûmet memlekette kanunu hâkim kılmak ve adaleti hüsnü tevzi etmekle mükelleftir. Bu itibarla adliye işi pek mühimdir. … Siyaset-i adliyemizde takip edilecek gaye, evvelâ[≈birincisi] halkı yormaksızın süratle, isabetle, emniyetle adaleti tevzi etmektir. Saniyen[=ikincisi], … seviye-i adaletimizi bilcümle medenî heyet-i içtimaiyenin seviye-i adaleti derecesinde bulundurmak mecburiyetindeyiz.”[174]
Sezai Karakoç, politikacıların adalet ve hakkaniyetten ayrılamamaları gerektiğini şöyle dile getirmektedir: “Politikanın da bir sınırı olmalıdır. Politika için politika yapmak, yöneticilerin bir meslek haline gelen politikaya kapılıp gitmek, hoşgörüyü, politika yapmak adına toplumun ve ülkenin zararını göremeyecek noktaya kadar götürmek için doğruyu söylemekten kaçınmak, parti mensuplarını kaybetmemek için[yani kaybetmek gibi bir endişeyle] atılması mutlaka gerekli adımları atmamak, günümüz … politikacılarının [ve] kadrolarının belli başlı handikaplarındandır.”[175]
Aqiunumlu Thomas’a atıfla diyebiliriz ki: hukukun (ve dolayısıyla) kanunların adil olması ve “ortak iyi”yi, “kamu yararı”nı gözetmeleri gerekir.[176] Çünkü, hukukun en önemli amacı adalettir ve hukuk adalete yönelmiş ve bunu amaçlayan toplumsal hayat düzenidir.[177] Dolayısıyla Adalet olmaksızın hak ve hukukun varlığı söz konusu olmaz. Ve bir devlette kanunların gördüğü itibarın yüksekliği, maddi adaleti içermelerine bağlıdır.[178]
Vakıa, bir şeyde haddi aşmak, onu zıddına dönüştürür.[179] Bu anlamda, demokratik hukuk devletini hayata geçirecek adaletten her ne şekilde olursa olsun ayrılış, siyasal ve toplumsal düzeni bozabilir. Hatta bu durum, demokratik siyasal rejimlerin, gayrıadil ve antidemokratik düzene dönüşmelerine bile kapı açabilir.
Gerçekçi olmak gerekirse; siyasal rejimler, “yönetimde dürüstlüğü ve şeffaflığı talep hakkı” -gibi 3. kuşak (diyebileceğimiz) hakları tanımadan ve korumadan, fazilete müstenit adil bir düzen kuramazlar.[180] Ancak, müşahedeler göstermektedir ki; “reel iktidar, gizliliğin başladığı yerde başlar.”[181] Oysa, makûl olmayacak derecedeki gizlilik, otoriterizmin en güçlü vasıtalarındandır. Buna karşılık, “şeffaflık”, yönetimin faaliyetlerini halkın bilgisi dahilinde yürütmesini sağlar. Yönetime karşı, düşünceleri ve eleştirileri ileri sürülebilmek ise bu yolda etkili bir hak ve fırsat olabilir. Bu bağlamda yönetim, halkın düşünce, talep ve şikayetlerine açık olmalı; halka da doğru sonuçları/bilgileri vermelidir. Dolayısıyla şeffaflık, bir de, halkın, kötü zanlarını ve endişelerini bertaraf da edecek[182] siyasal bir (olgu ve) kurumdur.
3.1.3. Fazilete müstenid siyasal rejimlerin işleyişinde adalet ve diğer insani/toplumsal değerlerin yeri
3.1.3.1. Adaletin faziletli bir davranış olması bağlamında siyasal rejimlerin işleyişinde faziletin tanımı ve kapsamı
Adil olmak, hakkaniyete uymak, faziletli bir davranıştır. Ve bu, “toplumsal kurumların en önemli erdemidir.”[183] Hakkaniyet ve adaleti öngören ve bunu en iyi şekilde yaşatan rejim “Cumhuriyet”tir.[184] Cumhuriyet, bu vasıflarıyla ve ayrıca “hürriyetçi demokrasiyi kamu yararıyla dengeleme”si yönüyle[185] bir fazilettir: Nitekim, Atatürk de bir vecizesinde(≈özdeyişinde): “Cumhuriyet ahlâki fazilete müstenit bir idaredir… Cumhuriyet fazilettir. … Cumhuriyet namuslu ve faziletli insanlar yetiştirir.”[186] demiştir.
Bu arada görüyoruz ki, Batı fazileti unutmuştur.[187] Veya hiç hatırlamamıştır. Buna karşılık, fazilet, Toplumumuzda kadim Türk toplumlarında unutmadığımız, yaşayan bir meziyet ve haslettir. Ve bu, yani “fazilet(=erdem)”; mahiyeti itibarıyla çok kapsamlıdır ve çeşitli anlamlara sahiptir. Örneğin:
1-) Adalet, hakkaniyet, kendisine ve başkasına saygı, iyilikten yana olmak, kötülüğü kaldırmaya çalışmak;
2-) Vatanı ve milleti sevmek, kendi yararı için başkalarının ve toplumun haklarını ihlâl etmemek;[188]
3-) Bireysel ve toplumsal yararları (adil bir dengeyle) gözetmek;
4-) Başkalarının dertleriyle dertlenmek, yani başkalarının dertlerine çare bulmak veya buna yardımcı olmak;
5-) Ve tüm bunlara uymak bağlamında, (kamu düzeni ve hukuk çerçevesinde) yükümlülük ve sorumluluk duymak;
Gibi meziyetler tam bir ahlaki olgunlaşmışlık ve fazilettir.
Sonuçta “fazilet ve dürüstlük ehliyetin ahlâkî ifadesi[dir].”[189] Bir bu kadar da, “hak ve yükümlülüklerin bilincinde olmak” demektir.[190]
Kısacası “fazilet”, adil bir düzenin ve adalet ekseninin kapsadığı tüm olgu ve değerlerdir. Vakıa, “mutlu insanlar ülkesi” olmanın yolu, yönetilenlerin ve yönetenlerin kendilerini belli bir yöne yönlendirmelerinden geçmektedir. Bu yönlendirme de insani, gerçekten adil, insan hakları ve eşitlik ilkelerine dayanan “hukukun üstünlüğü”yle[191] hayata geçmiş olur.
3.1.3.2. Fazilete müstenid siyasal rejimin işleyişinde ön şart olarak “‘vatan’ ve ‘millet’ sevgisi”
1-) Millî birlik ve beraberliğini bozmamak ve doğru yolda olmak;[192] her türlü fitne ve ihaneti önlemek,[193] bozgunculuk yapmamak;[194]
2-) Haksızlık etmemek,[195] hak yememek, hakkı yardımlaşarak, dayanışarak savunmak;[196] adaletin gerçekleştirmek;[197] emanetlerin ehillerine vermek;[198]
3-) Heva ve heveslere uymamak, böbürlenmemek;[199] başkalarına güzel söz söylemek ve davranmak;[200]
4-) Yöneticilerin:
4a-) Heva ve heveslerinden uzak kalmaları[201] heva ve heves sahiplerinin isteklerine uymaktan da kaçınmaları;[202]
4b-) İşlerinde, görev ve yetkilerinde hakkaniyet ve adalete uymak sorumluluğu ve bilinciyle hareket etmeleri;[203]
4c-) Doğru ve adil kararları verebilmek için işin(≈konuların) ehiller(in)e danışmaları;[204]
İlâhî emir ve düsturlar içinde, ama beşerî anlayışın da benimseyeceği ilkeler olarak yer almaktadırlar.
Bu meyanda, örneğin Arvasi, Yüce Kitabımız Kur’an’daki bir ayete[205] atıfla, “müslümanların, din ve devleti, vatan ve milleti, ‘dıştan’ ve ‘içten’ saldıran ‘düşmanlara’ karşı korumaları da ‘cihad’dır. [Kur’an] ‘size harp açanlarla, Allah yolunda, siz de dövüşün.’ diye emre[t]mektedir.”[206] yorumunu yapmaktadır. Gerçekten Vatan savunması bu anlamda “mümkün olmak”tan ziyade, Allah katında bir “yükümlülük”tür.[207]
Millet hayatı, “vatan”da oluşur ve “vatan”da devam eder. Milleti oluşturan insanlar; hürriyetlerini, kişiliklerini, inançlarını ve hayatlarını da “vatan toprağı”nda güvenle yaşarlar. İnsanlar kendilerini vatan topraklarında emin ve güven içinde hissederler. Vatan coğrafyasına sahip olmayan veya vatanından ayrı kalan bir milletin dağılması mukadderdir;[208] ya da muhtemeldir.
Dolayısıyla, insanların vatanlarını korumaları ve savunmaları mutlu hayatlarını yaşayabilmek için mecburidir. Vatanın varlığı(=mevcudiyeti) ve savunması, üzerinde yaşayanların, dinlerini yaşayabilmelerini/yaşatabilmelerini, garanti etmeleri[209] bakımından da elzemdir. Buna karşılık, “vatansızlık” ve “vatan savunmasında acizlik veya çekinme” insanlar için hüsrandır; kişiliğin zaafı ve/veya kaybıdır. Kaldı ki, insanlar, üzerinde yaşayabilmelerini garanti eden vatanları olmadan mutlu bir hayat süremezler. Ve dahası insanlar, şayet vatanları yoksa; değerlerini, hasletlerin, hatıralarını yaşatamazlar ve idrak de edemezler.
Keza, Namık Kemal’in, okumayı tavsiye edebileceğimiz ve her çağda geçerli olacak tespitlerinin kısaltarak deriz ki: İnsan vatanını sever çünkü maddi varlığını vatanının bir cüz’ü görür. İnsanın hakkı, hürriyeti, huzuru, vatanı sayesinde güvencede olur.[210] Yine Namık Kemal’in deyişiyle devam edersek: “İnsan vatanını sever; çünkü vatan … millet, hürriyet, menfaat, uhuvvet[≈dayanışma, =kardeşlik], tasarruf, hakimiyet, ecdada hürmet, aileye muhabbet, yadı şebabet[≈geçen yıllarını hatırlayış] gibi birçok hissiyatı ulviyenin içtimaından[≈oluşumundan] hasıl olmuş bir fikri mukaddestir.”[211]
Eski tarihlerde yaşayan Türklerde de “vatan toprağı, maddi faydaları bakımından ele alınmıyor[du. Aksine,] ihmali, terkedilmesi, yabancının dokunması asla caiz olmayan mukaddes bir mahal telakkî olunuyordu.”[212]
Millî Mücadele ve İstiklâl Savaşının felsefesi ve amacı,[213] Vatanımızı kurtarmak; İstiklâlimizi yeniden kazanmaktı. Ve böylelikle de Milli birlik ve beraberlik içinde bağımsız bir Millet/Devlet olarak yaşamaktı.
Türk devlet anlayışı, “saadet”i Devlette bulmakta;[214] Devleti de hem saygıdeğer hem de hizmetkâr görmektedir. Tüm bu amaç ve tespitler, Türk devlet anlayışında vatan sevgisinin en önemli nişanelerindendirler.[215] Veciz bir şekilde ifade edelim ki: “vatanı olmayanın hürriyeti, huzuru ve güveni de ol(a)maz.” Örneğin İslâm’da bir kısım farzlar ve diğer dini ibadetler vatanın ve devlet’in varlığı şartına bağlıdır.[216]
Atatürk’ün bakışıyla “vatan sevgisi”, ırkçı ve ayrımcı bir temele dayanmaz. Ve Türk Milletinin “insaniyet ve fazilete müstenid seciye ve ahlâkıyla mücehhez milliyetçiliği”nde tecessüm etmiştir(≈belirmiştir).[217]
Atatürk’ün ifadesiyle: “Allah da Peygamber de insanların ve milletlerin izzet ve şerefini muhafaza etmelerini emrediyor.”[218], Atatürk, “Nutuk”unda “Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmek” vazifesini gençliğe vermiştir. Bu durum da “Vatan sevgisi”nin büyük öneminin, müşahhas ifadelerinden bir diğeridir.[219] Atatürk’ün, Cumhuriyetimizin ilelebet payidar kalması[220] sözlerini de, burada, Vatan ve Millet sevgisi bakımından ayrıca zikretmeliyiz. Anayasanın ve dolayısıyla Devletin “‘demokrasiye aşık’ vatan evlâtları”na teslim edildiğini (Anayasa başlangıç, paragraf: 9) de burada ayrıca hatırla(t)mak gerekir.
Türk Milletinin siyasal ve Milli kültürü de vatanı kutsal sayar: Bu kültüre göre; “vatan mefhumunu kutsallığı ile maneviyatından ayırmak, onu bir kuru toprak haline getirmektir. /Vatan topraklaşınca millet vatansızlaşır.”[221] Dolayısıyla da bu siyasal ve Milli kültür; vatanı sadece bir toprak parçasına indirge(ye)mez. Bu doğrultuda, Türk Milli kültürü “vatan”a hakettiği “vatan” değerini vermekte duyarlıdır. Yani Türk Milli kültürü, Vatanının kıymetini bilir. Yine bu Kültür, Türk Milletinin, Vatanını ve istiklâlini canı pahasına kurtarmayı istemesini ve amaçlamasının öngörür.
Tük Milli kültürü, Vatanı ve Milletin birlik ve beraberliğini savunmayı da mukaddes görür. Ve yine bu Kültür, Kaynağını, İslam’da bulan bakışla, Vatan savunmasını mukaddes görür. Bu savunmada ebediyete göçenlerin “şehit”lik, hayatta kalanların da “gazi”lik şeklindeki mukaddes mertebelere ulaştıklarını idrak eder.
Vatan gibi, Milli birlik ve beraberlik de Türk Milletimizin en önemli hasletlerindendir. Çünkü, aksi hal bölünmek, güçsüz kalmak ve dış güçlerin bağımsızlığımızı tehdit etmesi demektir.[222] Bu doğrultuda, “Vatan” ve “Vatan savunması” mevzubahisse farklılıklar, derhal ortadan kalkabilecek teferruat olarak yer alırlar. Yani Vatanın mevzubahis olduğu hallerde “Türk Milleti”nin birlik ve beraberliği için ay(kı)rı görüştekiler de bütünleşirler. Yani Vatan ve Milletin bekası mevzubahisse, Millet tabir caizse sıkılmış bir yumruk gibi yekvücut olur. Böyle bir davranış Milletimiz için en önemli bir hassasiyet, haslet ve meziyettir.[223]
3.1.3.3. Siyasal Rejimlerin İşleyişi Özelinde Türk Milliyetçiliğinin Bakışıyla Vatan ve Millet Sevgisi: Genel bir değerlendirme
3.1.3.3.1. “Türk Milliyetçiliği”nin “Atatürk Milliyetçiliği”yle İlgisi, Tanımı, Kapsamı ve Özellikleri
(1) Genel Olarak Tanımı ve Kapsam
Vatan ve millet sevgisi, “Atatürk Milliyetçiliği”yle eş anlamlı[224] olarak görülen “Türk Milliyetçiliği”yle ilgilendirilebilir. Çünkü, bu anlamdaki “Türk Milliyetçliği”:[225]
1-) Vatan ve milleti:
1a-) Sevmek ve yükseltmek için gereken çaba ve duyarlılığı göstermek ve;
1b-) Sosyal, iktisadi, ahlaki ve kültürel alanlarda bu hedeflere göre yaşamaya çalışmak;[226]
Şuuru, mefkûresi(≈ideali) ve doktrinidir. “Türk milliyetçileri ülkemizin çözüm bekleyen bütün meseleleri üzerine dikkat[le] ve titizlikle eğilirler.”[227]
2-) Andığımız iktisadi ahlaki, kültürel ve diğer değerler bağlamında açıklama yapmak gerekirse: Türk Milliyetçiliği;
2a-) Vatan, Millet, yurttaş ve insan sevgisi;[228] sevgi, şefkat, merhamet, hoşgörü, dostluk, kardeşlik, yardımlaşma, tevazu(=hoşgörü, müsamaha), dürüstlük fazilet, cesaret, sabır, gayret, samimiyet; üstlenilen işini en iyi şekilde yapabilecek[229] şekilde liyakat, çalışkanlık; bunlarla tecessüm eden ve milli menfaatleri gözeten bir “milli şuur” ve “milli dayanışma”; yönetime katılım ve bunun yollarını açık tutmak; adalet ve bunu “milli gaye” edinmek,[230] töreye, hukukun üstünlüğüne ve hukuk güveliğine bağlılık; özgürlük ve bu yazıda belirttiğimiz tüm iyi ahlâki davranışlarla, insanlığa saygılı[231] insani haslet ve meziyetleri içeren ve “‘normatif(≈ideal)’ demokratik unsur ve değerler”i benimseyen bir anlayıştır.
Devlet denilen siyasi organizasyon da bu değerleri ve milletin maddi ve manevi kültürünü yaşatmak ve geliştirmek için gerekli hassasiyeti göstermelidir.[232]
2b-) Buna karşılık: rüşvet, hırsızlık, ahlâksızlık, yolsuzluk, savurganlık, bozgunculuk, bölücülük, adaletsizlik ve iktidar ihtisarına esir olmak gibi, siyasal rejimlerin sağlıklı işlemelerini engelleyecek olumsuz hal ve davranışların hiçbirisiyle bağdaşmaz.[233]
3-) Türk “milliyetçiliği, akla, müsbet ilme dayanan, Türk Milletinin bütün fertlerini kaderde, tasada ve kıvanç ta ortak yapmak isteyen özcü, devrimci bir milliyetçiliktir.”[234]
(2) Türk Milliyetçiliğinin Özellikleri
1-) Türk Milliyetçiliği; Millet sevgisinin ve Millete verdiği değerin en önemli göstergesi olarak, egemenliği Millete verir. Türk milliyetçiliği milleti insanların ve sınıf veya grupların kaynaşmasıyla anlamlı bulur. Milletin her ferdini aynı şekilde ve derecede sever ve sayar.[235] “Hakikatte, milliyetçiliğin asıl hedefi geniş kitlenin iradesine dayanan bağımsız bir siyasî idare (selfgaverament) ve bu siyasî birlik içinde milli bir kültür meydana getirmek olmuştur.”[236]
Milliyetçilik, doğası itibarıyla, monarşi veya milli egemenliğe aykırı diğer yönetimlere ve siyasal düşüncelere karşıdır. Öyle ki, milliyetçilik antidemokratik (totaliter ve otoriter) siyasal rejimleri reddeder.[237] Ve dahası, milliyetçilik, “istibdad”a da karşıdır.[238]
Dolayısıyla Türk Milliyetçiliği de doğal olarak, bu ilkelere bağlıdır ve demokratik yönetimi benimser. Bu demokrasi, siyasal sosyal, iktisadi ve kültürel konularda alınacak kararlara toplumun katılımını esas alır.[239]
2-) Türk Milliyetçiliği, herkesin geniş bir hoşgörü dairesinde statü, şans ve fırsat eşitliğine sahip vatandaşlardan oluştuğunu kabul eder. Buna karşılık, Batıda Milliyetçilik algısının öngördüğü ve geliştirdiği ırkçı, şovenist, etnik köken ya da başka özellikler bakımından ayrımcı değildir. Bu doğrultuda Türk Milliyetçiliği çoğunluk diktası veya bunlara temayülü içeren düşünce ve politikaları reddeder. Çünkü bu tür politika ve düşünceler hem hiçbir şekilde insani değildirler; hem de ideal siyasal rejimlerin milli birlik ve beraberlik hedeflerini felce uğratırlar.
2a-) Dolayısıyla Türk Milliyetçiliği, “milliyet” için, millete bağlılık “hissi”ni gerekli ve yeterli görür.[240] Bu sebeple, Milliyetçiliğin doğasındaki millî birlik, kaynaşma ve dayanışmaya mâni olan her türlü zümre ve azınlık sultasını reddeden[241] özelliğini benimser.
2b-) Bu bakımdan, “Türk” deyimi, Türk Milliyetçiliğinde, etnik bir kökene bağlı topluluk değildir. Türk milliyetçiliğine göre “Türk” deyimi:
(1) Öncelikle Milletimizin Dünyaca tanınmış adıdır. Aşağıda söylediğimiz gibi Dünya bizi “Türk” tanır.
(2) Bundan başka, toplumdaki tüm insanları geniş bir hoşgörü dairesinde birleştiren kavramdır. Ve bu deyim etnik kökeni belirleyici bir içeriği kastetmez ve böyle bir içeriğe sahip değildir. Bu deyim vatandaşı milletine bağlayan hukuki bir bağdır. Bu sıfatı işlevsiz kılacak bir azınlık da ulusal veya Uluslararası hiçbir sözleşmede veya hukuk düzenimizde yer almamıştır.
Ülkemizde kendini farklı kesimlerden görenler veya görmek isteyenlerin davranış ve faaliyetleri, doğal olarak (aşağıda da değindiğimiz gibi) birlik ve beraberliğimizi ve üniter yapımızı bozamaz; bu dereceye varamaz. Devlet de bu dereceye varan davranışlara taviz veremez; müsamaha (=tolerans) gösteremez; bunları hoş göremez.
Zaten bu noktada milliyetçiliği ikiye ayıran yaklaşım[242] da, etnik ayrımcılığı “menfi(=negatif) milliyetçilik” olarak adlandırmıştır. Gerçekten, böyle bir anlayışı, insanların birbirlerine düşmanlıklarına sebep olabileceği için kabul etmemek gerekir. “Müspet(=Pozitif) milliyetçilik” ise birleştirici, uzlaştırıcı, yardımlaşma ve dayanışma gibi hasletlerle güçlü bir millet olgusunu kurmuş olmaktadır.[243]
Aslında Ülkemizde bir tarih ve hatıra birliği itibarıyla, ilk akla gelenler olarak Çanakkale, Galiçya, Sakarya savaşlarında Vatanımızı farklı yerlerden gelip de savunup şehit olanla birada yatmaktadırlar. Ayrıca her ülkede sosyal farklılıklar görülebilir. Bunları deşeleyip ayrıştırma çabaları ancak sömürgeci devletlerin bölücü politikalarına yarar sağlar. Aşağıda tekraren belirteceğimiz gibi; Ülkemizde aynı kültür, örf ve adetle oluşan birlik ve beraberlik, bir halının desenleri gibi, birbirini tamamlamış olmaktadır. Bu yönüyle de, Millete güç ve ahenk verici rol oynamaktadır.[244]
Milletler, kendilerini vasıflandırdıkları adlarıyla yaşarlar ve etraftan de öylece kabul görürler. Örneğin bir Fransız’a Fransalı; bir Alman’a Almanyalı denilemediği ortadadır. İşte “Türk” de aşağıda söylediğimiz şekilde, “Türkiye Cumhuriyeti”mizde yaşayan vatandaşların adıdır. Nitekim AYM’ye göre de: “hangi kökenden gelirse gelsin, bireyleri bir araya getiren, bir arada yaşatan şey, onlardaki aynı bir ulusa mensup olma duygu ve düşüncesi, bu yolda gösterilen kararlılık ve irade birliğidir.”[245]
Bu sebeple, Türk milliyetçiliği, “Türk”e “Türkiyeli” demez, ve böyle bir tabir ikâmesini de kabul etmez. Çünkü “Türkiyelilik” gibi bir tabir(=deyim), milli birlik ve beraberliği bozucu bir tehdit ve tehlike içerir. Kaldı ki Dünya bizi Türk tanır.[246] Nitekim Lozan Andlaşması’nın 38. maddesi de Ülkemizde yaşayan topluluğu “Türk Halkı” olarak görmüş, nitelemiş ve vasıflandırmıştır. Dolayısıyla Türkiye’de, “Türkiye Halkı” ya da “Türkiye Halkları” yoktur. Bir tek Millet vardır. Bu Millet de “Türk Milleti”dir.
3-) Bu Milliyetçilik, Milli dayanışmaya yer verir. Ve toplumsal ihtiyaçları, insan hakları, adalet, ve eşitlik gibi insani değerleri öne çıkarıcı uzlaşmayla giderir. Dolayısıyla “insanı yaşat ki devlet yaşasın” anlayışını miheng görür. Toplumsal sorunları bu çerçeveye de itibarla, demokratik bir usulle ve işin uzmanlarına da danışarak çözer.
4-) Türk Milliyetçiliği akla ve müspet ilme dayanır. Dolayısıyla rasyoneldir; yani gerçekçi bir bakış açısıdır.[247] Bu, ahlaki ve manevi değerleri ihmal ettiği anlamına gelmez. Dolayısıyla akla ve mantıka uygun ve aklıselimle (=sağduyuyla) davranmayı esas alır.
5-) “Tük Milliyetçiliği”, Batı’nın Devletimizin Ülkesi ve Milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak isteyen açık veya sinsi tüm politikalarına; milli birlik ve beraberliğimize ilişkin değerleri(mizi) ve milli hasletleri(mizi) diri tutan heyecan ve duyarlılıkla karşı koyar.[248]
Keza ulusaşırı şirketlerin ve evrenselci yaklaşımların birlik ve beraberliği bozabilecek sonuçlarına karşı, aynı değer ve hasletlerin oluşturduğu milli birlik ve beraberlik ruhunun üreteceği yeni formül ve bakışlarla karşı koymak[249] da, “Türk Milliyetçiliği”nin vazgeçemeyeceği usullerdendir.
“Türk Milliyetçiliği”nin akılcı ve insani karakteri, duruma ve zamana göre devamlı bir tekâmüle(≈gelişmeye) açıktır.[250] Ve ayrıca, bu karakter, Milli menfaatlere uygun politikalar geliştirir. Böylece Ülkemizin Dünya Milletler ailesinin eşit haklara sahip bağımsız bir üyesi olmasını sağlar. Örneğin, Türk Dünyası açılımı için yeni uluslararası politikalar geliştirmeyi de bu bağlamda görmek gerekir.[251]
6-) Milliyetçilik Dünya vatandaşlığını esas alan kozmopolitizmle bağdaşmaz. Ancak Milliyetçilik insanlığa, insanlığın saadetine karşı değildir. Dolayısıyla Türk milliyetçiliği hem insanlığın mutluluğunu arar;[252] hem de başka milletlerin hürriyet ve istiklallerine hürmet eder.[253] Ama, kendisine karşı içten ve dıştan tahakküm kurmak isteyen tüm girişim be politikalara karşı çıkar. Çünkü milliyetçilik doğal olarak ve öncelikle tam bağımsızlığa sahip olmak[254] ister. Milli egemenlik de bu hedefi; yani tam bağımsızlığı(=istiklâli) esas alır. Çağdaş olan milliyi bulmak ve gerçekleştirmeyi esas alan Milliyetçiliğin milli egemenlikle de bağlantılı diğer bir yönü de ulus-devleti öngörmek ve bunu idame(≈devam) ettirmektir.[255]
Bu doğrultuda, Ulusal (=Milli) devlet, istiklâline kastetmek isteyenler karşı milli birlik ve beraberliğini devam ettirmelidir.[256] Örneğin Hunların ekonomik sıkıntılarında Çin’in yardımını istiklâllerini kaybetmemek ve bunu gelecek nesillere bırakabilmek için reddetmişlerdir.[257] Bu itibarla, Türk Milliyetçiliği, Memleketimizi ve Milletimizin esaretini veya bölünmesini amaçlayan girişimlere, şiddetle karşı koyar. Sonuçta Türk milliyetçiliği, Milleti(mizi)n haklarını yabancı devletlere yedirmez.[258]
7-) Türk Milliyetçiliği toplumsal inanç farklılıklarını uzlaştırarak barışı ikâme eden bir düsturu benimser. Bu kapsamda laiktir. Dolayısıyla (izahatı aşağıda yer alan şekilde) dinlere karşı tarafsız ve saygılıdır.[259] Ayrıca din ve vicdan hürriyetini tanıyan ve sınırlamayı çağdaş insani gereklerle sınırlamayı istisna görür. Türk Milliyetçiliğine göre laiklik bu özellikleri içeren bir çağdaşlaşma modelidir.
(3) Türk Milliyetçiliğinin İslâmiyetle Uyumu
Aşağıda belirttiğimiz gibi İslâm da vatan ve millete olan saygı ve sevgiyi öngörmektedir. Örneğin Allah insanları birbirleriyle tanışıp görüşebilmeleri ve anlaşabilmeleri için milletlere ve kabilelere ayırmıştır.[260] Bu durum insanların nihayetinde topluluklara ayrılarak yaşadıklarını belirlemektedir. Dolayısıyla Müslümanların tek bir ümmet olarak günümüzde Ulus-devletler halinde yaşamalarıyla ilgili de zemin olmaktadır. Topluluğun birarada birlikte yaşaması, aralarında bir kaynaşma ve dayanışmadan bahisle topluluğa ve topluluğun yaşadığı topraklara bir sevgi bir ünsiyet(≈samimiyet) oluşturur.[261]
Aşağıda, yeri geldiğinde değinilecek birçok ayetten de Vatan sevgisini öngördüğünü çıkarmak mümkündür. Yine örneğin Kur’an’da rahim bağı itibarıyla hısım ve akrabaların birbirlerine diğerlerinden daha yakın oldukları[262] anlaşılmaktadır. Hatta bu ayet, ayette geçen kişilerin birbirleriyle merhamet ve sevgi yumağı halindeki kişilerin can yoldaşı olacakları[263] şeklinde yorumlanmıştır. Keza, yakın akrabalığın birbirlerine yakın olabilmeleri hususu, da yer almıştır. İslam, mirasta yakın akrabaları esas almıştır.[264] Ayrıca, Kur’an, dostlara lütufta bulunmaya imkân vermiş;[265] ve adaleti, ihsanı ve yakınlara yardımı öngörmüştür.[266] Buna göre insanların yardımlarını öncelikle yakınlarına yapmanın bir ayrımcılık olduğunu söylemek zor olsa gerektir.
İslam toplumunda gayrımüslimlere de adalet ve hakkaniyet içinde samimiyetle davranmak söz konusu olmuştur. Örneğin, Hz. Ömer, gayrımüslim tebaadan, onların halk nazarında küçük düşmemesi cizye vergisini kaldırmıştır.[267] Bir sahih hadis de, kişilerin kavmine (veya grubuna, milletine) zulüm ve haksızlık için yardım etmesini yasaklamaktadır.[268] Bir başka sahih hadis de, günah işlememek kaydıyla kabilesini müdafaa edeni hayırlı addetmiştir.[269] Kur’an de yakınlar arasında bile olsa doğru şekilde şahitlik yapmak bir vecibedir.[270]
Türk Milliyetçiliği, dediğimiz gibi, milletlere hürmet gösterir. Türk Milliyetçiliğinin ulus-devlet yaklaşımı, Müslümanların yaşadığı diğer devletlerle irtibat kurmalarını, onlarla birlikte hareket edecek sözleşmeler yapmalarını engellemez.[271]
Tüm bunlara bakınca görülmektedir ki: İslam kavmiyetçiliği ve ırkçılığı yani bunları; üstün diğer ırk veya topluluğu ya da kavmi hakir görmeyi görmeyi; veya başka şekillerde haksız şekilde kayırmayı yasaklamıştır. İslam’da kavmiyetçilik ya da ırkçılık davası güdülemez. Bu anlamda milliyetçilik de kabul edilemez.[272] Dolayısıyla kişiler belli bir topluluğu diğer bir topluluğa karşı da kayıramaz ve üstün tutamazlar. Irkla, kavimle veya bir topluluk veya kavimle övünmek, buna karşılık diğer topluluk ırk ve kavimleri hakir görmek insanlıkla da bağdaşmaz.
3.1.3.3.2. Türk Milliyetçiliğinin Devletin Ülkesi ve Milletiyle Bölünmez Bütünlüğü ve Üniter Yapı Hassasiyeti: Siyasal Rejimlerin İşleyişi Özelinde Bir Bakış
(1) Devletin Ülkesi ve Milletiyle Bölünmez Bütünlüğü ve Üniter Yapı Anlamı ve Kapsamı
Türk Milliyetçiliği dediğimiz gibi, Vatan ve millet sevgisini öngörür. Ve devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü benimser ve bunda somutlaşır. Ayrıca, bu sevgi, Vatanın ve Milletin bölünmezliğinden hiçbir ölçüde ve surette taviz vermez. Bu doğrultuda, farklı yerlerinde egemenliği kısıtlayacak özerklik ilkelerinin hayata geçirilmesini de kesinlikle reddeder.
Türk Milliyetçiliği, bu sevgiyi, milleti geniş bir hoşgörü dairesinde bir bütün oluşturmuş niteliğiyle algılar ve anlamlandırır. Dolayısıyla, Ülkemizin tüm insanlarının her birisini, “Türk Milleti”nin “‘eşit değerde’ ve ayrılmaz mensubu” olarak görür. Bu sebeple Milletimizi oluşturan farklı kesim veya sosyal gruplara kendi kimliklerinden bahisle ayrıcalık tanınmasından, (ileride bölünmeyi muhtemel/mukadder kılabileceğinden dolayı) endişe duyar. Örneğin AYM’nin de belirttiği üzere, bu istekler zaten zamanla bütünden kopma eğilimlerine sevkedici sonuçlar doğurur.[273] Bu konuda tarihi tecrübelerden alınan derslerin de bu yönde olduğunu hiçbir suretle gözden kaçırmaz.
Örneğin Fransız Anayasa Konseyi, 1991’de Korsika’nın talep ettiği özerk haklara ilişkin düzenlemeleri iptal etmiştir.[274] Bunun sebebinin Fransa’nın bölünme/çözülme tehlikesinin önüne geçmek olabileceği açıktır. Keza, benzer durum Nijerya tecrübesiyle de sabittir. Şöyle ki, bu Ülke’nin toprakları önce, siyasal yönden 3 özerk bölgeye ayrılmıştı. Ama bu bölümleme sonrasında, doğu bölgesi bu Ülkeden ayrılmıştır.[275]
Diğer taraftan, aşağıda da değindiğimiz gibi, kendilerini farklı etnik kökenden gören insanlar Ülkemizin her yöresine dağılmış vaziyettedirler.[276] Kendilerini farklı görenlerin etnik kökenlerine ilişkin bir kısım teoriler bulunmaktadır. Bu teoriler içinde, üstelik diğerlerinden daha güçlü ve tutarlı şekilde Eski Türk Boyları da bulunmaktadır.
Kaldı ki: Ülkemizde toplum ve insanlar asırlarca birarada yaşayarak et ve tırnak gibi birbirleriyle {çok çok eski zamanlara dayandırılacak köken arayışlarını[277] bile işlevsiz kılacak derecede kavi (≈güçlü, kuvvetli) bir şekilde} dayanışıp kaynaşmışlardır. Böylece de hepsinin birbirleriyle eşit statü ve değere sahip[278] ve müşterek bir kültür ve değerlerle bütünleşmişlerdir.[279] Ancak iç veya dış güç ya da dinamiklerin ayrıştırıcı empozeleriyle,[280] amaçlanabilecek bir siyasal özerkliğin, bu şekildeki bir siyasal ve sosyal birliğin[281] bölünmesini mukadder kılması mümkün ve muhtemel olabilecektir.[282] Kaldı ki günümüzde dış güçlerin güçlü bir Türkiye’yi istemedikleri malumdur. Avrupa Birliğinin de kendi karar organlarında etkisini azaltmak amacıyla bu yönde tavır aldığını müşahede etmek mümkündür.[283]
Bu bağlamda gerçekçi bir bakış özerklik gibi isteklerden ziyade, sorunların daha çok gelişmemişlik ve yoksulluk sorunu olduğunu teyit eder. Dolayısıyla Ülkemizin çeşitli yörelerinde empoze edilmeye çalışılan çeşitli kesimlerin farklı kökenlerden geldiği gibi sömürgeci yöntemleri etkisizleştirebilmenin demokratik yaşantıyı ve ekonomik kalkınmayı ikame ve teşvik etmekten geçtiği; örneğin Doğu ve Güneydoğunun ve diğer bazı bölgelerin asıl sorunlarının, bir kısım kalkınma hamleleriyle aşılabilecek ekonomik yoksulluk sorunu olduğu[284] hususu hiç de yabana atılacak bir olgu değildir.
Vakıa, Ülkemizde Vatanın ve Milletin bölünmez bütünlüğü esastır. Bu “tek Vatan, tek Millet, tek Bayrak, tek dil” şeklinde özetleyebiliriz. İşte andığımız bu bütünlük, (Anayasa hukuku/teorisi literatürüyle) “tek devlet” diyebileceğimiz bir “üniter yapı” teşkil etmektedir. Bu üniter yapı, egemenliğini kullanmayı Türk Milleti adına Anayasada belirtilen organlara vermiştir. Dolayısıyla Anayasamız:
1-) Egemenliği kullanımda siyasal bir özerkliğe hiçbir suretle yer vermemiştir. Bu sebeple:
1a-) Ülkemizin bazı yörelerine (federalleşme veya bölgeselleşme gibi yollarla) siyasal özerklik tanımayı;
1b-) Merkezi yönetimin, yerinden yönetim kuruluşları üzerinde üniter yapıyı bozmaya vesile veya sebep olacak/olabilecek denetimsizliği ve koordinasyonsuzluğu ya da bunlarda duyarsızlık ya da eksikliği yasaklamıştır.
1c-) Aşağıda söyleyeceğimiz gibi Anayasamızın, tek vatan, tek vatandaşlık, tek millet, tek dil, tek bayrak ve tek Milli Marş düsturları ihlal edilemez. Çünkü Anayasanın 4. Maddesi bunların değiştirilmesinin dahi teklif edilemeyeceğini belirtmiştir.
2-) Bunlardan başka ve bunlara ek olarak, egemenliği Avrupa Birliği gibi üst egemenliği öngören kuruluşlara devir veya paylaştırmaya da kesinlikle kapalıdır.[285] Ve bu iki unsurdan (Milli akibet ve beka için), hiçbir şekilde; örneğin uzlaşı gibi yollarla taviz vermemek gerekir. Dolayısıyla bunlar uzlaşma konusunun istisnası teşkil etmelidirler.
Bu arada, yukarıda belirttiğimiz üniter yapıda ısrarımızı, Dünyadaki gidişat ve fiili gözlemlerimiz de haklı kılmaktadır. Şöyle ki: Dünyadaki gidişat, federal devletlerin özerkliklerinin azalmaya başladığını; merkezin yetkilerinin, farklı kesim veya kökenleri kaynaştırmak maksadıyla gittikçe güçlendiren ve dolayısıyla bir anlamda “ulus-devlet”e yaklaştıran dönüşüm içinde olduklarını göstermektedir.[286] Şu halde: federal yapılar daha güçlü hatta merkezi yönetime yönelen bir birlik oluşturmaya çalışmaktadırlar. Hal böyleyken, Ülkemizin “ulus-devlet” yapısını çözme seçenekleri kesinlikle isabetli değildir; ve olamaz.
Neticede: “Türkiye Devleti tekil, bir devlettir. Millî devlet olmanın, yani bir milletin bağımsız devlet durumunda örgütlenmesinin doğal sonucu olan bu nitelik, etnik, dinsel ya da başka herhangi bir düşünceyle Ülkenin federe devletlere veya özerk bölgelere ayrılmasına olur veremez.”[287]
(2) Türk Vatandaşlığı, Milli Bayrak, Milli Marş ve “Devletin dili”nin Türkçe Olması
Öte yandan, kimlik itibarıyla da Dünya bizi (yukarıda da değindiğimiz gibi), “Türk” tanır. Bu bağlamda “Türk vatandaşlığı” kişilerin Türk milletine, vatandaşlığı anlatan hukuki bağını ifade eder. Bu minvalde, Türk vatandaşlığının yanında bir başka kimlik veya vatandaşlık taleplerini kabul etmek mümkün değildir. Aksi hal, Anayasamızın “Devletin Ülkesi ve Milletiyle bölünmez bütünlüğü”nü içeren 3. maddesine aykırı olur.
Diğer taraftan Anayasamıza göre Devletin tek bir dili vardır. Bu anlamda, Anayasanın 3. Maddesindeki ifadeyle, “Devletin dili” “Türkçe”dir. Dolayısıyla yönetilenlerin resmi iş ve işlemlerinde esas olan Türkçe’ye iletişimdir. Nitekim, “Lozan Andlaşması”nda da Ülkemizin resmi dilinin sadece Türkçe olduğu yönünde hükümler bulunmaktadır. Bunun gibi, Bayrağımız da ölçüleri Kanunda belirlenmiş “beyaz ay yıldızlı al Bayrak”tır.
Yukarıdaki hususlar ve Marşımızın “İstiklâl Marşı” olduğu 3. maddesiyle korunmuştur. Anayasamızın 4. maddesi ise, burada andığımız 3. maddedeki ifadelerin değiştirilmelerinin “teklif dahi edilemeyeceği”[288] açıkça belirlemiştir. Şu hâlde Türk Milliyetçiliği:
1-) Sadece “Türk vatandaşlığı”nın bir kimlik oluşundan;
2-) Resmi dilin sadece Türkçe oluşundan;
3-) Eğitimi dilinin anadili olarak sadece Türkçeyle yapmaktan;
4-) Bayrağımızın tek ve sadece beyaz ay yıldızlı al Bayrağımız olmasından;
5-) İstiklâl Marşımızdan başka bir Marşımızın olamayacağından;
Uzlaşı veya başka gibi gerekçelerle de olsa taviz ver(e)mez.
Lozan Andlaşmasının hükümleri (madde: 39 ve devamı) Ülkemizde “resmi dil”in Türkçe olduğu yönündedir. Devletin başka dilleri öğretmek veya eğitimde kullanmak gibi bir yükümlülüğü/mecburiyeti de yoktur. “Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî ve eğitim dili Türkçedir. Ancak bu, vatandaşlarının günlük yaşamlarında farklı dil, lehçe ve ağızların serbest kullanılmasına engel teşkil etmez. Bu serbestlik, ayrılıkçı veya bölücü amaçlarla kullanılamaz.”[289]
Çünkü böyle bir tehdit veya tehlike de başlı başına bir “beka sorunu”dur. Ve bu sebeple de kamusal yararlara (ve maslahata) aykırıdır. Bundan dolayı, Türk Milliyetçiliği, andığımız tehlike ve tehditleri, (Anayasal ve yasal usullerle) önleyici duyarlılığı gösterir. Ülkemizin, bölücü ve diğer her türlü terörle mücadele etmesi de bu bağlamda en doğal hakkıdır.[290]
Kaldı ki, zamanımızda devletlerin milletlerinin ırk ve köken olarak birbirlerine karıştıkları malumdur. Ayrıca, yukarıda da söylediğimiz gibi, Ülkemizin her yerinde, kendilerini farklı kesimlerden görenler bulunmaktadır. Yani kendilerini farklı etnik kökenden görenlerin (veya görmek isteyenlerin), Ülkemizin her yerine yayıldıklarını söyleyebiliriz. Bunun aksini söylemek de kanaatimizce abesle iştigaldir. İşte böyle bir durum, doğal olarak, herhangi bir yöreye, özerklik vermeyi; farklı kimlik taleplerini ve nihayet, herhangi bir yörede Türkçeden başka dillerde eğitimi imkânsız kılmaktadır.
Diğer taraftan “dil, bir milletin ruhudur; anlaşma ve ortak kültürü oluşturma vasıtasıdır.”[291] Ve de“millet dili ile var olur.”[292] Hakiki bir millet olgusu, kimliğine; Ülke, ülkü ve dilek birliği kadar dil birliğini de iyi kurmakla ulaşır.[293] Mehmet Kaplan da Namık Kemal’in bir makalesine atıfla edebiyat ve dilin bir milletin ruhu olduğunu belirtmektedir.[294] Lisan(≈konuşma dili), içtimai bir zümreyi yoğunlaştırıcı birliktelik sağlayarak milliyet mefkûresine hamil kılmaktadır.[295] Bu bağlamda lisan milliyetin sembolü;[296] daha doğrusu, asıl sembollerindendir. Nitekim Milleti diğer topluluklardan ayıran iletişim yoğunluğu[297] da dil ile gerçekleşir.
Bu sebeplerle, bir “millet”i ortadan kaldırmanın yolu, diline zarar vermek; dilini ortadan kaldırmaktır.[298] “Bir milletin tarih içinde devam etmesi, gelişmesi ve yaşayabilmesi, dilinin varlığını, bütünlüğünü ve canlılığını korumasına bağlıdır. Zira, bütün milli tarih, milli töre, milli gelenek ‘dil’in içindedir.”[299]
Dildeki gelişmeler, kendi kanunlarına göre olur.[300] Dolayısıyla milliyetçilik, Türkçemizdeki kelime ve deyimleri “öztürkçecilik” gibi adlarla topluma empoze edilen kelimelerle değiştirmeye muhaliftir. Keza, Türkçede anlatım ve kelimelerin sayısını kısırlaştırmayı/azaltmayı[301] da kabul etmez. Çünkü aksi hal:
1-) Hem “Türkçemizin bazı kelimeleri şuradan, buradan alınmıştır diye bunları dilden çıkarmak, bu milletin dilini yıkmaktır.”[302]
2-) Hem de Türkçenin kelime haznesini ve anlatım kaabiliyetini daraltmak sonucunu doğurur.
3-) Ve böylece nesillerin birbirlerini ve çağdaşlarını bile anlayamayacak hale gelmelerine sebep olur.
Türkçede kelimelerin azaltılmaları veya öztürkçe diye lanse edilen kelimelerle değiştirilmeleri büyük bir sakınca içermektedir. Çünkü böyle bir durum; ortak bir kültür oluşturma ve yaşatma azim ve iradesini engelleyebilecektir. Dolayısıyla da milletin akıbetine verilebilecek en büyük zararlardan birisi olacaktır. Çünkü dil geçmiş, hal ve gelecek nesilleri birbirine bağlayan kültür köprüsüdür.
Dili uydurma kelimelerle özünden saptırmak böyle bir hazineden istifadeyi kaldırır. Nesiller daha evvelki kültürel kaynaklara erişemez hale gelirler.[303] Kişiler, dilde yeni kelimeler buldum diye yaşayan dili anlaşılamaz hele getirmemelidir. Dil yaşayan varlıktır. Her bir kelime toplumda uzun süre içinde yerleşebilir. Toplumun tutmadığı ve Türkçe usul ve kaidelerine aykrı şekilde kelime türetmek Türkçeyi farkında olmadan yaralamak veya tabir caizse katletmek olabilecektir.[304]
Tabii ki bu arada Ülkemizde harf inkılabından sonra, önceki alfabeyle yazılan kaynakların en kısa zamanda yeni harflerle yenide taab edilmeleri(=neşredilmeleri, yayınlanmaları) çok önemsenecek bir husustur.
Bu konuda farklı kesimlerin aralarında konuştukları dillerin her birinin müstakil bir dil olup olmadıkları veya bilimsel ve güncel iletişimde gramer ve/veya kelime olarak yeterlilikleri veya yetersizlikleri gibi hususları[305] {Türkçeden Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanunu (no: 2932) (ve dolayısıyla öngördüğü yasaklamaları), Terörle Mücadele Kanunu (no: 3713) kaldırılsa bile[306] (madde: 23/e)} Anayasanın Devletin dilinin sadece Türkçe olduğuna ilişkin değiştirilemez 3. maddesi gereğince, sonucu değiştirici etki doğurur mahiyette görmek mümkün değildir.
Dolayısıyla resmiyette yani resmi iş ve iletişimlerde sadece Türkçenin kullanılması, kaçınılmaz bir gerekliliktir. “Türk dilinin ortak dil olması bir soyun önceliği değil tarihi gelişimin doğal sonucu kabul edilmelidir.”[307] Aksi hal ise, yani resmiyette birçok farklı dili tanıma istekler(i kabul) ise; Ülkeyi sosyal, ve bilhassa da siyasal açıdan adeta bir “diller bölgesi” haline getirir. Ve bu durum, Ülke vatandaşlarının birbirleriyle kültürel ilişkilerini de tamamıyla ortadan kaldırıcı tehdit ve tehlikeye vesile olur.
Böyle bir tehlikeye karşı Osmanlı’nın da duyarlı olduğunu görüyoruz: Örneğin, Sultan II. Abdülhamit’in 1876 Anayasası’nda Türkçe’den (madde: 18) başka dillerin de resmi dil olarak yer alması tekliflerini reddettiği,[308] Milli birliği sağlamada dilin önemi bakımından manidar bir şekilde hatırlardadır. Günümüzde Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartını birçok ülkenin, örneğin Fransa’nın[309] onaylamayışı da burada manidar bir mahiyet arzetmektedir.[310]
3.1.3.4. Siyasal Rejimlerin “Farklı İnançları Uzlaştırmayı Sağlama Formülü Olarak” Laiklik Anlayışı
3.1.3.4.1. Laikliğin Tanımı, Kapsamı ve Gerekleri
Siyasal rejimlerin insani vasıflarla işlediği bir devletin barışçı toplumsal düzeni kurması gerekir. Bunun yollarından birisi, ülkede din ve inanç farklılıklarını uzlaştırıcı, politikalar üretmesinden geçmektedir. Bir toplumun çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkabilmesi de aklı ve bilimi esas almasıyla mümkün olacaktır.
Bu anlamda devletler, laik çizgiyi takip etmelidir. Ama burada nasıl bir laiklikten bahsetmenin gerekli olacağı burada önem taşımaktadır. Bu bağlamda “makûl ve mutedil laikliği” şu özellikleriyle açıklamak mümkün olsa gerektir:
1-) Laiklik, din ve devlet işlerini birbirinden ayırır. Çünkü, din ve devlet işleri farklı farklı argümanları ve davranışları gerektirirler.[311] Din ve dünya işlerini birleştiren yönetim, din ve/veya dünya işlerinden birisini veya bir kısmını ihmal edebilir. Böyle bir durum, dinin, yönetimin kontrolüne geçmesi tehlikesi oluşturur. Ayrıca, yöneticilere ve siyasete, dini değerleri her zaman istismar etme fırsatı verir.[312]
Dolayısıyla, bu, dini duygu ve değerlerin istismar edilmesine elverişli ortam hazırlar. Sonuçta böyle “teokratik bir yönetim”, toplumdaki ayrışmalara sebep olabilir.[313] Tüm bu sorunlar da devlet hayatında kaosa sebebiyet verebilir. Ve de dinin devlet tarafından kontrolü ya da istismarı gibi tehlikelere kapı açabilir.
İşte bu sebeplerle laiklik, teokrasinin din ve vicdan hürriyetini işlevsizleştirici uygulamalarına[314] asla izin vermez. Ve bu bağlamda, inançların bir ruhban sınıfının yönetimine bırakılmasını da reddeder. Böylece:
1a-) Ruhban sınıfının, kişilerin Allaha ibadetlerinde bir aracı olmasının, dini istismardan başka bir işlevi olmadığını zımnen kabul etmiş;
1b-) Dinin devlet işlerine ya da devletin din işlerine karışmasından doğabilecek istismarını engellemiş;
1c-) Din ulemasının ve ruhban sınıfının toplumda nüfuz sahibi olmasından doğacak sorunları ve sakıncaları gidermiş;
1d-) Devletin kabul ettiği din ya da dinlerin dışındaki inançları dışlamanın sebep olacağı toplumsal sorunları çözmüş;
1e-) Din ve vicdan hürriyetini kamu düzeninin ve başkalarının haklarının mecburi kıldığı haller dışında işlevsizleştirmeyi de engellemiş;
Olur.[315]
Yalnız bu anlatılanlar, laik din ve devlet işlerinin ayrılmasının, devletin kanunları ve dini kaidelerin umumi hayatı bozacak şekilde çatışmalarını da mümkün kılabileceği anlamına gelmez.[316] Dolayısıyla, aşağıda ayrıca değinileceği gibi toplumsal hayatın ihtiyaç ve realitelerinin gerekli kıldığı dini değer ve müesseseleri hayata geçirmek, bu amaç ve hedef bağlamında makul ve mümkündür.
2-) Laiklik, dinsizlik değildir.[317] Laik Cumhuriyetin dinlere karşı tarafsızlığı gereğince; dinsizlere karışmadığı gibi dindarlara da karışmamalıdır.[318] Bundan başka, gerçek dini/inançları işlevsizleştirici müdahalelere de kapalıdır. Bu bağlamda, “milli bir din” ihdasını ve bunun tahkimini de kabul etmez.[319]
Laiklik, dediğimiz gibi, siyasal rejimlerin barışçı ve uzlaşıcı bir şekilde işlemesi için öngörülen bir zorunlu formüldür. Şu halde, bu açıdan ve bu ölçüde kurumsallaştırılmalıdır.
Dolayısıyla laiklik, öncelikle dinlere ve inançlara karşı tarafsızlığı esas alır. Bu tarafsızlık, din ve inançları, işlevsizleştirici değil; din ve inançlarını yaşamak isteyenlere imkân verici şekilde bir “pozitif tarafsızlık”tır. Yani laiklik, din ve inançlara menfi (≈kısıtlayıcı) değil; müspet (=pozitif) tavır alır. Şöyle ki:
2a-) Laiklik dine karşı bir düşünce değildir.[320] “Devlet ve insan cemiyetlerinin ahlâk temelini kuran din, hayata karşı lakayd(≈ilgisiz) kalamaz.”[321] Laikliğin, bir milletin geleneğini ve inançlarını silmek süpürmek olamayacağı da açıktır.[322]
Bu bakımdan Laiklik, Devletin, tüm dinlere karşı eşit mesafede, din ve vicdan hürriyetini tanımasını ve garanti etmesini esas kabul eden pozitif konumda olmasını öngörür. Bu kapsamda devlet din ve inançların hürriyet içinde yaşanmasını sağlayacak “kamu hizmetleri”ni eşitlik ilkesini gözeterek yerine getirir.[323]
2b-) Bu kapsamdaki laiklik ise başta din ve vicdan hürriyetini tanımayı esas, sınırlamayı istisna kabul etmeyi gerektirir. Diğer bir deyişle, inanların kendi dinlerini tebliğ ve inançlarına göre ibadet etmek; ve ayrıca, inançlarını kendi hayatlarına uyarlama haklarını tanımak gerekir.
Devlet, bu hürriyetleri, ancak kamusal düzeni veya başkalarının haklarını ihlal ettiğinde sınırlamalıdır.[324] Bu noktada din ve inanç hürriyetinin sınırlarını yani laikliğe aykırılık taşıyacak sınırlarını belirlerken, somut ölçüt koymak da gereklidir. Buna göre, din ve vicdan hürriyetini sınırlamak için dini eylem, işlem, uygulama ve yaşantının kamu düzenine karşı ağır, açık, yakın, belirgin ve somut tehlike teşkil etmesi hallerini gözetmek, uygun bir usul olsa gerektir.
Ancak, bu sınırlama her halükârda, sınırlamanın amacının gerektirdiği ölçüyü aşmamalıdır.
3-) Bununla birlikte, toplumsal hayatın realitelerinin gerektirdiği ihtiyaçları bir şekilde gidermek gerekir. Bu bağlamda, toplumsal ihtiyaçları, gereklilik bağlamında dini kural, olgu veya değerlerle gidermek, laikliğe aykırılık teşkil etmeyecektir.[325] Çünkü burada amaç dini devlet işlerine karıştırmak değildir. Aksine, burada, toplumsal ihtiyaçları karşılama mecburiyeti böyle bir tercihi gerekli kılmaktadır.[326] Dini bayramların kanunlarla tanınması ve bu günlerin tatil ilan edilmesi bu bağlamda bir örnek olabilir.
4-) Laiklik, “kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştır[mamaktır.]” (Anayasa, başlangıç, paragraf: 5).
Ayrıca, laiklik, dini istismar etmeye ve/veya kişisel ya da siyasal ya da bir başka menfaat için kullanmayı da yasaklar. (Yani Anayasa, madde: 24/son’un ifadesiyle söyleyecek olursak: “Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa”:
4a-) “Din kurallarına dayandırmak”;
4b-) “Veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlamak”;
“Amac[lar]ıyla her ne suretle olursa olsun dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar e[tmemek] ve kötüye kullan[mamaktır.]”[327]
5-) Laiklik Toplumsal hayatta ve bunun devamında aklı ve bilimi esas alır ve bunu hedefler. Bu yönden toplumların, batıl inançlardan kurtulup akla ve ilme değer vererek[328] ilerlemeleri ve çağdaşlaşmaları modelidir.[329] Dolayısıyla, saptırılmış, tahrif edilmiş yozlaştırılmış anlayışlara yani hurafelere karşıdır.[330]
6-) Laiklik, hakkaniyet ve adaletle, insan haklarına saygılıdır. Ve kayırmacı olmayan hukuku üstün tutan bir devlet ve hukuk düzeni öngörür. Farklı inanç ve kesimlere farklı kuralların uygulanması anlamında “‘çok hukuklu’ devlet düzeni” laiklikle bağdaşmaz.
7-) Laiklik, yukarıda belirttiğimiz gibi, milli egemenlik ilkesini benimseyen milliyetçilik anlayışının gereklerinden birisidir. Çünkü, Milli egemenlik, egemenliği dolayısıyla yönetimi milletin kendisi için kendisinin ele almasıdır. Yani Milli egemenlik yönetme hakkını, kendisi için karar alma ve uygulamayı millete vermektedir. Bu bağlamda laikliğin demokrasilerle birlikte düşünülmesi mukadderdir ve mümkündür.
3.1.3.4.2. İslam ve Laiklik Açısından Kısa Bir Değerlendirme
Laikliğin bir dinsizlik ve dini değerler yerine başka değerleri empoze eder niteliğinin olmayışı, taassuba sevketmeyen ve “hurafeden ayıklanmış bir gerçek din”e karşı olmadığı şeklinde yoruma müsaittir. Bu yönden İslam özelinde şöyle bir değerlendirme yapmak kanaatimce yerinde olabilir:
(1) İslam’ın Taassup ve Hurafeye Yer Vermeyişi; Akıl ve Bilimi Teşviki
1-) Örneğin, Osmanlının duraklama ve gerileme dönemlerinde İslâmi hükümlerin çağın gereklerine cevap verecek içtihatlar geliştirilemeyişi,[331] haliyle taassuba da sebep olmuştur.[332] Bu sorun, İslâm’da güncel ihtiyaçlara göre içtihatlar üretemeyiş olarak, çok evvelki dönemlerden itibaren dikkat çekmiştir.[333] Örneğin, “içtihadın içtihatla kaldırılamayacağı”na ilişkin kural, gelişmeci yoruma imkan verdiği halde, çağlar boyunca İslam’ın hukuki içtihatlar bağlamında kendini güncele göre yenileyemeyişine sebep olmuştur.[334]
Halbuki, “İslâmiyette asla taassup ve [haklara] tecavüz yoktur.”[335] İslam, kadere imanı öngörmüştür. Buna karşılık, sadece kaderci bir teslimiyetle mistik dünyayı öngörmemiştir. Yani dünya için de gereken gayreti göstermeyi esas almıştır. Ve tasavvufun sadece “din için çalışmayı” içeren yorumunu benimsememiştir. Atatürk’ün ifadesiyle: “Bizim dinimiz milletimize hakir, miskin ve zelîl olmağı tavsiye etmez. Bilâkis Allah da Peygamber de insanların ve milletlerin izzet ve şerefini muhafaza etmelerini emrediyor.”[336] Dolayısıyla, İslam’da kadercilik sebebiyle hiçbir gayret göstermeden, olacağa boyun eğmenin yeri yoktur.[337] Keza hiç ölmeyecekmiş gibi Dünya için çalışmak da İslam’ın öngördüğü yükümlülüktür; gerekliliktir.[338]
Öte yandan: “Dünyada her hey için, medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için en hakikî mürşit ilimdir, fendir. ilim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalâlettir.”[339] Ancak, bu ifadeler, İslam’ın akla ve bilime değer vermediği anlamına gelmez. Çünkü, İslam’da din ve bilim birbirlerine zıt iki olgu veya değer değildir.[340] İslam’ın bilim ve akla verdiği değeri burada özellikle belirtmek gerekir.[341]
2-) Atatürk, çeşitli konuşmalarında dinin lüzumuna; dinin başka bir olguyla etkisizleştirilemeyeceğine[342] dikkat çekmiştir. Batıl inançların da Devlet hayatında bozulmalara sebep olacağını belirtmiştir. Atatürk, İslam toplumunun, Allah’ın emrini “hakikatleri”yle (=“gerçekleri”yle) yaşamayışlarını, çekilen acı ve yoksulluğun sebepleri arasında görmüştür.[343]
Dini değerleri ve Yaratıcıyı akılla ispatın mümkün olmadığını söyleyenler yanılmışlardır.[344] Dolayısıyla, dini olgular ve değerleri, akılla kavramak zor olsa bile akla aykırı olduklarını ispat mümkün değildir.[345] Buna karşılık, örneğin İbn Rüşd’ün usulüyle yapacağımız ispat, Yaratanın varlığına akılla bulmayı mümkün kılabilmektedir. Buna göre: her ihtiranın(=icadın) bir muhterii(=mucidi) vardır. Yani her cismin eserin bir yapanı, bir sanatkarı vardır. Şu hâlde kâinat dediğimiz büyük bir sanat eserinin ve yapının ustası, sanatkarı olmadığını söylemek mümkün değildir. Ki bu san’atkar da yüce Yaratıcıdır yani yüce Allah’tır.[346]
Pozitivist düşüncenin bu noktada iflâs ettiğini de burada teslim etmek yerindedir. AYM’nin dini akıl ve bilim karşıtıymış gibi algılayan kararına,[347] katılmak bu açılardan mümkün değildir.[348]
Din toplumun ahlaki, doğru yaşama ve çalışma önerileri bakımından önemsenmelidir. Çünkü dinin temelinde sevgi vardır. Ve bu içten bir şekilde toplumsal bağlılığı, dayanışmayı ve barışı sağlar.[349] Kamusal düzen ve genel ahlâk da kendileriyle başbaşa kalan insanların, kendilerini dini değerlerle sınırladıklarında sağlanabilir. Zira kendi vicdanında bir “Yaratan”a hesap vereceğini düşünmeyen her nefis, sınırlanamayan; etrafına acı veren bir güç haline gelir. Nitekim Şair de: “Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;/ Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır.”[350]Diyerek konuya vurgu yapmıştır. Sonuçta “insanlarda din duygusu yoksa, …hiçbir maddesel varlık… kötülüklerden, yaptıkları, uğratıldıkları fenalıklardan kurtaramaz.”[351]
Evet, yozlaşmamış din, ahlâkı geliştirir; sosyal gelişmeyi de teşvik eder.[352] Saygı, dürüstlük, barış, huzur, adalet ve fazilet hep -gerçek hukukun da benimsediği[353]– “ortak iyi”nin değerlerin[354] köklerini dini kaynaklarda bulmak mümkündür. Dolayısıyla, “makûl insan aklı”nın da istediği bu “ahlâki değerler”le din kuralları arasında bir ilişki olmadığını söyleyemeyiz.[355]
Meselâ Peyami Safa da ahlâksızlığın azalmasının Allah korkusuna bağlı olduğunu belirtir. Ve dinin, Dünya ve ahiret öngören ahlak ve hukuk nizamı olduğunu vurgular.[356] O’nun da dediği gibi: insanın dinin ahlakın ve manevi tercihlerin yerine ilmi koyması da yeterli olmaz.[357]
Diğer taraftan İslam’ın normatif demokrasi anlayışıyla benzeşmesine de dikkat çekmek gerekir:
Bir kere: adalet ve hakkaniyetle hükmetmek ilkesi bağlamında, İslam’ın “tek hukuklu düzen”e muhalif olduğunu söylemek iddialı bir yargı olur. Buna karşılık, İslam’ın hükümleri, “‘adaletle hükmetmekle kayıtlı’ tek hukuklu düzen” i öngördüğünü[358] söylemek yanlış olmaz.
(2) Siyasal Rejimlerin Kamu Yararı ve Adalete Uygunlukları Kıstası Bakımından
1-) Yukarıda değindiğimiz “şûra”da “sözün en güzeli”ni karara bağlamak[359] için “ehillerine danışmak”,[360] normatif demokrasilerde de “uzmanlara danışmak”la[361] benzeşmektedir.
Bir kere, İslam’ın, yukarıda yer verilen şura prensibi de nazara alındığından, baskıcı ve despotik olmayan yönetimlerin icra edildiği demokrasilerle benzeşmediği de söylenemez. Üstelik şura’da “sözün en güzeli”ni ancak muhaliflerden de alınacak fikirlerle bulmak mümkündür. Çünkü ancak böylece hukukun istediği “ortak iyi”yi gerçekleştirmek söz konusudur. Böyle bir durum, demokrasilerin krizi ve bunalımları olan: “çoğunluk istibdadı” veya, beraberinde milletin temsilcilerinin aslında sırf kendi menfaatlerini düşünmesi gibi bir sonucu getiren “fiili bir oligarşik yapılanma” şeklini ve yollarını da bir nevi kapatıcı mahiyet arzetmektedir.
2-) Demokrasilerde halk kendisi için kendi yararına ve kendisi karar vermektedir. Gerçi demokrasilerde halkın bu konuda hak ve yetkileri sınırsızdır. Ama gerçekte bu sınırsız değil sınırsızmış gibi görünür. Buna karşılık gerçekte sınırlıdır. Bunun sınırlarını da işin tabiatı icabı kamu yararı, insan hakları ve adalet anlayışı oluşturur. Bu açıdan baktığımızda demokrasilerde iktidarlar, aslında “anayasacılık teorisi”yle anlamlı Anayasalarla sınırlıdırlar.[362] Yani “gerçek Anayasalar” toplumda hakkaniyet ve adaleti öngörmek ve iktidarı bunlarla sınırlamak zorundadırlar.
İslam da imani esas ve hakikatleri dışındaki konularda, çağ ve toplum gereklerine göre yeni yorumlara elverişlidir.[363] Sebeple, dinlerin değişmez hükümlerinin, toplumsal gelişmelere uyumu engelleyeceği görüşlerinin[364] dayanakları, tartışmaya açık nitelik taşımaktadırlar. Yani, İslam’da imani nitelikte olmayan hükümlerini yeni şartlara göre yorumlayıp uygulamak için yeni içtihatlar geliştirmek mümkündür.[365] Hatta Mecelle’deki tabirle, “Ezmanın[=zamanların] teğayyürü[=değişimi] ile ahkâmın tağayyürü(=değişimi) inkâr edilemez.” Evet, İslam’da bu kararların alınmasında İslami temel kaynaklardaki referanslara da uymak gerekmektedir.[366] İslam’da hukuk kuralları, “adalet”i ve bununla kayıtlı “ortak iyi”yi öngörmüştür. Ayrıca; din, nesil, can, ırz, mal güvenliğini sağlamak maksadıyla somutlaşan kamu yararına yönelmiştir. İslam’da adalet ve kamu yararı için, zararın yasaklanmasını ve iyinin ikâmesini amaçlamak gerekir.[367]
Konuya bu yönden yaklaşılırsa da, İslam ve demokrasinin geniş tabanda benzeşebileceklerini düşünmek mümkündür. Şöyle ki; demokrasinin normatif değeri ve hedefi de, doğal olarak, “adaleti en isabetli olarak gerçekleştirmek”le sınırlıdır.
(3) Dünya İşleri ve Din ve Vicdan Hürriyetinin İslam’daki Yeri ve Değeri
Tüm bunlardan sonra diyebiliriz ki; anlattığımız laiklik, İslam’a aykırı olmasa gerektir. Bu arada, laikliğin din ve devlet işlerini ayırması ve devletin tüm dinlere ve bunların yaşanmasına hürriyet tanıyacak pozitif konumda bulunması ilkeleri de İslam’a aykırı olmasa gerektir. Kaldı ki, İslam, hür düşünceye ve bilimsel değerlere önem vermiştir. Her dünya işinin ehillerine danışılmasını öngörmüştür. Nitekim örneğin, İslam Peygamber’i Hz. Muhammed’in (s.a.v) hurma ağacını budayanlara karşı, “dünya işlerini kendilerinin (yani budayanların) daha iyi bilebilecekleri” beyanları, ümmetinin Dünya işlerinde bu hadis bağlamında hareket etmesinin sağlıklı olacağına dikkat çektiğine[368] bir örnek olsa gerektir.
Son olarak: Laiklik, devlet düzeni ve hayatıyla ilgilidir. Dolayısıyla kişiler özel hayatlarında serbest irade ve inançlarını yaşayabilirler.[369] Ama laikliğin, dini özel hayata ya da kişisel ilişkilere sınırladığına ilişkin görüşlere katılmak da mümkün değildir. Yani laiklik, dini toplumsal hayattan tecrit ederek (≈soyutlayıp); özel veya kişisel hayatla sınırla(ya)maz.[370] Çünkü, din ve inanç, kişisel fıtrat gereği olduğu kadar toplumsal da bir olgudur.
İslam dini, bu kişisel sınırları aşan; ve Dünya ve Ahirete ilişkin hükümleri birarada koyan bir “hayat nizamı”dır.[371] Yani “İslam yalnızca ibadeti ve ahireti anlatmaz, müminlerin dünya hayatında riayet edecekleri bazı kaideler de koyar ve buyruklar da verir.”[372] Müslümanın imanı ise, imani hakikatleri birini; örneğin Kur’an’daki bir hükmü bile yok saymamasına bağlıdır. Aksi hal yani bu hakikatlerden birini dahi inkâr ise mutlak küfürdür. Ayrıca, “din, yapısı ve dış teşkilâtı itibariyle, içtimaî[=sosyal] bir müessesedir [=kurumdur.] Ve cemiyet[=toplum] realitesinden ayrılmaz.”[373]
Bu bağlamda laikliğin garanti ettiği din ve vicdan hürriyetini, yukarıda da söylediğimiz gibi, ancak kamu düzenini veya başkalarının haklarını ihlal hallerinde zorunluluk ölçüsünde sınırlamak, en mutedil bir yoldur. Çünkü, Din ve vicdan hürriyetini kamu düzeni amacıyla haklı ve zaruri olmayan şekilde sınırlamak, kişilik hakkını ihlâldir. Kaldı ki; insanların düşünce ve vicdan dünyası ve bunları açıklama ve uygulama hakları bu hakla doğrudan bağlantılıdır.[374]
3.1.3.5. Siyasal rejimlerin bozulmalarını engellenmesinde ve “fazilet”in hayata geçirilmesinde gözetilecel ilkeler: “liyakat” ve “sadakat”
Anayasamızda kabul edilen “Cumhuriyet” (madde: 1) -yukarıda da değindiğimiz gibi,- “faziletli bir yönetim anlayışı”nı ikâme etmeyi amaçlamaktadır. Yani amaç, faziletli bir yaşantıyı; adaleti, huzuru, eşitliği ve hak ve hürriyetleri güvence altına almaktır. Cumhuriyetin fazilet oluşundan kaynaklanan özelliği, kamu makam ve mevkilerine yapılacak görevlendirmelerde ehliyeti ve liyakati gözetmeyi de gerektirir.
Liyakat, bir görevin gereklerine yeterli; yani o görevin gerektirdiği fizike, bilgi ve donanıma sahip olmaktır.[375] Liyakati somut, (yargısal olarak da) denetlenebilirlik ölçütlerine göre belirlemek uygundur. Çünkü ancak bu usul, adil ve hakkaniyetli bir tutum olacaktır.
Diğer taraftan, liyakat, (devlete) “sadakat”e uygun davranışlarla anlam kazanır. Bu doğrultuda söyleyecek olursak: “sadakat olmadan liyakat olmaz.” Dolayısıyla, Devlete “sadakat” bir anlamda “liyakat”in gereklerinden biridir.[376]
Kamusal faaliyetleri halkın memnuniyetini sağlayacak şekilde ve hakkaniyetle, ayrım yapmadan ve kaliteli yürütmek esas bir düsturdur. Bu ise kamu görevlilerine atamalarda ve kamu görevlerinde, görevin gerektirdiği liyakati(=yeterliliği) uygunluğu gözetmeyi mecburi kılmaktadır.
Bunun için, kamusal makamlara ve görevlere atamalarda, öncelikle talepleri kabul etmek gereklidir. Ancak, bu taleplerde şans ve fırsat eşitliği ilkesine uygunluğu gözetmek şarttır. Çünkü, şans ve fırsat eşitliği yönetime güveni artıracak; toplum da mutlu, güvenli ve huzurlu olacaktır.
Kamu görevlerine ata(n)malarda ve bu yöndeki talepleri değerlendirirken, liyakati “bağlayıcı ölçüt olarak” esas almak gerekir. Yani en liyakatlileri atamayı usul ittihaz etmek (≈usul olarak benimsemek) gerekir.
Mecellenin veciz ifadesiyle de “raiyye yani teb’a üzerine tasarruf maslahata menuttur.” Yani yaklaşık ifadeyle: “yönetilenlere yönelik tüm eylem ve işlemlerde; doğruluk, iyilik, adalet, insan hakkı gibi kamusal yararlar aranır.” Şu halde, kamusal işlere ve hizmetlere tayin edilecekler, vazifeye(=göreve) lâyık(=yeterli), Devlete sadık ve güvenilir olmalıdırlar.[377]
Liyakati umursamayan uygulamalar, Devlet yönetiminde sorumluluk iradesini zayıflatır. Bu zayıflama ise beraberinde devlete güveni azaltma riskini getirir. Bunun gibi; “kayırmacılık” da rejimi bunalıma sokan (risk veya) etkenlerdendir.[378] Kayırmacılık eşitliğe ve adalete; sonuçta da hukuka aykırıdır.
Bu doğrultuda diyebiliriz ki; eşitliği ve liyakati ihlâl etmek “kayırmacılık”tır. Ve bu “kayırmacılık” gayrıinsanidir ve gayrıahlâkidir. Doğrusu, kayırmacılık ve dolayısıyla başkalarının haklarına engel de olmak vicdanları sızlatır. Kayırmacılık, “rüşvet, torpil veya benzeri yollarla başkalarına ait bir hakkı almak, görevi kötüye kullanmak [ve] emanete ihanet etmek [de] zulümdür.”[379]
Bu arada, yöneticilerin kamu görevlerine “özellikle” yakınlarını, taraftarlarını veya tanıdıklarını atamaları da bir nevi kayırmacılıktır. Yani, bu tür atamlar da liyakate uygun olmadıkları sürece “kayırma” olacağından, isabetli olamaz. Oysa, kamu görevlerine atanmak isteyen adaylar da kayırılmaktan kaçınmalıdırlar. Bu bağlamda kamu görevlerinin atanmak için, kayırılma talepleri ve beklentileri liyakat ilkeleriyle uyuşmaz. Çünkü kayırmak ve kayırılmayı istemek:
1-) Yöneticilerin daha lâyık olanı seçmelerine ilişkin iradelerini olumsuz etkileyebilecek;
2-) Kamu hizmetlerinde verimi düşürebilecek ve bu bağlamda;
3-) “Hizmet etmekten ziyade, yetki kullanmak” gibi bir niyeti bünyesinde barındırabilecektir.[380]
Öte yandan, Halide Edip’e atfedilen şu ifadelerle söylemek gerekirse: “memurlar herhangi bir partinin değil, devletin emrindedir[.] Ve [memurlar,] vazifelerini yapmak zorundadırlar, ferdi tercihlerini [sadece] seçimlerde oylarını vererek gösterirler. Her iktidar partisinin de memurları kendi keyfine göre değiştirmesi ‘memleketi alt üst’ eder.”[381]
İslâm’ı da liyakate gösterdiği hassasiyeti itibarıyla kısaca incelemek yararlıdır: İslâm “emanet”e ve verilen “söze riayet”i[382] ve sözü söylerken adaletli olmayı,[383] müminlerin vasıfları olarak belirtmiştir. Kur’an, liyakati; bu doğrultuda, (kamusal görevleri kapsayan anlamıyla da) emaneti ehline(=yapabilene, yeterlisine) vermeyi emretmektedir.[384] Ve bu usûl ve ilkelere aykırılığı da (anlaşıldığına göre) “ihanet” olarak nitelemekte ve yasaklamaktadır.[385] Dolayısıyla, bunlar, “her türlü emanetin, yetki ve sorumlulukların gereğini hakkıyla yerine getirmeyi ifade etmektedir.”[386]Peygamberimiz de bir hadislerinde[387] yöneticilerin, kamu görevlerine, daha lâyığı(=liyakatlisi) varken, başka kişileri atamalarını doğru bulmamaktadır.
Liyakat ilkesiyle amaçlanan kamu yönetiminde verimlilik; kamu hizmetlerinde etkinliği sağlamak ve/veya artırmaktır. Osmanlı’nın son döneminde neşredilen(=yayınlanan) bir esere[388] atıfla söylemek gerekir ki: memurların aldıkları maaşlar, geçimlerini sağlamak için çok zor şartlarda çalışanların kazançlarından verdikleri vergilerle ödenmektedir. Böylece kamu görevlilerinin Millet arasında alnı açık gezebilmesi için görevlerini hilesiz, hud’asız, dürüst ve namuslu bir şekilde yapmaları gerekir.
Dolayısıyla liyakat, memurların aldıkları maaşın hakkını verecek derecede çalışmalarını da gerektirmektedir. Bu bağlamda kamu yönetiminde geliştirici reformlar yapmak önemli olmaktadır. Bu reformlardan birisi “çalışanla çalışmayanı bir tutan, tembelliği ve miskinliği teşvik eden”,[389] usûlleri engellemektir.
3.2. Siyasal rejimlerin işleyişinde “eşitlik”, “adalet” ve “hukuka güven”
3.2.1. Siyasal rejimlerin adalete verdikleri değerin hukukla somutlaştırılması ve hukuk devleti
Adalet, yukarıda değindiğimiz gibi, hak ve yükümlülüklerin herkese hak ettikleri ölçüyle; yani hakkaniyetli şekilde dağıtımıdır. Ve ayrıca her şeyi yerli yerine koymaktır.[390] Adalet “hakka riâyetkârlık, hak tanırlık, haklılıkk [ve] doğruluk”tur.[391] Adalet soyut ve tanımı tam manasıyla yapılamayan kavramdır. Bunu somutlaştıracak ve tanımlamalardaki ölçütleri olan, “makûl insan aklının objektif bakışı”dır. Bu bağlamda adalet, dağıtımda dezavantajları gidermeyi, insanları makûl bir yaşantı seviyesine yükseltmeyi amaçlamalıdır.
Hal böyle olsa da, adalet bir başka yönü itibarıyla eşitliği de öngörür. Böyle bir adalet; yukarıda belirttiğimiz gibi, olgu, olay, durum ve nesnelerin birbirleriyle mukayeseleri halinde söz konusudur. Bu şekildeki “adalet”, nesne veya durumların mukayesesinde (=karşılaştırılmasında) eşitliği sağlamak[392] kayırmacılığı reddetmek anlamındadır. Yani nesne, olgu veya değerlerin birbirleriye mukayese edilebilmesi hallerinde adaleti eşitlikten ayrı göremeyiz; ve uygulayamayız.[393] Bu gibi hallerde adalet, eşitçe paylaştırmak demektir[394] ve bunu amaçlar.
Aksi hal, yani “halk arasında oluşturulan eşitsizlik [veya kayırma; bir kişiyi ya da kesimi diğer kişi ya da kesime üstün tutmak], devletin, tedavisi pek mümkün olmayan en ölümcül hastalığıdır.”[395]
Kin ve garazla başkalarına zarar vermek adaletsizliktir. Ve adaletsizlik; herşeyden evvel, kişiliğe, insanlığa ve vicdana uygun değildir. Adaletsiz ve kayırmacı davranışları, beşerî veya İlahi[396] hukuk ve anlayışlarının hiçbirisi makûl görmemiştir; ve de göremez.
“Hukukun üstünlüğü”ne dayalı bir “hukuk devletinin temel unsuru[,] bütün Devlet faaliyetlerinin hukuk kurallarına uygun olmasıdır.”[397] Bu şekildeki bir “hukuk devleti” kamu gücünün adaleti gerçekleştirmekle yükümlü olduğu devlettir.[398] “Devletin varlık sebebi bu nedenle adâlete dayandırılmalıdır.”[399] Hukuk devleti bir anlamda adalet devletidir. Çünkü, hukuk devletinin üstün ve bağlayıcı gördüğü hukuk, adalet, eşitlik ve insan haklarıyla bağlıdır. Ve de adalet ve eşitlik (talep etmek), insanlar için aynı zamanda bir temel haktır. İşte adaletli olmak, hak yememek, haksızlığı engellemek ve dürüstlük gibi ilkeler, yöneticilerin uyacakları hukuki ve vicdanî yükümlülük ve ölçütlerdir.
Sonuçta hukuk devletini yukarıda söylediğimiz gibi, “adalet devleti” olarak görmek de mümkündür.[400] Bu anlamda, adaleti hukukla, hukuki düzenlemelerle tesis etmek:[401]
1-) Kanunları maddi adalet muhtevasıyla(≈kapsamıyla) muteber görmek;[402]
2-) Adaletin karşıtı olan zulmü ya da keyfiliği işlevsiz ve etkisiz kılmak;[403]
3-) Adaleti, yasal/hukuki kural ve ilkelerle güvence altına almak;
İle ikâmeye bağlıdır. Ancak, böyle bir durumda kişiler, kendilerinin, adil bir hukuk düzeninde korunacaklarına inanır ve güvenirler.
3.2.2. Demokratik siyasal rejimlerin “hukuk güvenliği”ne verdikleri değer
“Hukuk güvenliği” ilkesi:
1-) Hem adalet, hakkaniyet, eşitlik ve hürriyetçi demokrasiye müstenid(≈dayanan) hukuk düzenini kuran ve güvenceye alan;
2-) Hem de devlet gücünü yönetilenlere karşı sınırlayıcı hukuki güvenceleri öngören;
Bir ilkedir.
“Hukuki güvenlik”[404] ilkesi “hukuk devleti”nin varlığı için gerekli unsurlardan birisidir. “Hukuki güvenlik”, hukuk kurallarının “belirlilik”leri, “öngörülebilirlik”leri, “elverişlilik”leri ve “ulaşılabilirlik”leriyle geçerlilik kazanır.[405] Bu unsurlardan birisinin eksik kaldığı hukuki durumlar ve düzenlemeler, “hukuki güvenlik” ilkesine aykırılık teşkil ederler.
“Hukuki güvenlik”, hukuk kurallarının açık, kişilerin haklarının sınırlarının net ve belirli olmasını[406] gerektirir. Buna hukuki belirlilik denmektedir. Davalarda ortaya çıkan örneğin görev ve yetki bağlamındaki yargı içtihatlarındaki farklılıklarındaki belirsizlikler de bu ilkeye aykırıdır.[407] “Yargı organlarınca yapılan yorumlarının, kişilerce öngörülebilecek belirlilikte olup olmadığının veya kanunun açık lafzıyla çelişip çelişmediğinin tespit edilmesidir.”[408] “Yargı organlarının takdir yetkisi kapsamında kalan içtihat değişikliklerinin kural olarak geriye yürümeyece[tir.]”[409]
“Hukuk devleti”ni ve dolayısıyla “hukukun üstünlüğü”nü, bir niteliği olarak öngören (Anyasa, madde: 2) Cumhuriyetimizin,böylece, “hukuki belirliliği de anayasal düzenin temel unsuru olarak kabul ettiğinde şüphe yoktur.”[410]
“Hukuki güvenlik”, kişilerin davranışlarını hukuk kurallarının sonuçlarını öngörerek ayarlayabilmelerini mümkün kılar ve bunu güvenceye bağlar.[411] AYM kararından[412] istikrarlı yargısal içtihatlarına ve genelgelere uygun hareket etmenin de öngörülebilirlik kapsamında olduğu anlaşılmaktadır. Sonuçta, hukuk kurallarının uygulamaya elverişli olmayışları ve ulaşılamaz nitelikte oluşları, hukuki güvenlik ilkesine aykırılık taşır. Ayrıca, “aynı kanun hükmüne ilişkin iki farklı yorumun yürürlükte bulunması ve bu yorumlardan birine geçerlilik sağlayacak şekilde içtihadın birleştirilememesi hukuk kurallarının, muhataplarının davranışlarına yön verme kapasitesini ve dolayısıyla öngörülebilirliğini zayıflatmaktadır.”[413]
Hukuk kuralların:
1-) İnsan haklarına, adalete, hakkaniyete ayrımcılık yasağına aykırı oluşları;
2-) İlân edilmeyişleri ve ulaşılabilir olmayışları; hukuk düzenini bozucu şekilde geriye yürütülmeleri;
3-) Çelişkili anlaşılmalarını gider(e)meyiş; kuralları yeterince anlaşılır kıl(a)mayış;
4-) Yönetilenlerin, hukuk kurallarını, bunlkarın ne şekilde uyacaklarını anlamalarını güçleştirecek kadar kısa süreler ve/veya sıklıkta değiştirilişleri;[414]
5-) Bir çıkış yolu bulmak gibi sebeplerle farklı yorumlarıyla:
5a-) “İnsan hakları”na;
5b-) “Tarafgirlik yasağı”na;
5c-) Veya “adalet”e aykırı uygulanışları;
Hukuksuzluğun; ve “hukuk güvenliği”ni ihlâlin en önemli göstergelerini teşkil etmektedirler.[415]
Bu yönden, örneğin Michel Foucault’ya atfedilen ifadelerle: “yönetim, yönetilen şeylerin uygun bir amaç doğrultusunda doğru bir biçimde düzenlenmesi[dir].”[416] Jürgen Habermas da “kamuoyu hükümet politikalarını adaletsiz bulursa, desteğini çekebilir… [Ama] vatandaşlar hükümetin adil ve yardımsever olduğunu düşünürse desteğini gösterir.”[417] görüşündedir.
3.3. Siyasal rejimlerin bozulma sebeplerinden birisi olarak “yolsuzluk” olgusu
3.3.1. Yolsuzluk olgusunun tanımı, kapsamı ve sebepleri
Yolsuzluk:
1-) Kamusal kaynakları, imkânları ve/veya kazanımları;
1a-) Haksız (gayrıhukuki ve) gayrıadil şekilde dağıtmak;[418]
1b-) Hatta tasarruf ilkelerine ve kamu menfaatine en uygun şekilde kullanmaya “özen” göstermemek;
1c-) Veya kişisel yararlara ya da 3. Kişilerin (yani başkalarının) yararlarına kullanmak; harcamak veya tahsis etmektir.
2-) Ya da kamu görevlilerinin, kamusal görevlerin yapılması veya yapılmaması gibi maksatlarla:
2a-) Muhataplarından veya 3. kişilerden;
2b-) Kendilerine veya 3. Kişilere (yani başkalarına);
Haksız (gayrı hukuki ve gayrıadil şekilde) menfaatler sağlamalarıdır.
İnsanların, tabiatlarındaki zaafiyetlerle zaman zaman yolsuzluklara sapabilecekleri malûmdur.[419] “Bu yolsuzluklardan adalet örgütünün de etkilen[ebileceğini] düşünmek mümkündür.”[420]
Yolsuzlukların ya da bunlara tevessülün(≈meyletmenin) çeşitli sebepleri vardır. Örneğin memurların:
1-) Maaşları ve mali imkânlarının üzerinde bir konforla yaşamak istemeleri;
2-) Kendi harcamalarını devlet imkânlarını kullanarak finanse etmek isteyişleri;[421]
Hep birer rüşvete tevessül sebep[422] ve vesilelerindedir.
3-) Yine örneğin: “maddi eşitsizlik duygusu, menfaat hırsı, memurları daima rüşvet alma yoluna ite[bile]cektir.”[423]
4-) Siyasette konumu muhafaza veya taraftarları kayırmak;[424] veyahut fırsatlardan yararlanmak, beraberinde yolsuzluğu getirebilmektedir. Yolsuzlukların, siyasette gayrıahlâkî pazarlıklar ve diğer bir kısım etkenlere tevessül şeklinde de vuku bulmaları muhtemeldir.
Toplumsal ahlâkın yolsuzluklarla dejenerasyonu(≈bozulması), siyaset erbabına yansıyabilecektir. Ve böyle bir ahlaki dejenerasyon, toplumsal düzenin bozulmasına[425] siyasal rejimlerin adaletsizliğe dönüşmelerine sebep olabilecektir.
3.3.2. Siyasal Rejimlerin İşleyişin Aksatacak Sakıncaları
Sonuçta yolsuzluklar, örneğin:
1-) Ahlaki erozyona sebebiyet verici;
2-) Yönetilenlerin sorunlarının çözümünü hukukta değil; daha ziyade kamusal makamların inisiyafilerinde bulmaya yönelmek isteyişleri;
3-) Kamu hizmetlerinden herkesin eşit yararlanması ilkesini ihlâl edici; hukuka ve devlete güveni azaltıcı;[426]
4-) Gelişme ve kalkınmayı yavaşlatıcı;
Ve benzer bir kısım sakıncalar doğurmaktadırlar.[427]
Diğer taraftan, “yolsuzluk”la “yoksulluk” arasında sebep-sonuç ilişkisi vardır. Bu doğrultuda yoksulluğa sebebiyet veren faktörlerden birisi “yolsuzluk”tur. Dolayısıyla yolsuzlukların engellenmesi sebep oldukları yoksullukların[428] önüne geçmede önemli bir fonksiyon icra eder.
Yolsuzluğun iktisadi kalkınmayı da olumsuz etkilediği bir eserde şöyle anlatılmaktadır:
“Yolsuzluk/yozlaşma ifade özgürlüğünün yokluğu ile birleştiğinde mahkemelerin de yozlaşmasına neden olur[.] Ki böylelikle güçlü elitin mahkemece cezalandırılması çok düşük bir ihtimaldir. Yanlış yapanlar cezalandırılmadığında ise ahlâksızlık geri dönülemez bir alışkanlığa dönüşür[.] Ve kendi kendini besleyen(self-reinforcing) sebep-sonuç süreçleriyle yayılır gider. Ondan sonra zaten kötülüğü defetmek oldukça zorlaşır. Eğer sadece yoksul ceza alırsa, hoşnutsuzluk artar ve hükümet(G) ile halk(N) arasındaki bütünlük bozulur. Bu da içtimai[=sosyal] ve siyasi düzensizliğe neden olur ki bu iktisadi kalkınmayı yaralayan ana etkenlerin arasında yer alır.”[429]
3.3.3. Siyasal Rejimlerin Yolsuzlukla Mücadele Yol ve Yöntemleri
1-) Devletlerim yolsuzlukları önleyecek siyasal, sosyal, kültürel, ahlaki ve mali politikalar geliştirmeleri gerekmektedir.[430]
Yolsuzlukları reddeden ulvi ve ilkeli davranışlar, toplumsal huzur ve “hukuki güvenlik”e önemli bir katkı olacaktır. Bu doğrultuda: Yöneticilerin böyle ahlâksızlıkları defetmeye gösterecekleri özen de devlet hayatının en önemli gereklerindendir. Devlet hayatında yöneticilerin, icra edecekleri politikada adalete aykırı davranmamaya hassasiyet göstermeleri de ayrıca önemlidir. Kamu görevlileri de, yolsuzluklara bulaşmayışın, kendileri için önemli bir hukuki ve ahlâki sorumluluk olduğunu bilmelidirler.
Ayrıca, yolsuzluk ve rüşvetten uzak durmayı sağlayacak ahlaki ve kültürel eğitimleri de ihmal etmemelidir.
2-) Adli mercilerin yolsuzluklarla karşı olmaları ve yolsuzluklarla mücadele hassasiyetleri çok büyük önem arzetmektedir. bireylerin birbirleriyle veya bireylerin kamu kuruluşlarıyla anlaşmazlıklarının çözümünü bağımsız ve tarafsız “yargı”dan isteyebilmeleri ve bu konudaki “etkili başvuru hakkı” vazgeçilmez derecede önemlidir. Çünkü bu usulü garanti etmek, adaleti yargının sağlayacağı düşüncesini oluşturur ve kurumsallaştırır. Bu ise, yönetimin hukuksuzluktan, başından itibaren vazgeçmesine ve hukuka riayette hassasiyet göstermesine fevkalâde etkili olur.
Bilhassa vurgulamak gerekir ki; kamu kuruluşları sahip oldukları kamu gücü sebebiyle bireylerle eşit konumda değildirler. Bu bakımdan; yargının, bireylerin uğradıkları haksızlıkları yargısal usûllerle adalete en uygun şekilde çözmesi, ayrıca önemlidir. Yargının haksızlığa uğramış olan kişileri, haksızlık yapan (güçlü ya da güçsüz) herkese karşı koruması en önemli güvencelerdendir.
3-) “Gelir ve kaynakların toplum[da]… daha eşit bir biçimde dağıtılmasını amaçlayan siyasalar”,[431] Yolsuzluk ve yoksullukla mücadelede önemli yöntemlerdendir.
4-) Devlet hayatında yolsuzluk ve rüşveti önlemek için, kamu görevlilerinin “mal bildirimi” yükümlülüğünü öncelikle önemsemelidir. Bu bildirimleri etkili denetlemek; ve karşılaşılan yolsuzluklara ağır cezai ve hukuki yaptırımlar uygulamak gerekir. Ayrıca, kamu görevlilerinin aileleriyle uygun seviyede yaşamalarını sağlayacak gelir tahsisi yolsuzluklara yönelmeyi engelleyici katkı olacaktır.
5-) Bundan başka, denetim kaabilinden, yolsuzluklara ilişkin “ihbar”ları da etkili bir şekilde araştırmak gerekir. Yolsuzlukları ihbar edenlerin kimliklerini gizli tutmak ve bu konuda halkta güven oluşturmak gerekir. Bundan başka, bu ihbarların gerçek olduğunun belirlenmesi halinde ihbar sahiplerini ödüllendirmelidir.
6-) Yolsuzluğa cüret sebeplerinden birisi de; bu yola başvuracaklarda bulunan, kendilerini başkalarının koruyacaklarına dair güven hissidir.[432] Dolayısıyla, kişilerin yolsuzluklara bulaşmaları halinde korunamayacakları hissini ve anlayışını hâkim kılmak gerekmektedir.
7-) Yolsuzlukla mücadele için kamu yönetiminde denetimleri etkinleştirmek ve kamusal makamlara atamada liyakati gözetmek[433] de çok önemlidir.
8.) Yine, kamu yönetiminde şeffaflığı sağlamak[434] da bu mücadelede, ayrıca yararlı ve etkili olacaktır.
4. Siyasal rejimlerin işleyişinde adil ve kalkınmacı ekonomik faaliyetlerin yeri ve rolü
4.1. Siyasal rejimlerin ekonomik güvenliğe vermeleri gereken değer ve bunu sağlayıcı usûller
Ekonomik yapıyla, kültürel ve politik(=siyasal) yapı ve faaliyetler arasında bir ilişki vardır.[435] Ve bunu, hiçbir zaman görmezlikten gelemeyiz. Şöyle ki; siyasal rejimlerin işleyişi açısından siyasal bağımsızlık ve güçlü devlet olabilmek, ekonomik bağımsızlığa ve güce bağlıdır. Eş deyişle, iktisaden gelişmemiş ve bağımsızlığına kavuşmamış ülkelerin, siyasal bağımsızlıkları da tehlike ve tehdit altındadır. Sonuçta Ülkemizin tam bağımsızlığı(=istiklâli) da haliyle ekonomik bağımsızlığını sağlamasıyla doğrudan ve yakından bağlantılıdır.[436] Çünkü Milli devlet ve bağımsızlık, milli gücün ve ekonomik milli kuvvetin gelişmesiyle istikrar kazanır.[437]
İngiliz delegesi Lord Curzon, Lozan’da, siyasal bağımsızlığımızı, ekonomik yönden kendilerine muhtaç hale geldiğimizde kaybedeceğimizi belirtmiştir.[438] Bu söz, ekonomik yönden gelişme ve bağımsızlık mecburiyetimizi ortaya koyan ibret ve tecrübe mahiyetindedir.
Ekonomide güvenli ve öngörülebilir karar ve politikalar çok önemlidir. Bir kere, herhangi bir “siyasal iktidarın tamamen takdiri ve önceden kestirilemeyen davranışlarla ekonomiyi yönlendirmesi herşeyden evvel fertlerin ekonomik hak ve özgürlüklerinin çiğnenmesi demektir.”[439]
Diğer taraftan, “hukukun üstünlüğü”nü ve “hukuk güvenliği”ni sağlayamamış toplumlarda, iktisadi hayatta bunalımlar baş gösterebilecektir. Zira, böyle bir ortamda yatırım ve girişim faaliyetlerinden ve bunlarda ilerlemekten bahsetmek mümkün olamayacaktır.[440]
Şu halde; serbest piyasa ekonomisinin işleyişi ve ekonomik gelişmeler, hukuk hâkimiyetinin ve güvenliğinin oluş(turul)masına bağlıdır.[441] Yatırımların hızlanması, paranın değerlenmesi ve korunması “hukuka güven ortamı”nın oluşturulmasıyla mümkün olacaktır. Bu da hukuk güvenliğini sağlamak demektir. Ekonomik gelişme için “hukuki güven ortamı”, hukuka, insan haklarına, eşitliğe ve adalete bağlılıkla sağlanabilecektir. Yani kısa bir vecizeyle özetlersek: “mal sahibi olmak kalkınmak[la], kalkınmak da adaletle mümkün olur.”[442]
Devlet, harcama, hizmet ve yatırım yaparken halkın huzurunu, refahını ve hayat kalitesini yükseltmeyi amaçlamalıdır. Bu bağlamda Devlet, iş ve işlemlerinde en yüksek verimi elde etmeye yönelmelidir. Bununla bağlantılı olarak “Devlet hedefine, [mümkün olduğunca] halkın sırtına ağır yükler yükleyerek ve devletin hazinesine ağır [masraflar] getirerek[; ve de çok mecburi olmadıkça, nesilleri borçlandırarak] varmamalıdır.”[443]
Ülkemiz iktisadi açıdan birçok imkâna sahiptir. Ekonomik bunalımları giderici ve enflasyonu düşürücü yöntemlerden birisi; iktisadi(=ekonomik) yönden üretimi artırmak[444] ve böylece, kalkınmaktır.
İstikrarlı, enflasyonu dizginleyebilen bir ekonomi için, kanaatimizce, birkaç temel hususu öncelikle ikâme etmek gerekmektedir. Bunlar da aşağıda, takip eden başlıklarda yer almaktadır.
4.2. Siyasal rejimlerin insani ve toplumsal değerlere uygun ekonomik usûller bakımından Ülkemizde izlenmesi gereken politikalar
4.3.1. Ekonomik düzeni özel teşebbüs ve kamu teşebbüsünü içeren dengede buluşturabilmek
Bu anlamda:
1-) Özel mülkiyete ve özel teşebbüse esaslı unsur olarak yer veren;[445]
2-) Ve serbest piyasa ilkelerine göre (özel sektörü baskılamadan ve ona müdahale etmeden[446]) işleyen;[447]
3-) Milletimizin emperyalizme karşı ekonomik bağımsızlığını kazanması bağlamında, “kamu öncülüğünde bir hızlı sanayileşme stratejisi”[448]olarak kapitalist ya da sosyalist sistemlerden farklı;
4-) Bu arada kapitalist sistemin dönüşümü gibi bir kabule de elverişli[449] olmayan;
Kendine özgü, “mutedil devletçilik”[450] diyebileceğimiz bir ekonomik yapılanmayı tercih etmek, en uygunu olsa gerektir.
Devlet, iktisadi kalkınmayı bir plâna bağlamalıdır. Ayrıca:
1-) Ekonomiyi:
1a-) Ekonomik düzenin bozulmaması,
1b-) Fiyatların aşırı şekilde yükselmemesi ve kamusal yararları hedefleyici olması,
Gibi amaçlarla (sınırlı olarak), denetlemek;[451]
2-) Böylece, örneğin:
2a-) Mal ve hizmet alım satımlarda işleyen ekonomik dengeyi bozacak,
2b-) Ve enflasyonu tetikleyecek faktörlerin ve fiyat artışlarının,
Mümkün olduğunca önüne geçmek;
3-) Para politikasını tayin ve iktisadi faaliyetlerde verimli uygulamaları hayata geçirme süreçlerine rehberlik etmek;
Devletin görev ve yetkilerinden olmalıdır.
İbni Haldun’a göre, “devletin ticaret ve üretim sahasına girmesi toplumun karşısına çıkmak ve onların önünü kesmek anlamına gelir.”[452]
Hal böyle olsa da, devletin:
1-) Ya özel teşebbüs tarafından karşılan(a)mayan;
2-) Veya (silâh üretimi gibi,) tabiatı icabı veya (tekelleşmeyi engellemek gibi) toplumun yüksek menfaatlerini gerektiren;[453]
3-) Her türlü altyapı olarak kara demir ve denizyolları, liman, baraj, elektrik santralleri, aydınlatma, havagazı ve su şebekeleri merkezi yönetime veya belediyelere bırakarak devlet tekeline ve kontrolüne almak;[454]
Gibi işleri ve/veya müdahaleleri yapmak üzere iktisadi piyasaya girdiği iktisadi politikaları esas almak gerekir. Aslında bu, kamu sektörünün özel sektöre nazaran daha ikincil veya asgari seviyede olduğu[455] bir “karma ekonomi”dir.[456]
Kısaca, bu ilkelere dayalı “karma ekonomi” anlamındaki devletçilik[457] politikalarını benimsemek yerindedir.[458] Böyle bir düşünceyi uygulamakta ve politik olarak tercihte de bir mâni, bir engel olmasa gerektir.
Öyleyse, Devletin, maliye ve gümrük, ithalat, ihracat, para ve kredi, sanayi, sosyal güvenlik, endüstri tarım ve hayvancılık gibi faaliyetlerine veya bunlara ilişkin plan ve politikalara, yukarıda belirlenen ölçütler dairesinde dahlini, “iktisadi politikalar”ı arasında görmek gerekebilecektir.[459]
“Demek ki devlet ne ekonomistlerin istedikleri gibi toplumsal yaşama sadece olumsuzlayıcı bir etken olarak müdahale eden basit bir seyirci olacak, ne de sosyalistlerin diledikleri gibi ekonomik aygıtın basit bir dişlisi haline gelecektir.”[460]
4.3.2. Siyasal rejimlerin milli birliğe ve halkçı politikalara müstenid adil ekonomik denge oluşturucu usûlleri
4.3.2.1. Siyasal rejimlerin verimli, kalkınmacı, rasyonel ve adil işleyişi bakımından Milli ekonomi politik
(1) Siyasal rejimlerin işleyişinde verimli, kalkınmacı ve adil ekonomik ve mali yönetim
1-) Ekonomide verimli, kalkınmacı, rasyonel ve adil işleyişi ilke edinen Devlet:
1a-) Ekonomide, tekelleşmeye ve kartelleşmeye sebebiyet vermeyecek,
1b-) “Milli ekonominin rasyonel ve adil işlemesini [sağlayacak]”;[461]
1c-) Paranın belli kesim veya zümrelerde toplanmasına sebebiyet de vermeyecek;[462]
Politikalar izlemelidir.
2-) Kamu kurum ve kuruluşları, gerek kendi ihtiyaçlarını gerekse kamusal hizmet ve ihtiyaçları için tedarik, yapım, bakım ve onarım işlerini yapacak özel teşebbüsü, müteahhididi(=yükleniciyi); şans ve fırsat eşitliğine bağlı olarak geniş katılım ortamı güvencesiyle başvuran adaylar arasından, “gerçek anlamdaki şeffaf usûllere, liyakate ve hakkaniyete” uygun bir “ihale”yle belirlemelidirler.
3-) Özel teşebbüs ve kamu kuruluşları, (gereksiz) “ithalat savurganlığı”ndan kaçınmalıdırlar. Bu bağlamda üretim ve tüketimde yerli mal ve hizmetlere yönelmeli ve yoğunlaşılmalıdır. Bu uygulama, Millet olarak kenetlenmenin, yabancıya muhtaç olmamanın ve milli duygumuzun da bir gereğidir.[463]
4-) Bir de “mal” ve “zaman” gibi konuların tüketiminde israftan kaçın(ıl)malıdır. Bu anlamda bilmek gerekir ki; “milliyetçilik, en iyiyi en az zamanda en az parayla yapmaktır.”[464]
İktisadi açıdan ihtiyaçların sınırsızlığına karşılık bunları karşılayacak mal ve hizmetler sınırlıdır. Bunlara herkesin ihtiyacı olabilecektir. Bu sebeple piyasaya sınırlı miktarda arzedilen mal ve hizmetlere talepler fiyatları yükseltebilecektir. Öyleyse, fiyatların yükselmemesine katkı sağlayacak usuller(=yöntemler) izlemek ve geliştirmek gereklidir. Bu yöntemlerden birisi, tüketimde ihtiyaçtan fazlasına tamah etmeyecek şekilde kanaatkâr bir tutum takınmaktır. Nitekim tüketim, insanların ihtiyaçlarını doğrudan doğruya gidermek amacıyla kullanmalarıdır.[465]
“İhtiyaç” toplumun ve kişilerin belli bir zaman ve yerde maddi ve manevi varlıklarını sürdürmek ve geliştirmek veya tatmin etmek gibi sebeplerle bir kısım mal ve hizmetlere duydukları istektir.[466]
Bu noktada, ihtiyaçtan fazlasını harcamak, gerçek anlamda israf olup; tüketim de değildir. Belki ilginçtir ama örneğin: “okullarda öğretilme[yenleri]… özel kurslarla temin etmeye giden bir sistem[in kendisi bile], … israf içindedir.”[467]İnsanların ihtiyaçtan fazlasını tüketen israfkâr tutumları yoksul kesimlere zarar verebileceğinden dolayı da uygun değildir.
İnsanın ihtiyaçlarını karşılayacak ölçüden az harcama yapması; yani cimrilik de isabetli olamaz.[468] Zira, gerekli olan harcamalardan kaçınmak, bir başka yönüyle, mal mülk biriktirme hırsına esir olmak demektir. Ve dahası: “felce uğratıcı servet düşkünlüğü bir kez kültüre iyice yerleşti mi, artık “modernleştirilmiş yoksulluğu” doğurur.”[469]
İsrafı önlemenin önemli yollarından birisi, kişileri gereksiz harcamalardan kaçınmak bilinciyle donatmaktır. Bunun, ailede ve toplumda eğitilmek gibi çeşitli yolları vardır. Fakat bunun en önemli yollarından birisi bu bilinci verebilecek nitelikli örgün eğitimdir. Bu bağlamda, herşeyden önce eğitim sisteminde hassasiyetle planlanan düzeltme gerekmektedir.
(2) Siyasal rejimlerin devletin ekonomide görev ve yetkilerini azaltıcı usullere bakışı
Devleti “küçültmek”; devletin ekonomiye karışmamasını öngören neo-liberal politikalar[470] kanaatimizce memleketi(mizi)n hayrına değildir. Keza, kamusal kurumları ve ekonomik veya mali faaliyetleri, kamu menfaatine olmadıkça özelleştirmek de yerinde değildir. Buraları, sırf insanların “huzur hakkı” gibi ücretler aldıkları kurumlara dönüştürmemeye de özen göster(il)melidir.
Bu doğrultuda, kamusal teşebbüsleri özelleştirmek yerine;[471] bunları, mümkün olduğunca verimli işletecek politikalar geliştirmek gerekir. Şayet bu olmazsa, zaruretlerin gerektirdiği hallere kayıtlı kalarak asgari düzeyde bir özelleştirme söz konusu olabilir. Ama bunu yaparken de belli kesimlerin avantajını değil; toplumsal yararları amaçlayan usûlleri gözetmek gerekir. Hiç olmazsa, örneğin, kamu işletmelerini mülkiyetiyle satmak yerine kiralamak gibi yöntemleri benimsemek uygundur.[472]
Bu bağlamda zinhar mecburiyet varsa; Millî mücadele dönemi politikalarının, kamu işletmeleri için:
1-) Bunları uzman kişilerin işletmelerini ve/veya;
2-) Bunların sermayesini desteklemek gibi mecburi hallerde, destekçileri işletmelere ortak etmeyi;
Düşünmek şeklinde “istisnai nitelikli” özelleştirme seçeneklerini benimsediğini[473] akıldan çıkarmamalıdır.
(3) İşsizlikle mücadele
Bir ülkede işsizlikle devletin mücadele etmesi; işsizlere devletin iş bulması bekle(nebil)ir. Ama, nasibi örneğin -seyyar satıcılık veya ticarette aramak, işsizliği kişisel gayretle gidermek anlamına da gelecektir. Yani herşeyi devletten beklemek doğru değildir; ve de olamaz. Burada, esas olan, insanların yapabildikleri, “ellerinin yattığı ve yakıştığı” işlerde çalışmalarıdır. Bu usûl, ülkenin gelişmesini de sağlayacaktır. Ama daha da önemlisi, vatan sevgisinin; vatan aşkıyla tecessüm etmiş ahlâkın[474] bir göstergesi olacaktır.
Atatürk de 01.12.1921’de, “kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan Milletiz.”[475] demiştir. Ve yine Atatürk, Milletimizin çağdaş medeniyet seviyesine uygun şekilde bağımsız ve refah içinde yaşamasını istemiştir. Atatürk, tüm bunların, halkın çalışmasına, mal ve hizmet üretmesine bağlı olduğuna vurgu yapmıştır.[476]
(4) Ülke Nüfusu ve Genç Nüfusun, Kalkınma Ekonomik ve Siyasal Bağımsızlık
Bir ülkenin diğer ülkelerden bağımsız ve “kendisi” olarak yaşayabilmesi genç nüfusu fazlalığına da bağlıdır. Çünkü genç nüfus daha üretkendir ve üretimde artış ve gelişim genç nüfus sayısıyla doğru orantılıdır.
Ülkemiz açısından genç ve kalabalık Türk nüfusu:
1-) Ülke savunması ve siyasal bağımsızlık;
2-) Üretimde artış;
3-) Ve ekonomik kalkınma, büyüme ve gelişme, ve sonuçta ekonomik, ve nihayetinde siyasal bağımsızlık;
4-) Âtıl(≈işletilmeyen) kaynakları da harekete geçirerek mal ve hizmet üretimi;
İçin çok etkili role; belirleyici, hatta etkili ve muharrik(≈itici) bir güce sahip olacaktır.
Ayrıca ve özellikle vurgulamak gerekir ki:
1-) Nüfus planlaması veya;
2-) Geçimlerini sağlamaktan korkmak;[477]
Gibi sebeplerle doğumların düşmesi, Ülkenin mukadderatı(≈geleceği) için büyük tehlikedir.
Vakıa, Malthus’cu bir bakış, kişi başına düşen gelirin artması için nüfusun planlamasını önermektedir. Oysa, Ülkemizde nüfusun gittikçe yaşlanması karşısında bu tezin işlevsiz hale geldiğini kabul de bir mecburiyettir.
Diğer taraftan, Ülkemizde, bilhassa göçmenlerin gittikçe ve hızla çoğaldıklarını[478] müşahede etmekteyiz. Bunların tümünün Memleketlerine, zorlama veya teşvik politikaları olmazsa, (-kendi Ülkeleri artık uygun ve güvenli ortam haline gelmesine rağmen-), istekleriyle dönüşleri garanti de değildir. İşte bu sebeple de kendi Milli nüfus artışımız ve nüfusumuzu gençleştirmek, fazlasıyla; hatta elzem ihtiyaç ol(uştur)maktadır.
Bu arada ekonomiye âtıl kaynakları kazandırıcı politikalara da değinmeden geçmemek gerekir. Çünkü, nüfusun ekonomik üretimi artırmaya katkı olacak faktörlerden birisi, bu yönde politika izlemektir. Bu doğrultuda da kısaca açıklama yapmak gerekirse:
Ekonomide arz talebi tetikler ve artırır. Ayrıca, kaynakların sınırlı olduğu tezi ile kastedilen, aslında tüketime hazır kaynaklardır. Halbuki iktisadi alana katabileceğimiz birçok atıl; kullanılmayı bekleyen kaynaklar da bulunmaktadır. Ya da henüz uğraş ya da işle(t)me alanına alınmamış iktisadi faaliyetlerden de söz etmek mümkündür. Bunlara, Devletin plan ve program, yatırım, destek ve teşvikleriyle, daha reel ve verimli bazda ulaşmak mümkündür.[479] Kaldı ki, çoğala(cak ola)n nüfusu, üretim ve kalkınmaya yönlendirebilmek, Ülkemiz için büyük bir kazanım olacaktır.
Bu sebeplerle de nüfus çokluğunun beraberinde yoksullaşmayı getireceği tezlerinin işlevli olduğunu söylemek bizce mümkün değildir.
4.3.2.2. Siyasal rejimlerin ulusaşırı veya küresel girişimlere karşı duyarlılıkları bakımından “Milli benlik” ve “Milli Birlik”
1-) Zamanımızda Küresel ya da ulusaşırı şirketler, milli ekonomileri kendilerine bağımlı kılıcı bir tehdit/tehlike oluşmaktadırlar.[480] İktisadi plan ve programlarımıza aykırı sonuçlar doğurabilecek[481] tehlike ve tehditlere karşı da duyarlı olmak gerekir. Bu tehlikelere karşı koyabilmenin en önemli yollarından birisi, Milli birlik ve beraberliğimizi ayakta tutmaktan geçmektedir. Bu kapsamdaki izlenmesi gereken etkili iktisadi politikalar da devletçilik ilkesi kapsamında şekillen(diril)melidir.
Atatürk döneminde Ülkemiz, yabancı Ülkelere borçlarını ödemiş ve hiçbir ülkenin iktisadi boyunduruğu altına girmemiştir. Dolayısıyla, bu durum, Milletimizin kendi kendinin efendisi haline gelmiş olmasında,[482] önümüzde hazır bir örnek oluşturmaktadır.
Konuyla ilgili olarak yukarıda değindiğimiz tedbirlere ek olarak; siyasal, sosyal ve kültürel tedbirleri ihmal etmemek de ayrıca gerekmektedir.
2-) “Bir devletin asıl gücü önce kendisi olmaktır.”[483] Efradının(≈insanların) birbirleri ile boğuşması, uğraşması ve/veya kavgası, milletlerin hüsranı olabilecek[484] sonuçlar doğurabilecektir. Keza, sosyolojik açıdan “yabancılaşma” da, bir devleti “kendisi” olmaktan çıkarabilecek bir tehdit ve tehlike teşkil eder. Buna karşılık, kendi “öz benliği ve hasletleri”ni hayata geçiren Devlet asıl gücünü de elde edecektir.
Evet, kapitalizmin, yabancılaşmanın ve ulusaşırı şirketlerin kapitalist hegemonyalarının olumsuz sonuçlarından kaçmak gerekir. Sonuçta toplumun ve fertlerin birbirlerine sımsıkı sarılmalarının, tüm bu olumsuzlukları kaldırmada büyük katkısı olacaktır.[485]
3-) Örneğin, Millet olarak bizim ahlak, seciye ve hasletlerimizde:
3a-) Birlik ve beraberlik;[486]
3b-) (Sosyal düzenin, birlik ve beraberliğin, gelişmenin, yükselmenin ve istiklâlin temeli olan[487] ve) Anayasanın 2. maddesinde de yer almış olan “Milli dayanışma”;
3c-) Bu bağlamda başkalarının dertlerini (çözmek için) dert edinmek anlamında yardımseverlik;
Vardır.[488]
Şurası bir gerçektir ki: Batı’nın “modern sömürgecilik politikası”, muhatap/hedef aldığı ülkeleri kendisine devamlı muhtaç hale getirmeyi amaçlamaktadır. Halbuki, Batı’nın bu yöndeki kapitalist ve hegemonyacı ekonomi politikalarına karşı direnebilmek iktisadi bağımsızlık için de gereklidir. Andığımız bu sömürgeciliğe karşı, Millet olarak direnebilmek, bir kısım usuller bulmaya ihtiyaç gösterir. Bu bağlamda örneğin, ekonomide tüm aktörlerin “uzlaşıya dayanan işbirliği” içinde olmaları gerekir. Keza, dayanışmacı, katılımcı, planlı işleyen “adil iktisat politikası” ihmal edilmeyecek önem arzetmektedir.[489] Kaldı ki, “gelişmiş milletlerinin başarısının sırrı da emek birliğinde gizlidir.”[490]
Ayrıca, “ithalata dayalı ekonomik kalkınma modeli”nden korunabilmek de bu bağlamda alınabilecek tedbirlerden bir diğeridir. Bundan başka, Ülkede akıllı ve sorumluluğunun bilincinde bir kamu sektörü de önemli bir avantaj olacaktır. Hatta bir görüşe göre, “akıllı bir kamu sektörü, bir ülkenin ekonomik bağımsızlığının güvencesidir.”[491]
4.3.3. Siyasal rejimlerin öncelemeleri gereken ideal bir çalışma ve yatırım düzeni
1-) Toplumsal veya kişisel ihtiyaçları emek harcayarak, çalışarak,[492] alışveriş ve diğer ticari faaliyetlerle[493] karşılamak esastır. Bu şekildeki faaliyetler:
1a-) İlk olarak ahlâki bir davranıştır.
1b-) Aynı zamanda da iktisadi kalkınmanın ve büyümenin esas vasıta ve şartlarındandırlar.
Bu doğrultuda mükelleflerin(=yükümlülerin) vergilerini Devlete, hiçbir kısmını eksiltmeden/kaçırmadan, hakkıyla vermeleri iktisadi büyüme ve kalkınmada önemli bir ahlaki faktördür.[494]
2-) Kişiler paralarına, hiçbir emek harcamadan; ve kaybetme riski de almaksızın, para kazandırmak isteyebilirler.[495] Yani paralarında çalışmadan emek harcamadan para kazandırmayı düşünebilirler. Fakat bu, ahlaki olmayacağı gibi, toplum yararına da değildir.
Alışveriş, kâr etme imkânı da veren yönüyle piyasayı işlerliğini ve girişim imkânını teşvik eder.[496] Üretim de ayrıca iktisadi büyümeyi, gelişmeyi, kişisel ve toplumsal refahı artırır.
3-) Adil bir iktisadi büyüme ve kalkınmayı hedefleyen iktisadi düzen esas olmalıdır. Bu düzende mal ve hizmet üretimi için “çalışmak”, emek harcamak;[497] hem hak hem de yükümlülüktür.[498] Bunun gibi, parayı piyasaya; alışveriş, üretim, yatırım için sürmek “iktisadi güven”e de katkı olacaktır.
Nihayetinde, parayı, sırf para kazandırıcı usûllere yöneltmek ahlaka da kamu yararına da uygun değildir. Çünkü, “hiçbir emek sarfe[et]meden [ulaşılan] bir kazancın meşru oluşunu hiçbir düşünce ve fıtrat kabul edemez.”[499] Böyle bir kazanç hem haksız hem de iki taraftan sadece birisinin malvarlığında haksız artıştır. Ve böyle bir kazanç, malvarlığı azalana(diğerine) alışverişteki veya üretimdeki kazanç gibi bir yarar sağlamaz.[500] Bu gibi sebeplerle de insanlar arasında merhameti, insaniyeti, şefkati ve vicdani hisleri siler veya azaltır. Ayrıca yardımlaşma duygularını ve dostlukları, kısacası milli dayanışmayı kaldırır veya zayıflatır.[501] Bu sebeplerle, böyle bir kazancı makbul sayamayız; bunu tüketimi/harcamayı da makbul, yani hak dairesinde göremeyiz.[502]
Paraya, hiçbir ticari faaliyet/emek veya yatırım olmadan para kazandırmak;[503] piyasadaki mal ve hizmetler fazlalaşmadığı veya el değiştirmediği halde kişilerin kazanım elde etmeleri anlamına da gelmektedir. Oysa böyle bir kazanım, dediğimiz gibi, kazananın malvarlığında haksız artış; muhatabının malvarlığında ise azalma, fakirleşme demek olacaktır. Dahası, bu paranın üretim, alışveriş veya ticarete sevkedilmeyişi sebebiyle ekonomik kalkınmayı olumsuz etkileyecektir.[504]
Neticede bu apaçık bir haksızlık, diğer bir deyimle ve netice itibarıyla haksız kazançtır; hak yemektir.[505] Bu durum, aynı zamanda, toplumsal çatışmanın en önemli sebeplerinden birisi, başkalarının çalışmalarının, gayretlerinin üzerinden haksız geçinmektir.[506]
Ayrıca, (hiçbir girişim, alışveriş, ticaret veya üretime yönelmeden) paraya, sırf faiz gibi ahlaki de olmayan usullerle para kazandırmak; iktisadi üretime de, iktisadi piyasayı işletmeye yani iktisadi girişimlere ve alışverişlere de gerçek manada katkı sağlayamazlar. Böylelikle, başkalarının malvarlıklarında haksız fakirleşme de oluşacağından dolayı, kişisel ve toplumsal kalkınma refahın gelişimini engeller.
4-) Diğer taraftan, paranın, iktisadi girişimde bulunacaklara, yatırımda gelir elde edebilme imkânı verdiğinden bahisle belli bir gelir karşılığında verilmesi, emek verilmeden sağlanan kazanç[507] olarak, adalete aykırı olacağı[508] gibi; bu seçenek de yine yukarıda söylediğimiz üzere, üretmeden yemek, üretenlerin hakkından tüketmek olacaktır.[509]
5-) Konuyu risk teorisini merkeze alarak anlatmak da mümkündür. Şöyle ki: kar elde etmek amacını taşıyan ama kaybetme riskini de içeren girişimler, makul kazanç kapsamındadırlar.[510]
Bünyesinde, doğal olarak zarar etme ihtimali ve/veya riski de bulunduran ticaret, alışveriş veya üretim[511] gibi iktisadi faaliyetler dışında kalan; nihayetinde bir emek harcamadan veya gayret göstermeden elde edilen kazanımlar makbul değildirler.[512] Zira, makbul olmadığını söylediğimiz bu kazanım yöntemleri, üretimi ve/veya iktisadi girişimciliği zayıflatırlar. İktisadi büyüme ve toplumsal refah da esasen mal ve hizmet üretimindeki ve iktisadi girişimcilikteki yüksekliğe bağlıdır. Dolayısıyla andığımız bu yöntemlerin iktisadi büyüme ve refaha katkısı da olmaz.
Neticede parayla, sermayeyle kaybetme riskinden arınmış bir garantiyle elde edilen gelir; emekle, alınteri ile kazanılmamıştır. Aksine, toplumun yoksul kesimlerinden de toplanacak paralarla ödenebileceği için, üzücü, vicdanen rahatsız edici de olabilecektir.[513] Şu hâlde “beşeriyetin ve bir milletin iktisadî refah ve kıvamını muhafaza için … ticâret şarttır ve methe değer. Çünkü bir millet, iktisadî faaliyeti ve ticâret hayâtının ölçüsü nisbetinde ilerler.”[514]
Yalnız, belirtmek gerekir ki; andığımız bu “risk ölçütü”, örneğin kumar gelirini haklı kıl(a)maz. Çünkü kumar gibi, “kazancı şans ve talihe bağlı oyunlar”, adı üzerinde bir “oyun”durlar. Bir üretim veya ticaret veya alışveriş gibi bir iktisadi faaliyet değildirler. Dolayısıyla kumardaki risk aslında alışverişteki gibi, iki tarafın da kazanma ihtimalini içermez. Çünkü kumarda her zaman ve mutlaka, oynayan iki taraftan birisinin kaybetmesi söz konusudur. İşte bu sebeple kumar hem ahlâk dışıdır; hem de alışveriş veya üretimin getirdiği toplumsal mutluluk ve refahı getirmez. Bunun aksine toplumda kişiler arasında “kin ve düşmanlığa” vesile olur.[515] Bu gibi sonuçları doğuran hiçbir kazanım kamu yararına da olamaz.
6-) Neticede, çalışmadan, emek harcamadan veya kaybetme riskleri olmayan kazançları tasvip edemeyiz.
Dolayısıyla örneğin: kumar (mutlaka bir tarafın zarar edeceği için mahiyeti itibarıyla alışveriş veya mal ve hizmet üretimi niteliğinde olmayan kazanımlar); paraya para kazandırmak, ahde vefa göstermeyerek veya çalışanın ücretini zamanında vermemek;[516] bir malı yapabileceği (en yüksek haddin üzerindeki) ederinden(=fiyatından) fazlaya satmak;[517] iktisadi faaliyetlerde kul hakkına girmek; yani başkalarının malvarlıklarında onların rızaları olmadığı halde mecburen kabullenmek zorunda kaldıkları (gasp, soygun, hırsızlık gibi yollarla elde edilen ve) ahlaki de olmayan azalmalarla bağlı kazanımlar;[518] kamu görevlilerinin halktan rüşvet[519] veya başka yöntemlerle elde edebilecekleri gayrıahlaki ve gayrıhukuki kazançlar bunlara hep birer örnektirler.
Sonuçta, gayrıahlaki usûllerle kazanç elde etmek, gerçek anlamda iktisadi girişim niteliği taşımazlar. Oysa, toplumda mal ve hizmetler artmadıkça iktisadi büyüme olmaz. İktisadi büyüme olmadan da iktisadi, sosyal, kültürel ve sosyal kalkınmayı sağlamak mümkün değildir. Dolayısıyla, iktisadi alanda gayrıahlâki usûller mal ve hizmet üretimine de katkı sağlamazlar. Ayrıca, bu usûlleri, haklı bir davranış olarak görmek de isabetli ol(a)maz.[520]
7-) Bununla birlikte, kişilerle (veya örneğin bankalarla ya da üretim veya alışveriş gibi ticaret kurumlarıyla,) kaybetme riskini de kabullenerek kurulan iktisadi girişimleri ve/veya ortaklıkları; doğrudan veya dolaylı mal ve hizmet üretimi veya alışveriş kapsamında görmek gerekir.
Sonuçta bunlar da iktisadi kalkınmayı sağlayacak doğru iktisadi usûllerdir. Devlet de bu doğru ve isabetli iktisadi yol ve yöntemleri planlamalı, teşvik etmeli ve desteklemelidir.
8.) İnsanların ihtiyaçlarını karşılamak veya aniden sıkıntılarını giderebilmek için, malvarlıklarında tasarruf etmeleri gerekebilir. “Tasarruf”, gelirlerden ve kazanımdan ihtiyaç için harcama dışından kalan olumlu farktır.[521] Yani gelirlerden harcanmayan veya tüketilmeyen kısımdır.
İhtiyaç fazlası (ve hayır hasenata harcanmamış) iktisadi birikimi piyasaya iktisadi girişimlere yöneltmek doğru olanıdır. Tabii ki bu mal ve hizmet üretimi veya alım satımı gibi kabul edilebilir usûller dairesinde olmalıdır. Buna karşılık, parayı piyasaya sürmeyip elde tutmak, kamusal yararlar açısından tasvip görmemektedir.[522] Kaldı ki parayı piyasaya sürmemek, alışveriş gibi faaliyetlerden elde edilecek kazanımlardan mahrumiyet anlamına da gelecektir.[523] Böyle bir tercih, piyasada “emisyon hacmi”ni olumsuz etkileyip pahalılığa da sebep olacaktır. Ayrıca, bu durum, dolaylı olarak kişisel, sosyal ve iktisadi hürriyetleri de ihlal etmiş olabilecektir.[524]
9-) Ülke, ekonominin her alanında, topyekün bir gayretleri gösteren “planlı kalkınma” hamlesi ve stratejisini benimsemelidir. Bu doğrultuda Devlet tarım, ticaret ve sanayide diğer iktisadi alanlarda gelişmeyi esas almalıdır.[525] Bu bağlamda her sektörün, alım, üretim veya satış faaliyetlerinde kooperatifleşmeleri de çok önemlidir.[526] Bilhassa tarım ve hayvancılık sektörlerinin bu şekilde kooperatifleşmeleri önemsenmelidir.
10-) Devlet, bakım ve onarım gibi ara sektörleri de iktisadi planlamaya dahil etmelidir. Yani bu ara sektörler geliştirmeye ve bunu teşvike ayrıca özen göstermelidir. Hatta Devlet, ilk tahsilden(≈eğitimden) itibaren, bu sektörleri canlandırıcı ve geliştirici eğitim politikası benimsemelidir.[527] Bu bağlamda, Devlet, eğitimde öğrencilerin kaabiliyet ve eğilimlere göre -daha genç yaşlardayken- bu şekilde eğitmelidir. Böylece, tarım, ticaret, hayvancılık, endüstri, sanayi, tamir, bakım, onarım gibi faaliyetleri içeren (tamamlayıcı) sektörler gelişebilecektir.
4.3.4. Siyasal rejimlerin istikrarında sosyal yardımlaşma ve güvenliğin önemi
4.3.4.1. Siyasal rejimlerin huzurlu ve düzenli işleyişleri için sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın gerekliliği
Toplumu ayakta tutan bireylerin, kişilik ve benlikleri ile gelişmesine elverişlilik sağlayan faktörler, “toplumsal dayanışma” kapsamındadırlar. Başta belirtmek gerekir ki, Anayasamız, Cumhuriyetimizin vasıfları(=nitelikleri) arasında gördüğü (madde: 2) “toplumsal dayanışma”ya Anayasal nitelik kazandırmıştır.
“Yardımlaşma”, “toplumsal dayanışma”yı sağlamakta çok büyük bir işlev görmektedir. “Yardımlaşma”, dini yaklaşımlarda[528] ve beşerî hasletlerimizde[529] de vazgeçilmez bir yere sahiptir. Örneğin:
Dinimiz kişilerin “kazanımlarından ve mallarından[530] bir kısmı, fakirlere, yoksullara ve/veya yardıma ihtiyacı olanlara, vermelerini”[531] öngörmüştür.
Hatta, ihsasen belirtmek gerekir ki: “zenginlerin ‘mallarında fakir ve yoksullar için belli bir hak’ vardır.”[532] Dolayısıyla yardıma konu “bu bedel zenginlerden yoksullara bir ‘lütuf’ değil[dir. Aksine] yoksulların zenginlerde kalmış olan alacağıdır.”[533]
Bu anlamda fakirliği de tarif etmek gereklidir: Fakirlik(=yoksulluk), “normal bir hayat için gerekli olan şeylerin yokluğu[dur.] Veya mutlaka lâzım olan asgarî miktardan daha az kıymetlere sahip olmaktır.””[534] Fakirlik aslında muhtaçlığı da kapsamaktadır. Muhtaçlık fakirliğin en alt kısmıdır. Ancak Fakir ile muhtaç arasında bir ayrım gerekirse: fakir “hali vakti yerinde olmayan”dır. Zaruri ihtiyaçlarını karşılayamayacak olan ise muhtaçtır. Dolayısıyla muhtaçlık[535] İhtiyaçlarını giderebilecek olanda daha fazla malvarlığına sahip olan ise zengindir. Bunları belirten Kant da fakirlere yardıma taraftardır. İlginç olan, Kant’ın da yardım ve iyileştirmeyi bir sadaka olarak değildir. Ama, bunu, zekat gibi, fakirlerin zenginler üzerindeki hakkı olarak görmüş olmasıdır.[536]
Bir konuda ihtiyaç sahibi olanlar da (genelde zengin olsalar bile) karşılayamadıkları o konudaki ihtiyaçları bağlamında fakirdirler(=yoksuldurlar). Yani kişilerin ihtiyaç sahibi oluşları da o konuda fakirlikleri anlamına gelmektedir. Örneğin, “hali vakti yerinde” bir kimse bile bir konuda; yine örneğin, bulamadığı bir yiyeceğe, ihtiyaç duyabilir. Bundan başka, genel olarak fakir olmayanların da belli bir konuda veya zamanda “ihtiyaç sahibi” haline düşebileceklerini söyleyebiliriz. Yine örneğin, borcunu ödemek için malını satmak isteyen, o anda müşterisini bulmazsa, ödeyeceği paraya muhtaç demektir.
Aslında insanların asgari düzeyde insani yaşantı için tüketmeleri gereken mal ve hizmetler asıl ihtiyaç olmaktadır. Fakat özlenen, tüm insanların bundan daha iyi, daha müreffeh bir yaşantıyı sağlayacak, hali vakti yerinde bir hayat seviyesiyle buluşturmaktır.[537]
Günümüzde “sosyal politika”, yoksullara, “‘sosyal devlet anlayışı’nın bir gereği” olarak:
1-) Devlet eliyle yardımlar yapmak;
2-) Sosyal güvenlik açısından da kişileri primlerden muaf tutmak;
Gibi bir kısım usûlleri öngörmüştür.[538]
Nitekim, sosyal yardımların vesile olacağı “toplumsal dayanışma”, kapsayıcı; (kayırma da yapmadıkça) mükemmel bir dayanışma olacaktır. Böyle bir dayanışma şu gerekçelerle haklılaştırılabilir:
1-) Bir kere insanlar arasında fıtrat, anlayış ve diğer özellikler itibarıyla doğal bir eşitsizlik vardır. İnsanlar arasındaki bu eşitsizlik insanlığın başlangıcından itibaren oluşmuştur. Bu eşitsizlikler; zenginlerin, fakirlere karşı imtiyazlı konuma sevkeden sosyal ve siyasal eşitsizliklerdir.[539] Ancak, bu eşitsizlikleri tamamıyla gidermek de mümkün değildir.
“Devletçilik prensibi”ni ahlâkî, sosyal ve Milli birliği sağlayıcı yönleriyle bir bütün gören Atatürk’e[540] göre de: insanların mal varlıklarının kaynakları, bilinmeyen tarihlerden bu tarafa süregelen dağıtımlara dayanmaktadır. Böyle ortaya çıkan eşitsizlikleri de mümkün olduğunca[541] gidermek gerekmektedir.[542]
2-) “Zenginlerin malları üzerinde ‘fakirlerin haklarının’ olduğu” bir düsturdur. Ve bu, belli bir ölçüde yardımın kendilerine bir lütûf olmadığı anlamına gelir. Bu durum itibarıyla, fakirler, zenginlere, kendilerine yapılan yardımlardan dolayı minnet de etmemiş olurlar. Böyle bir toplumsal dayanışma, insanların bir binanın yapı taşları gibi birbirlerini tamamlayıcı olmaları anlamına gelir.
3-) Mülkiyeti tümüyle sahibinin hakkı gören ve toplumun fakir kesimlerine yardımına karşı çıkan ve ayrıca:
3a-) Yoksulların yoksulluklarının sebebinin kendileri olduğu için toplumun yoksullara bir borcu olmadığını;[543]
3b-) Sosyal adaletin iktisadi özgürlükleri ve piyasayı işlemez hale getireceğini;[544]
3c-) Dolayısıyla sosyal yardımların iktisadi kazanımları azaltacağını;
3d-) Ve sosyal yardımlarda bulunan zenginlerin haksız fakirleşecekleri, fakirlerin de haksız şekilde zenginleşeceklerini;[545]
3e-) Sosyal yardımların çalışmaya zarar vereceği ve insanları tembelliğe alıştıracağını;[546]
Öngören batılı (neo)liberal felsefe:
(1) Sosyal yardımları sadece kişilerin ve sivil toplum örgütlerinin organize edeceği gönüllülük işi olarak anlamaktadır.[547]
(2) Toplumda tutunamayanların elenmelerini doğal bir sonuç olarak görmektedir.[548]
(3) “Her şeyin kendi içinde zamanla dengeye kavuşacağını kabul e[tmektedir.]” [549]
Halbuki, bu batılı (neo)liberal felsefe hem insaflı değildir hem de haklı değildir. Çünkü:
İnsanların her zaman zengin kal(a)mayabilirler; zenginler de bir gün bir şeye muhtaç hale gelebilirler.[550] Toplumda insanlar, işbölümü bakımından birbirlerine zaten devamlı muhtaçtırlar. Hatta örneğin, insanlara kendi başlarına göremeyecekleri işlerinde yardım da ihtiyaç sahiplerine yardımdır. Yoksulların muhtaç durumlarını kaldırmak için yardım da anladığımız türden yardımdır.
Şurası var ki; zenginlerin de muhtaç duruma düştüklerinde kendileri için de yardım bekleyebilmeleri mukadderdir. Dolayısıyla, zenginlerin veya yardım imkanı bulunanların muhtaç duruma düştüklerinde kendilerine yapılmasını bekledikleri/bekleyebilecekleri yardım veya destekleri; yoksul veya işlerinde yardıma muhtaç olan başka kişiler için de kabullenmeleri adil bir tutum olacaktır.
Yukarıda ihsasen belirttiğimiz gibi, eşitsizlikler zaten her zaman var olacaktır ve tam manasıyla önlenemeyecektir. Dolayısıyla, toplumsal eşitsizlikler sebebiyle kişiler, birbirlerine göre zengin veya yoksul olabileceklerdir. Bunun için toplumlarda yoksulluk veya yardıma muhtaç durumda olmak, değişkenliği itibarıyla hiçbir zaman tükenmeyecektir.
Öte yandan yardımlaşma, ahlaki bir içgüdü ve bir erdem olduğu kadar, doğanın da bir kanunudur. Yardımlaşma, insanının ahlâkını da geliştiren en önemli faktörlerden birisidir.[551] Yani “yardımlaşmanın haklılığı”nı, merhamete dayalı hiçbir insan vicdanı reddetmez; ve reddedemez. Aksi hal, merhametsizlik olur ve toplumsal bozgunculuğu da tesis ve/veya teşvik eder. Kaldı ki, herkesin kendi kendine yaşamak istediği bireycilik ilkesiyle toplumlarda bencilliğin önünü almak mümkün olamaz.[552]
4-) “Toplumsal huzur ve güven” ilkesi de bu değerlendirmelerimizi desteklemektedir. Toplumda yardımlaşma, toplumun dayanışmasını ve kaynaşmasını sağlar.[553] İnsan toplumu, temelini; sevgi ve saygı kadara karşılıklı yardımlaşma, dayanışma ve kaynaşma bilincinden alır.[554]
Bu dayanışma ve kaynaşma da insanların sevdikleri şeylerden infak etmelerinin yeri büyüktür. Yani insanların paylaşabilecekleri mal ve hizmetlerinden ve muhabbet gibi değerler ve olgularından başkalarına da yardım edebilmeleri insani olarak çok büyük bir değere sahiptir. Bu paylaşma ve yardımlaşma arzusunu ahlaki düstur gören bir toplum, muhtaçlara değer vermiş olur.[555]
Diğer taraftan, toplumsal anlayışımızda “zenginlik ferdî bir hırs meselesi değil, içtimaî bir dayanışma ve yardımlaşma meselesidir.”[556]Yani bunu böyle görmek gereklidir. Ayrıca, “yaşamın her öğesi anlamını diğer öğelerle kurmuş olduğu ilişkiden alır. Bu ilişkileri umarsamamak, görmezlikten gelmek yaşamı[=hayatı] tıkar.”[557]
Tüm bu tespitleri de nazara alarak sonuçta diyebiliriz ki; “zengin kesimin yoksul kesimden uzaklaşmamaları, [gerekir. Ve bunların] ‘huzur ve güvenlikleri’ için yoksul kesimi hayata tutunduracak bir bedel ödemeleri gerekmektedir.”[558]
5-) Toplumda -muhtaçlara ve yoksullara yardım dayanışmasının olmayışı fakirleri zenginlere; muhtaçları imkan sahiplerine düşman edebilecektir. Dolayısıyla, toplumsal bozulma ve kamu düzenini de bundan olumsuz etkilenebilecektir.[559] Yardımlaşma anlayışı, ideolojilerin doğuşunu da etkileyen faktörlerdendir. Nitekim toplumcu(≈antiliberalist) anlayışların doğuşunda, zenginlerle yoksullar arasındaki iktisadi farklılığı gidermek önemli derecede etkili olmuştur.[560]
6-) Ekonomik sebeplerden kaynaklanacak suçlarla ve ayrıca, işsizlikle ve yoksullukla mücadelede “proaktif usûller”in önemi büyüktür.[561] Çünkü, “ekonomik sorunların fazlaca yaşandığı dönemlerde, daha çok mala karşı suçların artış göster[mektedir].”[562]
7-) Zenginlik ve fakirlikte bir “makas aralığı” ya da ölçü koymak zordur. Bu sebeple biri diğerine göre değişkenlik gösterecektir. Dolayısıyla, “göreceli yoksulluk”u[563] nazara aldığımızda, zenginlik-fakirlik her zaman olacaktır. Yani iktisadi refahı yükselmiş bir toplumda bu standardın altında kalanlar yine yoksul, yine muhtaç olabileceklerdir. İşte bu sebepten dolayı toplumda fakirlerin/yoksulların/muhtaçların doğal şekilde elenmesi mümkün değildir. Bu sebeple, yardımlaşmayı kaldırmayı öngören hiçbir yöntem yoksullukla mücadelede çözüm olamaz. Dolayısıyla bunların aksini iddia eden liberal iktisadi görüşler isabetli olamazlar.
8.) Bundan başka, “muhtaç olmak”, “ihtiyaç duymak”, dediğimiz gibi, sırf yoksulluğa has bir olgu değildir. Açıkçası, toplumda insanların birbirlerine kaçınılmaz derecede ihtiyaçları vardır. Yani, “tüm insanlar yardımlaşmaya muhtaçtır ve fert başkasının hayrına mani olamaz.”[564] Nitekim, bir anlayışa göre de Devletin menşei(=kaynağı,sebebi), insanların kendi başlarına gideremeyecekleri ihtiyaçları başkalarından veya başkalarıyla birlikte karşılamak isteyişleridir. Yani insanların farklı ihtiyaçlarını giderici işleri farklı kişiler üstlenmişler, böylece insanlar tüm ihtiyaçlarını “devlet”le gidermişlerdir. Dolayısıyla, zenginler de bir kısım ihtiyaçlarını gidermek için başkalarına ihtiyaç duyarlar. Bu durum da toplumlarda insanların birleriyle yardımlaşmalarını zorunlu kılar.
Nitekim, Ülkemizde 442 sayılı Köy Kanunundaki, köyde yaşayan zengin veya fakirlerin kendi başlarına göremeyecekleri işlerinde diğer yaşayanların yardım etmesini içeren “imece usulü”, konunun yasal zeminde de yer aldığını gösteren bir örnektir.
4.3.4.2. Sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın devlet eliyle yapılmasına ilişkin bir değerlendirme
(1) Sosyal yardımları hakkaniyetle dağıtımda devletin rolü
Sosyal yardımları gerçekten “muhtaç olanlar”a yapmak gerekmektedir. Hatta, yardımları dağıtımda, bunların en çok ihtiyaç sahiplerine göre sıralamayı gözetmek vazgeçilmez derecede önemlidir. Dolayısıyla bu yardımları, yoksulları ve bunların yoksulluk derecelerini belirleyerek tek elden organize etmeyi ve dağıtmayı, sosyal devlet ilkesi gereğince devletin görevi olarak görmek gereklidir. Çünkü bu usûl, yardımları amaca uygun ve ihtiyaçlar oranında dağıtmak, için en isabetli yöntemdir.
Bilhassa zamanımızda, büyük yerleşim yerlerindeki karmaşık ve yoğun yapılanma/yapılaşma, fakirleri kişisel olarak belirmeyi zorlaştır(maktad)ır. Evet bu konularda kişilerin muhtarlıklarla irtibat kurmaları belki bir ihtimaldir. Ama muhtarlıkların başka kişiler hakkındaki bilgileri açıklamaları kişisel veriler üzerindeki hakların ihlali olabilir.
Israrla vurgulamak gerekir ki; bu faaliyetleri devlete yüklemek, bunların devletin tekelinde olmasını istemek manasında değildir. Daha açığı, bu tür yardımları, insanların bireysel veya sivil toplum örgütleri aracılığıyla yapmak istemeleri de mümkündür. Dolayısıyla yardımlaşma konusunda kişisel gayret ve girişimleri engellemek isabetli değildir.
Lakin, bu yardımları devletin, “hakkaniyetle” yapması, örneğin:
1-) Kişilerin ve bir kısım sivil toplum örgütlerinin dini ve ahlâki istismarlarını;
2-) Ya da bunların yoksulları kendi görüş ve düşüncelerine angaje etme girişimlerini de;
Engellemiş olacaktır. Devletin bu faaliyetleri, siyasal iktidarı kullananların kamusal yarar dışında (şahsi veya siyasal menfaat gibi) bir menfaat gözetmelerine izin vermeden; belirlediği objektif kriterlere dayanarak planlaması ve yapmasının, vazgeçilemeyecek derecede önemli bir şart olduğunu burada özellikle belirtmek gerekmektedir.
Türk Devlet felsefesi ve tarihi birikimi, fakirliğin giderilmesini Devletin görevi addetmiştir. Örneğin Kutadgu Bilig, fakirliğin gidermek için gerekli politikaları üretmek ve çalışmayı Devletin görevleri arasında görmüştür.[565]
Yine özenle ve tekraren belirtmek gerekir ki, yoksullara ve muhtaçlara destek veya yardımcı olmak gerekir. Fakat bu yardımlaşmayı Devlet tekeline almak demek değildir. Şüphesiz ki; devlet, bu yönde izleyeceği objektif bir usûl koymalıdır. O usûl de fakirliği gidermek için yardımları; adil, eşitlikçi partizanca olmayan politikalarla dağıtmak olmalıdır.
Örneğin İslâm da fakirlere:
1-) Fakirlerin hakkı olması düsturundan hareketle yapacakları zorunlu ödemeleri zekât;
2-) Mecburiyet altında olmaksızın yaptıkları ödemeleri de sadaka (ve/veya fitre);
Olarak adlandırmıştır. Ve ayrıca, bunları, fakirlere gösteriş yapmadan[566] -yani bir anlamda- gizlice vermeyi istemiştir.[567] Beşerî (≈toplumsal) nizamda(=düzende) da insanları küçük düşürmemek için bu yöntemi izlemek en uygun yöntemdir.
Bu arada; Devlet, yardımları; muhtaçların “insani bir seviyede yaşayış”larını garanti edecek ölçütlere uygun şekilde dağıtmalıdır.[568] Siyasal iktidarı kullananlar, dağıtımda kayırmacılıktan ve partizanlıktan uzak durmalıdırlar. Bir de, Devlet bu dağıtımı, toplumsal asalak ve beleşçiler oluşturmayacak şekilde planlamalı ve yapmalıdır.[569]
Türk devlet felsefesinde de konunun önemi malûmdur. Nitekim, örneğin, insanların insanlara muhtaç olabileceklerini vurgulayan Atatürk[570] bu eşitsizliği giderebilmek için zenginlerin fakirlere, Devlet aracılığıyla yardımda bulunmaları gerektiğine işaret etmektedir.
(2) Devletin yoksulluğu önleyecek kalkınmacı ve yatırımcı politikaları
Bu arada Devletin bu yardımları nasıl yapması ve yoksulluğu, nasıl çözmesi gerektiği de bir o kadar önemlidir. Bu bağlamda Devlet sosyal yardımları dağıttığı kadar, fakirliği ve işsizliği kökten çözücü yatırımlara da yönelmesi elzemdir(=kaçınıl(a)mazdır. Bu sebeple devlet, işsizliği giderici refahı artırıcı ve kalkındırıcı yatırımları ihmal etmemelidir.[571] Hatta, bu usûl fikrimizce, muhtaçlara ve yoksullara bir anlamda en etkili yardımlardan birisi olacaktır. Devletin ayrıca kazanımları zenginlerden yoksullara dağıtan mali politikalar geliştirmeleri de gereklidir.[572]
Vakıa, birçok kez tekrar ettiğimiz gibi, yoksullukla mücadelede iktisadi büyüme ve kalkınma, en etkin yöntemler arasındadır.[573] Çünkü, böylece iş sahaları açılacak, insanlar buralarda çalışarak elde ettikleri kazançlarla geçineceklerdir. İşte iktisadi yatırım ve girişimler; iş, istihdam imkânlarını artıracak, işsizlikle etkili bir mücadele olacaktır. Böyle bir usûl, fakirliğin önüne geçmeye de imkân verecektir.
Bununla birlikte; devlet, -yukarıda da genel olarak değindiğimiz gibi,- “kartelleşme”yi, “tekelleşme”yi de önlemelidir. Çünkü tekelleşme piyasaya sunulan seçeneklerde azalmaya sebep olur.[574] Ayrıca, piyasayı, arz ve talep dengesini sarsarak, tekelciler(in hakimiyeti) lehine bozar. Dolayısıyla mal ve hizmetlerin fiyatlarında iştirakçilerin rolünü işlevsizleştireceği için, fiyatların yükselmesine de vesile olabilir. Bu da enflasyonun yükselmesi anlamına gelir.
Dolayısıyla Devlet, tüm mali imkânların toplumda kişiler veya kesimler arasında dolaşan servet olmasına mahal vermemelidir.[575] Bu yöndeki engellemeler, tedbirler ve/veya düzenlemeler, tekelleşmeyi önlemeye de katkı sağlayacaklardır. Dolayısıyla, Devlet, mali imkânların topluma, toplumun geniş kesimlerine, tabanına yayılmasını sağlayacak politikalar izlemelidir. Nitekim, AYM’nin bu hususu destekleyen tespitiyle söylemek gerekirse: “sosyal hukuk devleti, güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak gerçek eşitliği yani sosyal adaleti ve toplumsal dengeyi sağlamakla yükümlü devlet demektir.”[576]
4.4. Siyasal rejimlerin yatırım alanı ve konusunun ülkeler bazında tespiti bağlamında Ülkemiz için öngörülebilecek politikalar
Siyasal rejimlerin işleyişinde ekonomik ve diğer faktörler her bir ülkenin özelliğine göre de değişmektedir. Bu doğrultuda şu izahatı yapmak mümkündür:
“Kendi tabiat ve insan kaynakları ile Türkiye, dengeli bir iç ekonomi düzeni kurabilecek durumdadır.”[577] Ülkemiz, geniş yeraltı ve yerüstü servet ve kaynaklara sahiptir. Bunlar, Ülkemiz menfaatlerine olacak ve mümkün olduğunca da iç piyasada kalacak şekilde üretilmeli ve kullanılmalıdır. Bu gibi hususlarda gerekli girişimleri yapmayı, Devleti(mizi)n önemli görevlerinden ve sorumluluklarından birisi olarak kabul etmelidir.
Tarihi arka plana baktığımızda Türk toplumları ve kavimlerinin zaten bir iktisadi hayatlarının mevcut(≈var) olduğunu görmekteyiz. Tarihi veriler de Türk toplumlarının; tarım, hayvancılık, sanayi ve endüstri sektöründe ticari faaliyetlerinden bahsetmektedirler.[578]
Bugün Batının emperyalist politikalarından sıyrılmış şekilde bir ekonomik faaliyet yürütmenin gerekliliği ön plana çıkmaktadır. İşte Devletin bu emperyalist ve sömürgeci politikalara karşı koyucu duyarlılığı azami hassasiyetle benimsemesi gerekmektedir. Yani Devlet, ekonomik büyüme ve kalkınmada, Batının, kendi menfaatleri yönündeki yönlendirmelerinden etkilenmemeye özen gösteren duruş ve politikalar üretmelidir.[579]
Ayrıca, Ülkemizde ağır ekonomik bunalımlar ve bunların doğurduğu enflasyonların önüne geçebilmenin yollarını aramak gerekir. Bu yollardan birisi; Ülkemizdeki geniş iktisadi imkânları dikkate almaktır. Böylece de üretime ve ekonomik büyümeye, örneğin “tarım ve hayvancılık”ı yeniden canlandırarak[580] katkıda bulunmaktır.
Bu kapsamda:
1-) Tarımsal arazileri imara “hiçbir halde ve şekilde” açmamak gerekir. Buna rağmen, tarımsal arazilerin bu sebeplerle 15 yılda, 3,5 milyar hektar azaldığını[581] görmekteyiz. Dolayısıyla tarımsal arazilerimizi, ormanlarımız için öngörülen güvence gibi Anayasal güvencelerle korumak zorunlu bir ihtiyaçtır. Bunun gibi, tarım ve hayvancılık sektöründe teşvik ve desteklerle, “kendimize yetmek” hedeflerimizi garanti etmek gerekir.[582]
2-) İşletilmeyen ve başkalarının da işletmelerine verilmemiş tarımsal tüm arazileri, Devlet, tarıma kazandırmalıdır. Bu arazileri Devlet örneğin 2 veya 4 yıllık sürelerle icara(≈kiraya) vermeyi planlamalıdır. Devlet, sahiplerinin işletmediği için bu planlamaya dahil ettiği kişisel arazilerin icarını sahiplerine tahsis etmelidir. [583] Devletin bu konuda toprak reformu ve/veya arazileri birleştirip geniş tarım işletmeleri kurması gibi formüllerin hukuka ve insan haklarına en uygun olanlarını hayata geçirmelidir.[584]
Miras kalan arazilerin, mirasçılarının anlaşmazlığı sebebiyle boş kalmaları gibi sorunları da bu planlama çözmüş olacaktır.[585]
Anayasamızın 35. maddesindeki “mülkiyet hakkı”nı, toplumsal yarar sebebiyle ve sadece yukardaki kayıtla, ancak “kanun” sınırlayabilir. Böyle bir sınırı kanunun getirmesi, bu uygulamanın Anayasanın 13. maddesine uygunluğunu da sağlamış olacaktır. Dolayısıyla önerdiğimiz uygulama, özel mülkiyeti de “toplum yararına” ve kanunla sınırladığından dolayı, Anayasaya aykırı olmayacaktır.
Nitekim, 2024 yılında yapılan bir idari düzenleme de atıl bırakılan toprakları kiraya vermeyi öngörmektedir.[586] Osmanlı hukukunda da benzer uygulamalar olduğunu, gözden kaçırmamalıdır.[587] Yine örneğin İslâm hukukunda insanlar, devletin kendilerine kullanım için verdiği araziyi âtıl (≈üretimsiz) bırakamazlar. Bu araziyi devlet, örneğin üç yıl işletmeyip de âtıl bırakandan geri alır.[588]
3-) Bu arada çiftçilere bu üretimler için gerekli olabilecek destek ve teşvikleri de Devlet tahsis etmelidir. Yalnız bu tahsisatı, önceden belirlediği objektif usûllere bağlamalıdır. Ve ayrıca, Devlet, bu tahsisatları hak edenlerin alıp almadıklarını; ve bu tahsisatların yerinde kullanılıp kullanılmadıklarını etkin şekilde denetlemelidir.
4-) Devlet, planlama ve uygulamalarda, gereksiz harcamadan(=israftan) kaçınmalı; gerekli harcamaları da ihmal etmemelidir.
Atatürk’ün ekonomi politikasında, enflasyonla mücadele ve paranın istikrarını korumak için:
4a-) Yatırımı teşvik etmenin;
4b-) Gelire göre harcamanın;[589]
4c-) Ve topyekün tasarruf tedbirlerinin;[590]
4d-) Hayat pahalılığını sebeplerini bilimsel incelemelerle saptayıp önleyici tedbirleri almanın;[591]
Önemli bir yeri vardır.
Kaldı ki, günlük harcamalarda herkesin cimrilik ve israftan kaçınması[592] da en mutedil yoldur.[593] Kamusal harcamalarda esas almak gereken ölçüt kamusal görevler ve hizmetlerle bunların gerekleridir.
Bir kere, (Devlet ve toplum açısından olağanüstü bir mecburiyet olmadıkça) “kamu hizmetinden tasarruf olmaz.”[594] Çünkü kamu hizmetleri toplumsal ihtiyaçları gidermeyi amaçlar ve bunu yerine getirmemek toplumu ihtiyaçlarından mahrum bırakır.
Kamu hizmetleri ve görevleri dışındaki konularda azami tasarruf ise memleketin refahı için gereklidir.[595] “Zaruret, hacet [ve] güzel olmayan, faydasız, zararlı, gayr-i meşru cihetlere yapılan sarfiyyat israftır.”[596] Bu doğrultuda, Devlet, personel, evrak, kaynak, makine, zaman ve işlemlerde kırtasiyecilik dediğimiz israftan da kaçınmalıdır.[597]
Yoksulluğun başka bir sebebi de “atâlete(≈durağanlığa) düşmek ve tembellik”tir. Dolayısıyla atâlete, tembelliğe alışmış; çalışarak kendisine ve topluma yararlı katkılarda bulunmayan; kendi yörelerindeki toprakların zenginliklerinden yararlanmayan; çalışmak azim ve iradesi göstermeyen; verimliliği amaçlamadan, sadece çalışıyormuş gibi görünen insanlar, her zaman fakirdirler.[598] Ayrıca, tembellik ve atâlet, kişilerin yaşarken yok olmaları; çalışmak da insanların yaşadıklarının farkında oluşları sonucunu doğurmaktadır. Yani, insanları gayretsizlik ve ümitsizlik etkisizleştirir; ama emel, gayret azim ve heyecanı diri tutar.[599]
Evet, insan, “maişetini[≈geçimini] temin için, fikri ve bedeni mesai sarf etmiş olmasından dolayı iftihar eder.”[600] İnsan, çalışmasının mükâfaatını(=ödülünü) görür ve “çalışmak insanın kendisini gerçekleştirmenin yoludur.”[601] Mutlu yaşantı ve gelecek bakımından, “insan için kendi çalışmalarından başka şey [ve seçenek] yoktur.” Diğer bir deyişle, insana, çalışmasının ve yaptığı ticaretin karşılığı elde ettiği kazanımlar yarar getirir.[602]
Buna karşılık, yukarıda da söylediğimiz gibi, insan, başkasının üzerinden geçinme ve hiçbir gayret göstermeden kazanma politikasıyla, iktisadi büyümeye ve toplumsal refaha olumsuz katkıda bulunur. Bu durumda insan, başkalarının haklarını da yemiş olur. Dolayısıyla bu iki hal de insani değildir; hiçbir yönü itibarıyla da insani olamaz.
5. Sonuç yerine: Siyasal Rejimlerim işlerliği sağlayacak insani, sosyal, siyasi, kültürel ve iktisadi faktörler
Siyasal rejimlerin demokratik ve insani esaslara göre işlemeleri önem arzetmektedir. Şeyh Adebalı’nın “insanı yaşat ki, devlet yaşasın” vecizesi bu yönden çok önemli noktalara vurgu yapmaktadır. Örneğin, bu vecize; adalet, hakkaniyet, eşitlik, insani ve hürriyetçi demokrasiyle mücehhez(=donanmış) hukuk devletini öngörmektedir. Ve de bu ilkeleri benimseyen siyasal rejimlerin, Türk-İslâm Devlet felsefesinde müesses(=kurumsallaşmış) bir içerik taşıdığını göstermektedir.
Evet, “insani siyasal rejimler”in (ortak paydadaki) amaç ve hedefleri, despotik yönetimlerin işlerliğini sağlamak değildir. Bu siyasal rejimlerin esas hedefleri, insana ve topluma değer veren, dengeli politikaları hayata geçirmektir. Türk-İslâm Devlet anlayışında tüm sorun ve uyuşmazlıklarda helalleşme, yargısal çözümden daha öncelikli ve kıymetlidir.[603] Böyle bir yaşantı felsefesi, mutlu ve huzurlu toplum oluşturmak gibi insani boyutları aşikâr kılmaktadır.
Toplumda tüm sorunların üstesinden gelebilmek, “birlik ve beraberlik ruhuyla cismanileşmiş dayanışma”yı gerektirir. Bu da insanların öncelikle birbirlerini sevmeleriyle; birbirlerine sevgi beslemeleriyle mümkün olur. Çünkü “insanlara güzel davranmak, kalplerinde yer edinmenizi sağlar. Sevilen insan başkalarının gönlünde taht kurar.”[604] İşte kişilerin birbirlerini sevmeleri, birbirlerinin dertleriyle dertlenmeleri, sevinçlerini de paylaşmaları, kavi(=güçlü) bir Milli dayanışma oluşturur. Ve böyle bir dayanışma da Anayasamızın 2. maddesinde ifadesini bulan, “Milli dayanışma ve adalet anlayışı”yla yükselen topluma (ve dolayısıyla Devlete) vesile olur.
Yukarıda belirtilen vasıflara, yani “hukuk devleti” ilkesine bağlı siyasal rejimlerin yapılandırdıkları hükümet sistemleri “kuvvetler ayrılığı”na uygun oluş(turul)muşlardır. Bunda amaç da kuvvetleri birbirinden bağımız ve birbirlerini denetler şekilde yapılandırarak özgürlükleri garanti etmektir.
Yalnız, kabul etmek gerekir ki, siyasal rejimlerde kuvvetlerin hiçbir soruna sebebiyet vermeyecek şekilde ayrılmaları, dengelenmeleri ve sorunsuz işlemeleri adeta imkânsızdır. Bir an için böyle bir seçenek mümkün diye farz etsek bile; böyle bir durumda hükümet sistemleri, eşit şekilde çeken veya iten kuvvetlerin birbirlerini etkisizleştirmeleri sebebiyle, işlemez hale gelirler. Böyle bir durumun Devlet hayatında bunalımlara da sebebiyet verebileceği izahtan varestedir.
Dolayısıyla, hükümet sistemlerinde, kuvvetlerin birisinin diğerine karşı daha güçlü olması her zaman ve halde mukadderdir. Ancak, temel hak ve özgürlüklere verilen değer ve güvenceler bu şekilde kurula(bile)n dengeden zarar görmemelidirler. Bunun için de kaybolan dengeyi, siyasal, sosyal ve kültürel faktörlerle ve ihtiyaç ölçüsünde sağlamak gerekebilir. Meselâ kısa Anayasalı rejimlerin tek örneği sayılabilecek ABD’de Anayasa, yürütmeye devasa yetkiler tanımıştır. Ama bu noktadaki güçlenmişliği, yasamanın kanun çıkarma fonksiyonları ve Yüksek Mahkemenin de yargısal denetimleri dengelemektedir. Ama asıl dengeleyici katkılar bağlamında siyasal faktörlerin önemli bir yeri vardır. Anayasal boşlukları bu siyasal girişim ve faktörler doldurmaktadır. Ayrıca, Yüksek Mahkemenin geliştirdiği içtihatlar da sistemin dengeleyici öznesi halinde işlevsel bir konumdadırlar.
İşte siyasal rejimlerin adil, hakkaniyetli, eşitlikçi ve hürriyetçi ilkelere dayanan hukukun üstünlüğüne bağlı şekilde işleyişleri için, bu yazıda tafsilatıyla konu ettiğimiz şu birkaç hususu özetlemek isteriz:
1-) Devlet, halkın, bireylerin “yönetime katılma” usûllerini, açık tutmalı ve güvence altına almalıdır. Dolayısıyla, yönetilenlerin, yönetimi söz, oy, düşünce ve örneğin toplantı ve gösteri yürüyüşleriyle etkilemek/eleştimek hakları güvencede olmalıdır.
Kişilerin, söz, oy ve düşüncelerini korku ve endişe duymadan ortaya koyabilmeleri bilhassa önemlidir. Çünkü, bunlar ancak gerçek bir güvenceye bağlandıklarında etkili olabilecekler; ve böylece de gerçek anlamlarını bulabileceklerdir.
2-) Yöneticilerin işlerini yaparken konunun ehillerine danışmaları verimlilik için çok yerinde bir tercihtir.
Bu yolu etkili kılabilmek bakımından, yöneticiler, halkın istek, dilek, eleştiri ve şikayetlerine de açık olmalıdırlar. Onların muhalefetinden, eleştirilerinden korkmamalı, bu yolları açık tutmalıdır. Halk sorunları, gördüğü yakışıksız şeyleri anlatmak ister. Halkın isteklerini de asla ihmal etmemelidir.[605] Bunun için yöneticilerin, örneğin, halkla görüşme saatleri ihdas ederek veya başka şekilde irtibat kurmaları önemlidir.
3-) Demokrasilerde çoğunluğun aldığı kararlara azınlıkta kalanların uymaları esastır ve bu tek seçenektir. Ama bunu “çoğunluk istibdadı”na dönüştürmemeye özen göstermelidir. Bunun için de kararlarda, azınlıkta kalanların haklarını gözeten ve güvenceye alan çoğulcu usûlleri kurumsallaştırmak gerekmektedir.
4-) Diğer taraftan, kararların alınmasında bazı kıstasları da göz gözönünde bulundurmalıdır. Bu doğrultuda:
4a-) Bir konuda karar alırken, bireysel yararları öncelikle gözetmek gereklidir. Buna, “saf veya esas adalet (=adaleti mahza)” diyebiliriz. Bu (doğrultudaki) adalet, kişinin topluma feda edilemezliğini, esas prensip olarak görmektedir. Ancak, toplum halinde yaşamak, bir konuda karar alırken toplumsal yararları da düşünmeyi gerektirir.
Şu halde siyasal rejimlerin işleyişlerinde, bireysel yararlarla toplumsal yararların çatıştığı hallerde yeni bir çözüm üretmelidir. Böyle bir durumda, bireysel yararlardan mecburiyet ölçüsünde feragat etmek, (bu konuda) dengeyi sağlamış olacaktır. Yani bu dengeyi, bireysel yararları mecburi olduğu ölçüde toplumsal yarara feda ederek kurmak mümkündür. İşte böyle bir toplumsal yarara vurgu yapan tercihe, “mecburiyetle kayıtlı adalet (=adaleti izafiye)” diyebiliriz.
4b-) Dworkin, bir konuda kişilerin çıkarlarını gözeterek nasıl karar alacaklarını sorgulamakta ve bunun zorluğuna dikkat çekmektedir. Dworkin’e göre bir “ortaklık demokrasisi” gereklidir. Bu bağlamda kararları almakta başarının:
1. Eşit söz hakkına sahip olmak;
2. Bireylerin kişisel şartlarını kararlarda gözetmek;
3. Bireylerin kişiliklerine, onurlarına aykırılık taşıyacak müdahalelerden uzak durmak;
Şartlarına uymakla sağlanabileceğini belirtmiştir.[606]
Ama bu düşünce, “ortak karar” için kişilerin fikirlerinden nasıl ve ne kadar feragat edeceklerini belirlememektedir. Bununla birlikte, önerdiği “ortaklık demokrasisi”, ortaklaşa, herkesin öyle veya böyle memnun olabileceğini; olması gerektiğini önemsemektedir.
4c-) Bir konuda herkesin menfaatlerini karşılayacak karar almak mümkün değildir. Bu sebeple bunların “ortak iyi”de buluşmaları için tek çare, oydaşma ve uzlaşma olacaktır.
Zaten, bir konuda karar almak, farklı veya aykırı fikirlerin, bir şekilde uzlaşmasını gerektirmektedir. Bu noktada “uzlaşı” demek, bireylerin fikirlerinden, muhataplarının, başkalarının veya toplumun yararıyla ölçülü olarak feragatleri(≈vazgeçmeleri) demektir. Dolayısıyla bir konuda karar alırken:
1. Öncelikle farklı düşünceleri, başkalarının ve toplumun yararlarını da gözetmek;
2. Ve sonra da bireysel yararlardan uzlaşı gereğiyle ölçülü mecburi vazgeçiş şeklinde bir denge kurmak;
Gerekir.
Şüphesiz ki bu dengeyi “kesin bir nokta veya ölçü” olarak ortaya koyamayız. Ama burada, objektif bir bakışın sağlayacağı bir “denge aralığı/marjı” söz konusu olabilir. Dolayısıyla bu durumu “denge aralığı/marjı” deyimiyle somutlaştırabiliriz.
Gerçi, herhangi bir konuda alınacak karar, esasen, çoğunluğun yoğunlaştığı oylar yönünde ortaya çıkacaktır. Fakat, böyle bir durumda (söz, düşünce ve/veya) oylamada oluşan çoğunluk iradesinin, azınlığın çoğunluğa feda edilmemesi; insan olarak onların da hak ve yararlarının korunması için, andığımız marjda kalması gereklidir.
Diğer taraftan Rawls’ın görüşü itibarıyla, (demokrasinin içermediği,) eşit ve özgür vatandaşların aralarında adil ve hakkaniyetli işbirliği ve uzlaşma formülünü hayata geçirmek de:
1. Öncelikle herkese eşit ve özgür değer ve konum vermek;
2. Ve sonrasında da toplumsal ve ekonomik eşitsizlikleri gidermek bakımından;
2a. Herkese eşit şans ve fırsat eşitliği sağlamak;
2b. “[Kazanımları ve yükümlülükleri] toplumun en dezavantajlı üyelerinin en çok yararına olacak” şekilde dağıtmak;
İle mümkün olacaktır.[607]
5-) Konunun temel hakların çatışması yönünden de ayrıca değerlendirmesi gerekir. Yani teknik bir tabirle anlatmak gerekirse: bireysel hakların çatışmalarında yarışı hangisi kazanacaktır? Buna Anayasa hukuku ve teorisi “temel hakların çatışması” demektedir. Bu çatışmayı da, bunları kendi aralarında yapacağımız yarıştırmayı “kazanan hak”ka geçerlilik tanıyarak giderebiliriz. Yalnız, bu, hakların ikisine de geçerlilik tanıyacak yorumlama imkânının olmaması şartıyla mümkündür. Dolayısıyla bunlar arasındaki “yarışma” ancak bunların ikisine birden geçerlilik tanımanın mümkün olmadığı; sadece birine geçerlilik tanımanın zorunlu olduğu hallerde sözkonusu olabilir.
İşte bu yarışmada geçerli temel hakkı, her bir somut olay veya duruma bağlı olmak kaydıyla:
5a-) Konuya özgürlük, koruma alanı, kişisel ve toplumsal yarar gibi faktörleri gözeterek;
5b-) Bulunacak makul dengeye dayanan;
Adil bir sonuçla bulmak imkânı doğacaktır.[608]
6-) Toplumlarda adalet ve hakkaniyet, kişisel ve toplumsal huzur ve güvenin tesisi için çok önemlidir. Bu amaca ise ancak adil, hakkaniyetli ve eşitlikçi değerlere dayalı ve hukukun üstünlüğünü esas alan ideal bir hukuk düzeniyle[609] ulaşmak mümkündür. Çünkü, böyle bir düzen, kişisel ve toplumsal olarak onurlu, huzurlu ve güvenli bir hayatı sağlayabilir.
Öte yandan böyle bir hukuk düzeninde:
6a-) Öncelikle adaleti yani hakların ve yükümlülüklerin hakkaniyetli dağıtımı gerekir.
6b-) İnsan haklarıyla kamu yararı gereklerini dengeleyen ve vatan sevgisini öngören faziletli bir Cumhuriyetin ikâmesi ve mevcudiyeti, bu hukuk düzeninde ulaşılabilecek ulvi bir hedef ve amaçtır.
6c-) Yöneticilerin kamusal makam ve mercilere, liyakat ve sadakati esas alan objektif ölçülere göre atama yapmaları şarttır. Bu usul, yöneticilerin adaleti, kişisel ve toplumsal huzur ve güveni sağlamak için de önemli yükümlülüklerindendir.[610]
7-) Bir ülkede, adalete ve Devlete güveni sağlamak ve yaşatmak, haksızlık ve yolsuzlukların önlenmesine bağlıdır. Örneğin, partizanlık, kısa sürede zengin olmak veya ihtiyaçları fazlasıyla karşılamak, taraftar(lar)ı kaybetmemek, yolsuzluklara sebep olmaktadır. Halbuki, kayırma ve yolsuzluklar toplumsal düzeni ve güveni bozar. Ve ayrıca, kamusal hizmetlerin ve mali kaynakların adil dağıtımını engeller. Bundan başka, dolaylı olarak başkalarının haklarını almak gibi sonuçlar da doğurur. Yolsuzluklar, yoksulluklara da yol açar. Her türlü yolsuzluğun önüne geçmek, örneğin:
7a-) Bu fiillere etkin ve ağır cezalar vermek;
7b-) Kamu görevlerine hakkaniyet ve adaletten şaşmayacak disipline ve kültüre sahip olan liyakatli kişileri getirmek;
7c-) Şeffaf yönetimi, adil ve geniş katılımcı ihale yöntemlerini ikame etmek ve fiiliyata geçirmek;
7d-) Yönetimin eylem ve işlemlerini kamuoyuyla paylaşması ve halkla etkili iletişim kurması;
7e-) Yönetimin, faaliyetlerinin ve bunların sonuçlarını gösteren raporlarının etkili şekilde denetimi;
Gibi yollarla mümkün olabilir.
8.) Toplumun iyi, huzurlu ve mutlu yaşantısı, devleti ve devletin bağımsızlığını zorunlu kılar. Devletin siyasal bağımsızlığı, aynı zamanda iktisadi yönden de bağımsız olmasına bağlıdır. Çünkü dış güçler, siyasal olarak bağımsız bir Ülkeye, örneğin ekonomik yoldan tahakküm kurmak isteyebileceklerdir.[611]
Dolayısıyla Ülkemizin, hiçbir ülkenin veya küresel teşebbüsün tahakkümüne girmeden yaşaması, iktisaden kendine yetmesine de bağlıdır. Bu da ithalata dayanmayan tüketim için mal ve hizmet üretimini Ülkemizde yapabilmemizle v ihtiyaçlarımızı kendi içimizde, iç piyasada giderebilmemizle mümkün olabilecektir.
Buna karşılık, “kat kat … fazla[sıyla] rantın sağlandığı başka bir alan olduğunda üretimi teşvik zordur.”[612] Evet, çalışmadan, emek harcamadan, üretmeden kazanmak ve paraya, emek vermeden ve risk almadan para kazandırmak isabetli olamaz. Çünkü, paraya bu şekillerde para kazandırmak, iktisadi büyümeye, üretmeye veya piyasanın işlemesine katkı yapmaz. Kaldı ki, paraya bu şekilde para kazandırmak; başkalarının çalışmalarından haksız yararlanmaktır. B u ise insani de değildir; ahlaki de değildir!
Nitekim Dinimiz de bu şekillerde para kazanmayı ve başkalarının haklarını yemeyi tasvip etmemiştir. Diğer bir anlatımla, kişilerin, hiçbir emek harcamaksızın “ticarette kaybetmek de olabilir” riskini almaksızın; paralarına para kazandırmaları adil bir usul değildir. Keza, örneğin, işçiye emeğinin vermeyi geciktirmek de doğru ve hakkaniyetli tutum olamaz. Çünkü, bu gibi hallerde kazançlar, başkalarının hakkını, “faiz ya da diğer haksız yöntemlerle yemek” anlamına gelecektir.
9-) Atatürk döneminden yakın geçmişe kadar olduğu gibi, günümüzde de “yerli malı”nın üretmeli ve tüketmelidir.[613] Yani Ülke olarak, mümkün olduğunca kendi ihtiyaçlarımızı kendimiz üretmeli ve olabildiğince de kendi ürettiklerimizi tüketmeliyiz. Bunu Milli duygumuzun, “Türk Milliyetçiliği”den kaynaklanan sorumluluğu olarak anlamak gerekmektedir. Bu şekilde ilkeli bir davranışın, Milletimizi sevmeye delil olacağı da açıktır.
Ülkemiz, tarım ve hayvancılık sektöründe çok çok büyük ve geniş imkânlara sahiptir. Ülkemiz bu bağlamda öncelikle bir tarım ülkesidir. Atatürk de ziraat, ticaret, sanayi faaliyetlerini ve bütün nafıa işlerini, birbirinden ayrı düşünülmesi doğru olmayan bir kül[=bütün] olduğunu belirtmiştir. Ayrıca, Milli iktisadımızın temelinin ziraat olduğunu; bu yönde kalkınmaya büyük önem vermek gerektiğini vurgulamıştır.[614]
Hal böyle iken, Ülkemizde ekime ve dikime; ve ayrıca, hayvan otlatmaya müsait çok geniş araziler âtıl bekle(til)mektedir. Yani günümüzde bu sektörün yeterli kapasiteyle işlemediğini, hatta âtıl kaldığını esefle görmekteyiz. Halbuki, toprak büyük zenginliktir; her ürün ve zenginlik temelini aslında ve nihayetinde toprakta bulur. Dolayısıyla tarımı güçlendirmek üretimi artıracaktır. Ülkemizde yerli malı üretiminde en az masraf verimlilik bakımından öncelik de tarım ve hayvancılığı geliştirmektir. Ama müşahedemiz odur ki, tarım ve hayvancılık gibi pek çok sektörde de çalışma alışkanlığımız azalmıştır. Bu gibi sebeplerle de tarım ve hayvancılık ürünlerinin pek çoğu, maalesef ithal edilir hale gelmiştir.
Bu sebeplerle Devlet, tüm sektörleri; ama öncelikle tarım ve hayvancılık sektörlerini harekete geçirici politikaları benimsemelidir.
10-) Bu arada, yukarıdaki bilgilerle de bağlantılı olarak:
10a-) Özel teşebbüsün esas olduğu fakat;
10b-) Devletin:
1. Tekelleşmeyi önlemek veya zaruri üretim ve imal işlerini bizzat yapmak;
2. Veyahut da özel teşebbüsü teşvik etmek ve desteklemek;
Gibi usûllerle iktisadi hayata girdiği “mutedil devletçilik”i ikâme etmesi yerinde olacaktır. Böyle bir politika, küreselleşmenin olumsuz sonuçlarına; ve dış güçlerin iktisadi müdahalelerine karşı, panzehir olabilecektir.
Bu fikri, modern iktisadi ve siyasi sistemlerle uyuşmadığından bahisle eleştirenler çıkabilir. Ama biz bu eleştirilerin haklı olmadığı; somut ve inandırıcı beyanlara dayanmadığı kanaatimizi muhafaza etmekteyiz.
Küreselleşmenin olumsuzluklarının ve ulusaşırı şirketlerin, iç piyasayı etkileyecek davranışlarının da Ülkemizi olumsuz etkileyeceği malûmdur. Bu tür müdahalelere ise, ancak Milli birlik, beraberlik ve dayanışma ruhuyla oluşturulacak kamu politikalarıyla karşı durabiliriz.
11-) Devlet, kamusal teşebbüsleri, satmak veya kiralamak gibi yöntemlerle özelleştirmekten uzak kalmaya özen göstermelidir. Buna karşılık, bu teşebbüslerin kâra geçecek şekilde çalıştırılmaları, öncelikli ve doğru bir seçenek olmalıdır.
12-) Ülkemizde pek çok mal ve hizmet alanlarının ve sektörlerinin âtıl kaldığını söyleyebiliriz. Halbuki, siyasal rejimlerin sağlıklı işleyişinde ekonomik bağımsızlığın ne kadar önemli olduğu malumdur. Milli menfaat ve avantajlarımız, bunları işletmeye ve üretime açmayı; teşvik etmeyi ve desteklemeyi gerektirmektedir.
Özellikle belirtmek gerekir ki; elindeki iktisadi imkânları harekete geçiremeyen milletler fakirleşmektedirler. Dolayısıyla Devlet; tarım, hayvancılık, ticaret madencilik, endüstri ve sanayi sektörlerini geliştirmelidir. Yine Devletimiz, geniş imkânlar itibarıyla tarım ve hayvancılık sektörlerini de yeniden canlandırma imkânına öncelikle sahiptir. Kaldı ki, tarım ve hayvancılıkta kendimize yeterli olabilmemiz iktisadi bağımsızlığımız için de çok önemlidir.[615]
Malûmu tekrar etmek gerekirse, her bitki ve maden; ve de her şey, kaynağını toprakta bulmaktadır. Dolayısıyla, Vatanımıza; Vatan topraklarımıza hak ettiği değeri vermekte duyarsız kalamayız. Yani bu anlamda topraklarımızı; yeraltı ve yerüstü servetlerimizi Milletimizin menfaatine iyi ve verimli şekilde kullanmalıyız. Aksi uygulamalar ve politikalar, büyük bir iktisadi avantajdan mahrum olmak anlamına gelecektir.
Bu bağlamda: tarım, hayvancılık ve ormancılığa ayrılan arazilerimizi imara açmak büyük bir yanlış olabilecektir. Bu alanların imara açılmamasını ve yine bu alanlarda çalışmaları teşvik edici usulleri Anayasal garantilere bağlamak önemli bir faktör olacaktır.
Atatürk’ün ifadelerini de tekrarla; “Orman servetimizin korunması lüzumuna ayrıca işaret etmek isterim. Ancak, bunda mühim olan, korunma esaslarını; Memleketin türlü ağaç ihtiyaçlarını devamlı olarak karşılaması icabeden ormanlarımızı muvazeneli ve teknik bir surette işleterek istifade etmek esasiyle mâkul bir surette telif etmek mecburiyeti vardır.”[616]
Şurasını da unutmamak gerekir ki: Milli gelirden kişi başına düşen payın yüksek olduğu ülkeler iktisadi açıdan gelişmiş ülkelerdir. Bu toplumlarda hem kişisel hem de toplumsal huzur, barış, uzlaşı ve güven artmaktadır. Ve yine bu toplumlarda, kişilerin yönetime katılmaları ve yönetimin hürriyetçi demokratik çizgisi garantiye alınmış olmaktadır.
13-) Çağdaş siyasal rejimlerin demokrasi olarak, insani değerleri yaşatmak için işlemeleri esastır. Nitekim insanlar da huzur ve güven içinde adil, eşit ve hürriyetleriyle yaşamak isterler. Bunun gerçeklemesi ise insanların bir “vatan”a sahip olmalarıyla mümkündür. Anayasa hukukunun ve Devletin genel teorisinde ittifakla kabul edildiği gibi; Devlet, bir “vatan”da yaşayan “millet”in egemen irade tarafından yönetilmesi şeklinde ortaya çıkan siyasal teşkilatlânmadır.
Bu anlatıma göre “vatan”ın özdeşleştirildiği unsur, “millet”tir. Vatan, milletin hayatını sürdüğü (kara, hava ve deniz alanlarında) sınırları belirli bir yerdir. Bireyler de milletin tamamlayıcı parçasıdırlar. Bireyler, hep birlikte, kendi maddi kişiliklerinden ayrı bir manevi kişiliği olan “millet”i oluştururlar. Bireyler birlikte yaşama azim ve iradelerine bağlı toplumsal değerleriyle kenetlendikçe, kendi iradelerinin üzerinde bir değerle, yani “millet” diye tasvir edilen “değer”le anılırlar.
Bundan başka, “vatan”, “millet”i oluşturan her bir ferdin de vatanıdır. Halihazırda yaşayan her bir bireyden oluşan ve geçmişiyle geleceği de olan millet, (dolayısıyla da her bir insanımız) vatanın her yerinde, tabir caizse “her karışı”nda, aynı derecede ve etkide olmak üzere siyasal açıdan egemenlik bağlamında sahiplenme sıfatını ve duygusunu haizdir. Yani Vatan basit ve ruhsuz bir toprak parçası değildir. Tarihi seyir içinde millet denilen büyük varlığın devamı için kuşaktan daha iyi ve ilerlemiş olarak kuşağa salimen teslim edilen ve edilmesi gereken mekandır.[617]
Vatanı olmayanların huzuru, sükunu, güvenliği, hürriyetleri olmaz; olamaz. Yine Vatanı olmayanların Dünya Milletler ailesi içinde belirli bir “millete aidiyet”ilerine ilişkin kimlikleri de olamaz. Zira bu tür insanların kendilerinin ait oldukları bir “vatan”ları yoktur. Vatanın olmadığı yerde bir milletten bahsetmek de zordur. Dünya, günümüzde “Devletler alanı” haline gelmiştir. Uluslararası ilişkilerin esas aktörleri/süjeleri de devletlerdir. Kişiler vatandaşı oldukları devletler dışındaki devletlerde yani yabancısı oldukları devletlerde, “yabancı”dırlar. Ve böyle de kabul görürler. Bir yabancı, ülkesinin dışındayken, vatandaşı olduğu (≈menşe) devletinin bahşettiği taabiyetleri(=uyruklukları) itibarıyla muhatap alınırlar. Ve bunlar ancak bu taabiyetleriyle, mensubu oldukları(≈menşe) devletlerinin güvencesi ve korumasından yararlanırlar.
İşte bu sebeplerle de vatanı olmayanların, yabancısı oldukları başka ülkelerde muhatap alınmalarını sağlayacak dayanağı bulmaları; ve dolayısıyla kendilerini hukuken koruyacak güvence niteliğini taşıyacak bir sığınakları olmayacaktır. Dolayısıyla insanoğlu ve bilhassa Milletimiz için, “Vatan” ve “birlik ve beraberlik” en büyük nimetlerden biridir.
Kısacası, bir eserden[618] ilhamla(≈esinlenerek) diyebiliriz ki: bir kimsenin kıymeti, himmetiyle yani bütünleşmeye yöneldiği değer ve/veya olguyla ölçülür. Dolayısıyla, bu yönelişi Vatan ve Milletle sevgisi olan kişiler, bütünleştiği bu değerleriyle güç bulur konum elde ederler. Vatanı ve Milletiyle bütünleşememiş ve kaynaşamamış insanlar, böyle bir güçten ve konumdan mahrum kalırlar.
Siyasal rejimlerin ve (bu rejimlerin bünyelerindeki) hükümet sistemlerinin insani olmaları, bazı somut nitelikleri taşımalarına bağlıdır. Bunlar, toplumsal huzur, milli dayanışma ve adalet, hakkaniyet, eşitlikçi, insan hak ve hürriyetleri ve hukukun üstünlüğüne dayalı[619] demokrasi şeklinde somutlaş(tırıl)ırlar. Nihayetinde, bunları yaşatan ve güvenceye alan Cumhuriyet, Atatürk’ün ifadesiyle bir fazilettir. Böyle bir faziletin mevcudiyeti ise öncelikle aşk derecesinde “Vatan ve Millet sevgisi”ne bağlıdır.
Daha açığı, “Türk Milleti” olarak, hasletlerimiz ve tarihi birikimiz de “Vatan ve Millet sevgimizi” teyit etmektedir(≈doğrulamaktadır). Bu doğrultuda, Devletimizi, Vatanımızı ve Milletimizi sevmek ve saygıdeğer görmek “Türk Milleti”olarak benimsediğimiz en önemli değerlerden birisidir. Devlete gösterilen bu “saygı”, bir yönüyle, toplumsal huzuru, güvenliği ve ihtiyaçları sağlayan “hizmetkâr” yönünden kaynaklanmaktadır.
Konuya madalyonun farklı iki yüzü ile bakmak gerektiğinde, vatan sevgisinin milliyetçilikle ve dolayısıyla da laiklikle bağlantılı olduğu görülebilir.
13a-) Bu yönden, yukarıda tafsilatıyla açıkladığımız bilgileri özetlersek: Milliyetçilik, Vatanı ve Milleti sevmek ve yükseltmek, çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkarmak mefkûresi(=ülküsü) ve idealidir. Dolayısıyla, bizin anladığımız Türk Mmilliyetçiliği, Batıdaki ayrıştırıcı tanım ve içeriğinden yani burjuva milliyetçiliğinden çok farklı;[620] insanına, insanlara, insanlığa değer veren, milli birlik ve beraberliği amaçlayan, ayrım yapmayan, Milli dayanışmayı esas alan, hakkaniyetli ve adil bir hukuk düzeni kuran demokratik ve laik bir anlayışı benimsemektedir.
13b-) Türk milliyetçiliği laiklik anlayışını, din hürriyetini, pozitif manada tanıyan, ama bunu diğer hürriyetler gibi, ancak haklı ve zaruri sebeplerle kanunla kısıtlamasını öngören; Devleti tüm dinlere karşı (din ve vicdan hürriyetini pozitif manada tanıyıcı konumunu muhafaza ederek) tarafsız kılan; gerecek dine ve inanca değil, dini istismarlara, hurafelere ve taassuplara karşı çıkan; dinin siyasal veya şahsi menfaatlerle istismarını ve aynı zamanda dini değerlerin yerine farklı olguları empoze etmeyi yasaklayan; bilim ve akla değer veren ama bilimle dinin gerekleri arasında tezat ya da çelişki görmeyen; eylem ve işlemlerini toplumsal ihtiyaçlara ve hayat realitelerine dayandıran,[621] ve bu bağlamda dini değer ve olguları toplumsal ihtiyaçların gerekleri kapsamında benimseyen[622] bir çağdaşlaşma modeli olarak görür.
14-) “Vatan sevgisi”ni ve “Milli dayanışma”yı sağlayacak en önemli usûllerden birisi, (fakirlere(=yoksullara) ve/veya muhtaçlara yardımdır. Ve bir diğeri de toplumda yardımlaşma duygusunu kurmak ve geliştirmektir. Böylece bireylerin insanlığa uygun şekilde; sağlık ve esenlik içinde yaşamalarını sağlamaktır.
Yoksulları ve muhtaçları korumayı ve toplumda her bir fert için insani gereklere uygun bir yaşantıyı sağlayacak “sosyal demokrasi”nin,[623] iyi ve gelişmiş bir ekonomiye bağlı olacağı malûmdur.[624]
Örneğin Nobel ödüllü Friedman, yoksulluğun bu tür yardımlaşmalarla giderilebileceğine dikkat çekmiştir. Bundan başka, “menfi vergi”lerin yani “vergi muafiyetleri”nin de yardım desteği olacağını vurgulamıştır.[625] Aliya İzzetbegoviç de isabetli olarak, Friedman’ın bu tespitinin İslâm’da zekâtı hatırlattığını belirtmiştir.[626]
Bu arada: Fakirler yardımı öngören toplumsal dayanışmaya, kişilerin malvarlığını eksilteceği gibi gerekçelerle karşı çıkanları haklı görmek imkânsızdır. Zira:
14a-) Bir kere, yapılacak yardımlar fakirlere bir lütuf değildir. Bu yardımları, yoksulların ve muhtaçların, zenginlerin (mal varlıklarının belli bir oranıyla) telâfi etmelerini gerektiren “sosyal hakları” olarak görmek gerekir. Diğer taraftan “yardımlaşmak”, “insani değerler” kapsamında olduğu için evrensel mahiyete sahiptir. Bunun için yardımlaşma, dayanaklarını ve referanslarını, beşerî(≈insanların) vicdanlarda ve ilahi kaynaklarda bulmaktadırlar. Örneğin, Dinimiz İslâm da zenginlerin malvarlıklarının, belli bir oranının “yoksulların hakkı” olduğunu belirtmiştir.[627] Nitekim, İslam, İslami kaynakların belirledikleri oranın ortaya çıkardığı, bu paya da “zekât” ismini vermiştir.
Yine İslâm, kişilerin malvarlıklarındaki ihtiyaç fazlasının da yoksullara verilmesini ayrıca “tavsiye” etmiştir. Bu, zekât gibi bir emir değil ama sadaka ya da fitre mahiyetinde bir tavsiyedir. Yani İslâm tavsiye ettiği bu yardımları takdire bağlı edimler görmüştür. Ve bu edimlere de, “sadaka” veya “fitre” demiştir. İlahi kaynaklar da bu tür yardımların Allah katında mükâfaatlarına(≈kazanımlarına) özenle dikkat çekmişlerdir.[628] İslâm, örneğin kurban bayramlarında kurban olarak kesilen hayvanların belli bir miktarını yoksullara dağıtmayı da istemiştir.
14b-) Bu tür bir “sosyal dayanışma”nın olmayışı toplumda bir kesimi (fakirleri) diğerlerine (zenginlere) düşman eder. Böyle bir durum da huzursuzluklara, malvarlıklarına, hatta cana karşı suçların işlenmesine ve/veya çoğalmasına sebep olur.
14c-) Toplumda yoksulluk(=fakirlik), “genel hayat standardı” altında kalanlar için sözkonusu olabilecek değişken bir olgudur. Dolayısıyla, kişilerin her birisi diğerine göre zengin veya fakirdir. Bu sebeple, refah düzeyi yüksek fertlerden oluşan gelişmiş toplumlarda da, muhtaçlık ve fakirlik olacaktır.
Bu sebeple, yoksulların toplumsal düzenin gidişatıyla elenmelerinin doğru olacağını belirten anlayışlar isabetli değildirler. Bundan başka, zengin insanlar da bazı ihtiyaçlarını kendileri karşılayamazlar. Dolayısıyla bir kimse kendi başına yapamayacağı işlerinde başkalarının yardımına muhtaçtır. Nitekim örneğin 442 sayılı Köy Kanunumuz bu şekilde yardımlaşmayı esas alan “imece yöntemi”ni köy sakinlerinin yükümlülüğü görmüştür. Ayrıca zenginlerin öngöremedikleri bir olay sonucunda mesela bir kaza veya iflas sebebiyle yoksullaşmaları her zaman ihtimal dairesindedir. Demek ki zenginlik veya yoksulluk değişkendir ve de hiçbir kesimin tekelinde değildir. Bu arada toplumda kişiler ve kesimler arasındaki eşitsizlikler de hiçbir zaman bitmeyecektir; her zaman sürüp gidecektir.
14d-) Sonuçta kişilerin veya sivil toplum örgütlerinin yoksullara veya ihtiyaç sahiplerine onların onurlarını kırmadan yardımları mümkündür. Ancak Devletin plan ve uygulamaları ile bu yardımların amacına uygun dağıtımında esas rolü üstlenmesi zannımızca yararlı olacaktır. Yalnız bu seçenekte de Devlet, adil, eşitlik ilkesine uygun plan ve programlarla fakirlere ve muhtaçlara gerekli yardımları yapmalıdır.
Ancak, bu tür yardımların, beleşçiliği teşvik etmemesi de gerekir. Yani yardımlar, muhataplarını nasıl olsa yardımlar geliyor diye çalışmamaya teşvik veya sevk edici olmamalıdır. Bunun için, Devlet, yoksullukla mücadelede işsizliği giderecek istihdam sağlayacak yatırımları ihmal etmemelidir.
Dikkat :
1-) Bu makalenin, yasalara uygun şekilde kaynak gösterilip atıf yapılarak kullanılması hariç, rızamız ve iznimiz alınmadan başka yerlerde yayımlanamayacağını ve kullanılamayacağını hatırlatmak isteriz. Bu hususta Yasal Uyarı sayfasını da kontrol edebilirsiniz.
2-) Bu makaleye atıf yapılması halinde:
R. Cengiz Derdiman, “Siyasal rejimlerin işlerliğini sağlayacak faktörler”, Hukuki Yaklaşım Sitesi, ……………. Erişim Tarihi: ../../20..
Şeklinde kaynak gösterilmesi gerekmektedir.
3-) İznimiz ve rızamız alınması kaydıyla diğer kullanımlarda da mutlaka:
Kaynak: R. Cengiz Derdiman, “Siyasal rejimlerin işlerliğini sağlayacak faktörler”, Hukuki Yaklaşım Sitesi, ……………. Erişim Tarihi: ../../20..
Şeklinde kaynak gösterilmelidir.
Dipnotlar (Atıf ve açıklama notları)
* Prof. Dr. R. Cengiz Derdiman rderdiman@hukukiyaklasim.com (eser telif hakları dikkat başlığında belirtilmiştir)
[1] Gräwe, Lara F., Der Gemeinsame Ausschuss im verfassungsrechtlichen System der Gewaltenteilung, Duncker & Humblot GmbH, Berlin, 2023, s. 54.
[2] Bakınız: Derdiman, R. Cengiz, “Hükümet Sistemi Olarak Cumhurbaşkanlığı Sistemi”, Hukuki Yaklaşım Sitesi, https://www.hukukiyaklasim.com/makaleler/hukumet-sistemi-olarak-cumhurbaskanligi-sistemi/ erişim: 07.2024.
[3] Duverger, Maurice, Siyasal Rejimler, Türkçesi: Teoman Tunçdoğan, Sosyal Yayınları, İstanbul, 1986, s. 99.
[4] Aynı kanaat: Uçum, Mehmet, 15-16 Temmuz’dan Cumhurbaşkanlığı Sistemine Türkiye’nin Demokratik Birliği Mücadelesinde Yeni Aşama, Alfa Yayınları, İstanbul, 2018, s. 54.
[5] Mill, John Stuart, Demokratik Yönetim Üzerine Düşünceler, Çeviri: Özgüç Orhan Pinhan Yayınları, İstanbul 2017, s. 135, 136.
[6] Mill, 2017, s. 135, 136.
[7] Lord Acton “İktidar yozlaşma eğilimindedir. Mutlak İktidar mutlaka yozlaşır” demektedir. Nakleden: Uslu, Ferhat, Türkiye’de Hükümet Sistemi Tartışmaları ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminde Yasama ve Yürütme Organları Arasındaki İlişkiler, Filiz Kitabevi Yayını, İstanbul, 2022, s. 13; Derdiman, R. Cengiz, “Türklerde Devlet Anlayışı ve Hükümet Sistemi”, Hukuki Yaklaşım Sitesi, 23.05.2023, https://www.hukukiyaklasim.com/makaleler/turklerde-devlet-anlayisi-ve-hukumet-sistemi/#_ftn127 erişim: 08.03.2024
[8] Derdiman, R. Cengiz, Anayasa Hukuku, 3. Baskı, Aktüel Yayınları, Bursa, 2013, s. 68.
[9] Arslan, Ahmet, Felsefeye Giriş, 12. Baskı, Adres Yayınları, Ankara, 2009, s. 201.
[10] Dahl, A. Robert, Demokrasi Üzerine, Çeviren Betül Kadıoğlu, 6. Baskı, Phoenix Yayınları, Ankara, 2021, 86 ve devamı.
[11] von Mises, Ludwig, Kadiri Mutlak Devlet, Çeviren: Yusuf Şahin, Liberte Yayınları, Ankara, 2020, s. 70.
[12] Aristo’nun yönetimlerin yozlaşmalarına ilişkin görüşleri için bakınız örneğin: Sarıca, Murat, 100 Sorunda Siyasi Düşünce Tarihi, Gerçek Yayınları, İstanbul 1973, s. 31-33; Derdiman, Türklerde Devlet Anlayışı ve Hükümet Sistemi, 2023.
[13] Güneş, Turan, Parlamanter Rejimin Bugünkü Mânası ve İşleyişi, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayını, İstanbul, 1956, s. 5.
[14] Lipson, Leslie, Demokratik Uygarlık, Çevirenler: Haldun Gülalp-Türker Alkan, Türkiye İş Bankası Yayını, İstanbul, 1984, s. 413.
[15] Riescher., Gisela-Obrecht, Marcus-Haas, Tobias, Theorien der Vergleichenden Regierungslehre Eine Einführung, Oldenburg Verlag, München, 2011, s. 72.
[16] Kapani, Münci, Kamu Hürriyetleri, Yenilenmiş altıncı baskı, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi yayını no: 453, Ankara, 1981, s. 247.
[17] Benzer görüş: Smend, Rudolf, Staatsrechtliche Abhandlungen und andere Aufsätze, 4. Auflage,Duncker & Humblot GmbH, Berlin, 2010, s. 520.
[18] Leisner, Walter: Staat : Schriften zu Staatslehre und Staatsrecht 1957-1991, Hrsg. Von Josef Isensee, Duncker und Humblot, Berlin, 1994 s. 3; Derdiman, R. Cengiz, İdare Hukuku, 5. Baskı, Aktüel Yayınları, Bursa, 2015, s. 39. Benzer görüş: Bilgen, Pertev, İdare Hukuku Ders Notları İdari Yargıya Giriş, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Masa Üstü Yayıncılık Birimi, İstanbul, 1995, s. 23.
[19] Anayasa Mahkemesi (=AYM), Esas: 1963/173 Karar: 1965/40, 29.09.1965.
[20] Uludağ, Süleyman, İslâm-Siyaset İlişkileri, 3. Baskı, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2014, s. 128.
[21] Derdiman, Anayasa Hukuku, 2013, s. 41. Aynı yöndeki fikirler ve tanımlar: Çüçen, Abdulkadir, Felsefeye Giriş,Asa Kitabevi Yayını, Bursa, 2007, s. 312.
[22] Han, Byung-Chul, İktidar Nedir? İnsan Yayınları, İstanbul, 2020, s. 16.
[23] Vercors, Jean, Buller, İnsan ve İnsanlar, (çeviren: Erhat-Günyol, İstanbul, 1965, s. 28’den aktaran: Erem, Faruk, Türk Ceza Hukuku Cilt: 1 Genel Hükümler, 8. Baskı, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, Ankara, 1968, s. 297.
[24] Uludağ, İslâm-Siyaset İlişkileri, s. 128.
[25] Esas amacı özgürlükleri garanti etmek olan “kuvvetler ayrılığı”nı Okandan (R. Galip, “Âmme Hukukunda Kuvvetler Bölümü Meselesi”, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, cilt: 36, sayı: 2, yıl 1936, ss: 502-523, s. 521), “kamu hizmetlerinin yürütülmesinin sağlanması amacı”yla ilişkilendirmiştir. Bu görüşe ilişkin eleştiri ya da katkı için bakınız: Derdiman, R. Cengiz, “Cumhurbaşkanlığı Sistemine İlişkin Değerlendirmeler”, Hukuki Yaklaşım Sitesi, https://www.hukukiyaklasim.com/makaleler/cumhurbaskanligi-sistemine-iliskin-degerlendirmeler/ , erişim: 01.08.2024, dipnot: 96.
[26] Derdiman, Anayasa Hukuku, 2013, s. 79.
[27] Anayasacılık teorisi ve akımı hakkında geniş bilgi: Derdiman, R. Cengiz, “Anayasacılık mı Anayasalcılık mı?” Hukuki Yaklaşım Sitesi, 22.09.2018, https://www.hukukiyaklasim.com/makaleler/anayasacilik-mi-anayasalcilik-mi/, erişim: 07.04.2025
[28] Leisner, Walter, Gleichgewicht der Staats-Gewalten Wesen demokratischer Staatsmacht, Duncker & Humblot GmbH, Berlin, 2018, s. 31. “Hiçbir anayasa, yurttaşlarının başarı düzeylerinin üzerine çıkamaz. Hiçbir kurum, bir ulusu kendisinden kurtaramaz. Montesquieu’nun da belirttiği gibi, yasaların ruhu, hizmet ettikleri halkın karakterinden oluşur.” Lipson, s. 372.
[29] Derdiman, R. Cengiz, “Türkiye’de Benimsenecek Hükûmet Sistemi ve ‘Cumhurbaşkanlığı Hükûmeti’ni Tartışmak”, İstikrar ve Temsil Paradigmaları Çerçevesinde Başkanlık Sistemi ve Türkiye, editör: N. Talat Arslan, Alfa Aktüel Yayınları, Bursa, 2013, ss: 241-274, s. 266.
[30] Duverger, Maurice, Politikaya Giriş, Çeviren: Semih Tiryakioğlu, 2. Bası, Varlık yayınları, İstanbul, 1984, s. 157 ve devamı.
[31] Dahl, Demokrasi Üzerine, s. 65, 165.
[32] Aron, Raymond, Demokrasi ve Totalitarizm, Çeviren: Vahdi Atay, Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara, 1976, s. 170.
[33] Esposito, John L.-Voll, John O., İslâmiyet ve Demokrasi, Çeviren: Ahmet Fethi Köprü Yayınları, İstanbul, 2012, s. 56.
[34] Mouffe, Chantal, Dünyayı Politik Düşünmek Agonistik Siyaset Çeviren: Murat Bozluolcay İletişim Yayınları, İstanbul, 2015, s. 23.
[35] “Şûra” hakkında açıklamalar bu yazının ilerleyen kısımlarında ve evvelki yazılarımızda yer almaktadır. Bakınız aşağıda dipnot: 81, 199, 207, 362.
[36] Eren, Abdurrahman, Anayasa Hukuku Dersleri, 2. Baskı, Seçkin Yayınları, Ankara, 2020, s. 142.
[37] Kur’an’da belirtilmektedir ki: bir toplum kendini bozmadıkça Allah onları bozmaz (Ra’d, 13: 11, bakınız örneğin Karaman, Hayreddin-Özek, Ali- Dönmez, İbrahim Kâfi- Çağrıcı, Mustafa-Gümüş, Sadrettin-Turgut, Ali(Hazırlayanlar), Kur’an-ı Kerim Açıklamalı Meali, 5. Baskı, Türk Diyanet Vakfı Yayını, Ankara, 2024, s. 268). Ve ayrıca, haksızlık yapanlar ve keyfi davrananlar da birbirlerine dost olurlar (En’am, 6/129). Bunun doğal sonuçlarından birincisi: hukuksuz yaşayan toplumun adalet ve hakkaniyet gibi hasletlerini kaybetmesidir. Örneğin Konyalı Mehmet Vehbi Efendi (Hulasat’ül Beyan fi Tefsir’il Kur’an, 7. Cild, Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1968, s. 2616, 2617.), afiyet, refah, saadet, ferah, sıhhat, güzel davranış ve iyi ahlakı bu kapsamda görmüştür. İkincisi ise, toplumun nasıl ise o şekilde idareyle karşılaşmasıdır.
[38] Finlandiya’nın bağımız ve kalkınmış bir ülke olması yollarını anlatan meşhur bir çalışmada (Petrov, Grigoriy., Akzambaklar Ülkesi Finlandiya’da, Çeviren: Hasip Ahmet Aytuna, İnkılap ve Aka Yayınları, İstanbul, 1976, s. 36) da “her ulus lâyık olduğu devlet şekli ile ve hak ettiği yönetimle yönetilir” ifadesi yer almıştır.
[39] Bakınız: Gören Zafer, Anayasa Hukuku., Seçkin Yayınları, Ankara, 2006, s. 104; Derdiman, Anayasa Hukuku, 2013, s. 65, 66.
[40] Nitekim örneğin: Doğrul’a (Ömer Rıza, Tanrı Buyruğu (cilt: 1-2) Cilt: 2, Ahmet Halit Yaşaroğlu Matbaası, İstanbul, 1955, s. 756) göre: “Müslümanlık bu emirle ‘parlamenter devlet’ esasını koymuş bulunuyor.”
[41] Danışma(=meşveret) sonucunda varılan kararların uygulayıcılar/yöneticiler için bağlayıcı olup olmadıkları tartışmalıdır. (Bakınız: 35 ve 81. dipnotlar). Örneğin, Doğrul (Cilt: 2, s. 756) da, devlet işlerini “görüşmek ve ‘kararlaştırma’”ya vurgu yapmaktadır. Böylece de bir anlamda ve zımnen, “kararlaştırma” bağlamında çıkan kararın bağlayıcılığına işaret etmiş olmaktadır. Muhalif fikirlere değer vermekle ilgili olarak ayrıca bakınız: dipnot 66.
[42] Scheuner, Ulrich, Staatstheorie und Staatsrecht Gesammelte Schriften, Herausgegeben von Joseph Listi und Wolfgang Rüfner, Duncker & Humblot, Berlin, 1978, s. 271.
[43] Bakınız: Nie, Norman H.- Verba Sidney, Siyasal Katılma Kamuoyu ve Oy Verme Davranışı, Çevirenler: İlter Turan-Tuncer Karamustafaoğlu, Siyasi İlimler Türk Derneği Yayını, Ankara, 1989, s. 7.
[44] Aynı kanaat: Eroğul, Cem, Devlet Yönetimine Katılma Hakkı, İmge Yayınları, Ankara, 1991, s. 262.Bir kısım yazarlar katılımın etkinliği bakımından demokraside eksiklikler olduğunu belirtmişlerdir. Örneğin von Hayek (Friedrich A., “Demokrasi ve Demarşi”, Çeviren: Engin Hepaksaz, Yeni Bir Siyasal Sistem Arayışı Demokrasi, Poliarşi ve Demarşi, Editör: Coşkun Can Aktan, Çizgi yayınları, Konya, 2005, s.199 ve devamı.), sınırsız demokrasinin yerini “sınırlı demokrasi” olarak “demarşi”nin aldığını belirtmektedir. Yani bu, halkı yönetime daha fazla ve gerektiği derecede katmayı öngörmektedir. Bu katılım, yasamanın demokraside kendi adına hareket edebileceği eleştirilerine de çözüm olmaktadır. Çünkü böyle bir katılım yasamanın, halkın dilek ve isteklerin nazara almadan yetki kullanmasını da sınırlayabilecektir.
Burada kastedilen “katılım”, örneğin siyasal ilgisizlik, bilgisizlik, unutkanlık ve “çoğunluk despotizmi”nden arınmış bir “katılım”dır. Buna, seçkinlerin, zenginlerin veya siyasal partilerin parti içi demokrasiyi dışlayıcı yapılanmalarından doğacak sakıncaları da ekleyebiliriz. (Aktan /yazar ve editör/, s. 193-196.)
İşte “yasamanın sınırlanması” ancak bunlardan arın(dırıl)mış ve “siyasal bilinci” yüksek toplumun katılımıyla anlamlı olacaktır. Yoksa, demokrasi daha farklı bir şekilde antidemokratik rejime dönüşebilecektir. Dahl da (Robert A., Demokrasi ve Eleştirileri, Çeviren: Levent Köker, Yetkin Yayınları, Ankara, 1993, s. 288), “adil bir temsil”in katılımla olabileceğini belirtir. Bunun etkili olması da tam bir ifade hürriyeti ile farklı kaynaklara erişebilmeye bağlıdır. (Dahl, Demokrasi ve Eleştirileri, s. 296, 297). Kaldı ki, bu yöndeki değerlendirmeleri, AYM’nin (Bireysel Başvuru: 2018/19950, 13/9/2022., § 25) kararında da görmek mümkündür.
[45] Güçlü ve istikrarlı demokrasiler, “makûl kamusal müzakere ve karar alma yeteneği olan bir kamu [kurar].” (Barber, Benjamin, Güçlü Demokrasi, Çeviren: Mehmet Beşikçi, Ayrıntı yayınları, İstanbul, 1995, s. 177). İstikrarlı demokrasiler “çatışmaları kabul eder, fakat eninde sonunda, [şartlara] uydurmak ya da en aza indirmekten çok onu dönüştürür.” (Aynı eser, s. 180). Bundan başka, “katılımcı özyasama süreci, karşılıklı dinleme sanatını destekleyerek uyuşmazlık siyasetini dengelemeye çabalar.” (Aynı eser, s. 222). Buradaki “dönüşüm”ü, herkesi, az ya da çok memnuniyet duyabilecekleri “ortak iyide uzlaştırma” çabaları olarak görmeliyiz.
[46] Barber (s. 183’de), bu tespitine, John Dewey’in demokrasi tarifine ilişkin alıntısında yer vermiştir. Bu anlamda, “Demokratik Yorgunluk Sendromu”nun (Van Reybrouck., David, Demokrasi Krizi, Çeviren: Yusuf Sami Kamadan, Albaraka Yayını, İstanbul, 2022, s. 35.) müzakere ve katılım olmaksızın, sadece seçimlerle giderilemeyeceğini (Van Reybrouck, s. 105 ve devamı) belirtmeliyiz.
[47] Akad, Mehmet-Vural Dinçkol, Bihterin/Vural Dinçkol, Genel Kamu Hukuku, 3. Baskı Der Yayınları, İstanbul, 2004, s. 390.
[48] Topçu, Nurettin, İradenin Davası Devlet ve Demokrasi, 2. Baskı, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2004, s. 53.
[49] Benzer görüş: Kapani, Münci, Politika Bilimine Giriş, 19. Basım, Bilgi Yayınevi Yayını, Ankara, 2007, s. 153, 154. “Şeffaflık ve hesap verilebilirlik demokratik toplum düzeninin gereklerindendir. Demokrasinin sağlıklı işleyişi kamu makamlarının sadece yasama ve yargı organları tarafından değil aynı zamanda siyasi partiler, sivil toplum örgütleri ve basın gibi demokratik toplumun vazgeçilmez unsurları tarafından da denetlenmesine bağlıdır.” Keskinsoy, Ömer- Demir, Hande Seher- Kaya, Semih Batur,“İfade Özgürlüğü Ekseninde Anayasa Mahkemesinin Hukuku Değiştirme Sorunu” Erzincan Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, (ERÜHFD), cilt:15, sayı: 1, yıl: 2020, ss: 139-190, s. 141.
[50] Hatta insanlar bu katılımı, “daha iyi yönetil(ebil)mek” için idrak edecekleri bir yükümlülük olarak görmelidirler. Yazıcıoğlu’nun (Recep, Bu sistem Değişmeli Alternatif bir Yaklaşım, Birey Yayıncılık, İstanbul, 1995, s. 168), yönetime katılmaya ne kadar önem verdiği: “yönetime katılmayan yurttaş sorumluluğa da katılmamakta bu beleşçi yaklaşım ‘nemelazımcılığa’ dönüşmektedir. ‘Bana ne’ diyen bir yurttaş yurttaşlıktan istifa etmiştir.” şeklindeki ifadeleriyle ortaya çıkmaktadır. (Aynı yönde bakınız: Yazıcıoğlu, Bu sistem Değişmeli…, s. 98).
[51] Aynı kanaat: Karaçor, İnsana Yön Veren Değerler, 3. Baskı, Beyan Yayınları, İstanbul, 2015, s. 83. Yazar burada, dayanak olarak, Kur’an’ın (Âli İmran/3:66) “hiç bilginiz olmayan şey hakkında niçin tartışıyorsunuz?” şeklindeki ayetine de atıf yapmaktadır.
[52] Kur’an, Mü’minun/23:3, Yazır, Muhtasar Hak Dini Kur’an Dili, 3. Baskı, Hazırlayan: Ertuğrul Özalp, İşaret Yayınları, İstanbul, 2013, s. 714; Doğrul, cilt: 2, s. 552. Ayrıca bakınız: Kavurmacı, Mürşid, Hayatın Pusulası, Cinius Yayınları, İstanbul, 2018, 143.
[53] Örneğin “hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Karaman ve diğerleri, Kur’an-ı Kerim Açıklamalı Meali, s. 509); “Aklınızı kullan[mayı öğren]meniz için Allah size mesajlarını böyle açıklıyor.” (Kur’an, Bakara/2: 242, Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı, Meâl-Tefsir, 9. Baskı, Çevirenler: Cahit Koytak-Ahmet Ertürk, İşaret Yayınları, İstanbul 2015, s. 124) “O [yani Allah] akıllarını kullanmayanları murdar(inkarcı) kılar.” (Kur’an, Yunus/10:100, Karaman ve diğerleri, Kur’an-ı Kerim Açıklamalı Meali, s. 235); “Allah katında canlıların en kötüsü düşünemeyen sağır ve dilsizlerdir.” Kur’an, Enfal/8: 22, Karaman ve diğerleri, Kur’an-ı Kerim Açıklamalı Meali, s. 192) demektedir.
Yine Kur’an’ın (Müzemmil/73: 4’e ilişkili olarak vahyi anlaya anlaya okumak öğrenp hayata taşımak gerektiğine işaret etmektedir. (Okuyan, s. 1412, dipnot: 3). Bu ayeti “Asla [taklitçi olmayın], sık sık bilime danışın” (Selçuk, Sami, Duruşma/Tartışma, İmge Kitabevi Yayını, Ankara, 2025, s. 32) şeklinde ifade etmeyi, Kur’an’daki {örneğin: Bakara/2:120, (Karaman ve diğerleri, Kur’an-ı Kerim Açıklamalı Meali, s. 21) gibi} bir kısım ayetlerin, bu kutsal Kitabımızı “ilim” olarak anlatması gerekçesine bağlayabiliriz.
Aklı kullanarak bir karara varmak, aşağıda (örneğin: 207, 331, 341, 344. dipnotlarda) da değindiğimiz gibi, araştırmayı ve bilgi sahibi olmayı gerektirmektedir. Bu arada bilgi ve araştırma da akılla bulunacaktır. Yani araştırılacak konuda nereye ve hangi kaynaklara başvurmak gerektiğini de akılla belirlemek mümkündür. Yukarıdaki bilgileri bu kapsamı yönünden de görmek gerekir.
[54] Benzer görüş: Tunaya, Tarık Zafer, Siyasal Kurumlar ve Anayasa Hukuku, Çağdaş Matbaacılık ve Yayıncılık, İstanbul, 2000, s. 59.
[55] Dolayısıyla hukuka aykırı usûller -sorumluluk doğurur ve suç teşkil ederler. Ve bu sebeple de- hiçbir şekilde ve hiçbir zaman kabul edilemezler. (Ayrıca bakınız: Derdiman, R. Cengiz, “Anayasal Gelişimde Hükümet Sistemleri”, Hukuki Yaklaşım Sitesi, 30.07.2024,https://www.hukukiyaklasim.com/makaleler/anayasal-gelisimde-hukumet-sistemleri/ erişim: 30.07.2024, dipnot: 200, bilhassa paragraf 2).
[56] Kipke, Roland Jeder Zählt Was Demokratie ist und was sie sein soll, J.B. Metzler Verlag, Stuttgart, 2018, s. 103
[57] Carl Schmitt, Die geistegeschichtliche Lage des heutigen Parlamentarismus, achte Auflage, Duncker &Humbolt GmbH, Berlin, 1996, s. 43. Özgür basının olmadığı yerde, serbest ve dürüst seçimleri düşünmek mümkün değildir. Konunun gazetecilere yüklediği sorumluluk ise, bunların tarafsız ve özgür olmalarıdır. Çünkü demokrasiler, sorumluluğunun bilincinde olan, menfaat için bir tarafa yönelmeyen gazetecilerle/basınla anlamlı olur. (Benzer görüşler: Avcı, engin, Başkanlık Sistemi, Yason Yayınları, Bil Ofset Baskı, Ankara, 2015, s. 155, 156).
[58] Thukydides (l.Ö. 460-399), Thukydides Tarihi II, 34 – 46, nakleden: Şenel, Alaaddin, Siyasal Düşünceler Tarihi, 4. Baskı, Bilim Sanat Yayını, Ankara, 1995, s. 139.
[59] Benzer görüş: Ladwig, Bernd,“Menschenwürde als Grund der Menschenrechte?”, (Zeitschrift für politische Theorie=) ZPTh Jg. 1. Heft 1/2010, S. 51–69, s. 51.
[60] Özdenören, Rasim, Yeni Dünya Düzeninin Sefaleti, İz Yayınları, 5. Baskı, İstanbul, 2013, s. 200.
[61] Kısakürek, Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü, 18. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2010, s. 49. Çünkü batı, Cemil Meriç’e göre, “bir kültür sefaleti içinde[dir]. [Bu] bir zevk ve hareket çılgınlığı[dır]. [Öyle ki, Batı] insan haysiyetini, yani düşünceyi temelinden yıkan bir çılgınlık [içindedir].” Meriç, Cemil, Umrandan Uygarlığa, 7. Baskı, İletişim yayınları, İstanbul, 2002, s.117.
[62] Çünkü “irfan, insanı insan yapan vasıfların bütünü. Yani hem ilim, hem iman, hem edeb.” Meriç, Cemil, Kültürden İrfana, İletişim Yayınları, İstanbul, 2013, s. 33. Batı medeniyetinin dayanağı kuvvet, amacı menfaat, düsturu çatışma, kitlelere empozesi ırk ve unsur ayrımcılığıdır. Bunlar ise, hakka tecavüzdür; çatışmadır, çekişmedir; sömürgeciliktir. İslami medeniyet ise, hak, fazilet, muhabbet, vahdet(=birlik), yakınlık ve insaniyettir. Nursi, Said, İlk Eserler, RNK Yayınları, İstanbul, 2012, s. 223, 224.
[63] Derdiman, R. Cengiz, “Kamu Yönetiminde Polis-Halk İlişkileri ve İşbirliği” Türk İdare Dergisi, yıl: 68 (Eylül 1996) sayı: 412, s. 133, 134. Derdiman, R. Cengiz, “Toplumsal Etkileşim-Kamu Düzeni İlişkisi Açısından Polis Hizmetlerinde Toplum Desteği ve İlişkisi” U.Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl: 7, Sayı: 10, 2006/1, s. 33. Ayrıca bakınız: Tortop, Nuri, Halkla İlişkiler, İlk-San Matbaası, Ankara, 1986, s. 9, 39; Erdağ, Erdoğan, Polis Halk İlişkilerinde Sorunlar ve Çözüm Önerileri,Türk İdare Dergisi, yıl: 72, sayı:428, Eylül 2000, s. 179.
[64] İbrahim Feridun, Polis Efendilere Mahsus Terbiye ve Malumatı Meslekiye, Yayına Hazırlayanlar: Muhittin Karakaya-Veysel K. Bilgiç, Polis Akademisi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2010, s. 49.
[65] Benzer görüş: Tortop, s. 95.
[66] Örneğin Gazali, siyasal rejimlerin adil bir şekilde işleyişini önemsemektedir. Bunun için de yöneticilerin kendilerini muhalefetin yerine koyarak davranmalarını tavsiye etmektedir. Taplamacıoğlu, Mehmet, “Bazı İslâm bilginlerinin toplum görüşleri”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, yıl: 1964, Cilt: 12, s. 91. Aynı konu için bu yazıya Yetkin (Çetin, Adalet Hiç Var Olmadı, Pankuş Yayınları, İstanbul, 2023, s. 120) de atıf yapmıştır.
[67] Bahçeli, Devlet, “Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Grup Toplantısı”, Bengü Türk Televizyonu 05.11.2024, saat: 10.53 (Erişim: 05.11.2024).
[68] Fikir hürriyetinin farklı tanımı için bakınız örneğin: Teziç, Erdoğan, “Türkiye’de Siyasal Düşünce ve Örgütlenme Özgürlüğü”, Anayasa. Yargısı Dergisi, Cilt 7, 1990, ss: 29-46, s. 33.
[69] Tanör, Bülent, Siyasi Düşünce Hürriyeti ve 1961 Anayasası, Öncü Kitapevi Yayını, İstanbul, 1969, s. 15, 16. Kuzu, Burhan, “Af Müessesesi ve Düşünceyi Açıklama Özgürlüğü”, Anayasa Yargısı, yıl: 2001/17 sayı: 1, ss:, 254-297, s. 259. ABD Yüksek Mahkemesi de verdiği bir kararda aynı hususlar dile getirilmiştir. (Bakınız: Tanör, Siyasi Düşünce Hürriyeti…, s. 15).
[70] Aynı tespit ve tavsiye için bakınız örneğin: İbnu’l-Mukaffa, İslâm Siyaset Üslubu, Çeviren: Vecdi Akyüz, 3. Baskı, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2018, s. 56.
[71] AYM, esas: 2021/22 karar: 2022/6, 26/01/2022, § 15.
[72] AYM 2. Bölüm, Bireysel Başvuru: 2014/3986, 02.04.2014 §38.
[73] Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Handyside/United Kingdom, Appl. No: 5493/72, 07.12.1976, § 49.
[74] Karaçor, Bayram, Barışa Yön Veren Değerler, Beyan Yayınları,İstanbul, 2017, s. 93
[75] Cüceloğlu, Doğan, Korku Kültürü Niçin ‘Mış Gibi’ Yaşıyoruz?, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2008, s. 170.
[76] Karaçor, Barışa Yön Veren Değerler, s. 93
[77] Meriç, Cemil, Sosyoloji Notları ve Konferanslar, Yayına Hazırlayan: Ümit Meriç Yazan 5. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999, s. 289.
[78] Başgil, Ali Fuat, İlmin Işığında Günün Meseleleri, 2. Baskı, Derleyenler: İsmail Dayı-Ali Hatipoğlu, Yağmur Yayınları, İstanbul, 2006, s. 255. (Aynı söz Başgil’e atıfla yer aldığı diğer yazı: Akyol, Taha, “Müslümanların zihniyet sorunu”, Karar Gazetesi, 09.03.2025, https://www.karar.com, erişim: 14.03.2025).
[79] Bu konuda daha kapsamlı bilgi: Derdiman, R. Cengiz, “Türklerde Devlet Anlayışı ve Hükümet Sistemi, 2023, 3. Başlık. Bir de eklemek gerekir ki: Toplumda yöneticilerin, değil denetlenebilir, ulaşılır bile olmayışları toplum için zararlara sebebiyet verir. Bu durum, yönetime güvensizlik de doğurur. Örneğin Hz. Ömer yöneticilerinin halktan uzak kalmalarını doğru bulmamış ve buna meydan vermemiştir. Yöneticilerin halka samimi ve şefkatli davranmaları da bu kapsamda gerekli olmaktadır. Bakınız: Eş-Şankıtî, Muhammed Muhtar, İslâm Medeniyetinde Anayasal Kriz, Çeviren: Muhammet Çelik, 2. Baskı, Mana Yayınları, İstanbul, 2021, s. 211- 215, 217, 218.
[80] Karaçor, Bayram, İnsana Yön Veren Değerler, s.87.
[81] Danışmak İslami prensipler içinde yer alan, İslam anayasacılık akımının gereklerinden birisi olarak görülmektedir. İslâm prensiplerine göre işleyen “şûra”nın kararlarının bağlayıcı olup olmadığı tartışmalıdır. Örneğin, bir görüş (Eş-Şankıtî, s. 483) danışmanın bağlayıcı olup olmayacağını kanunun belirlemesi gerektiğini belirtmiştir. Başka bir görüş (Haşimi, Ali, Kur’an ve Sünnete Göre Müslüman Toplumu, çeviri: Beşir Eryarsoy, Risale Yayınları, İstanbul, 2005, s. 67) de uygulamanın usulünü İslam’ın insanlara bıraktığını belirtmiştir. Ancak bu dipnotta atıf yaptığımız makalemizde de belirttiğimiz gibi (ve ayrıca bakınız: Eryarsoy, Beşir, İslâm Devlet Yapısı, İşaret Yayınları, İstanbul, 1988, s.215), meclisin aldığı kararın bağlayıcı olduğu fikri ağır basmaktadır. Bu mecliste devletin vatandaşı olduklarından dolayı gayrımüslimler de temsil edilebilecekleri fikirleri de ileri sürülmüştür. Bakınız: Derdiman, “Türklerde Devlet Anlayışı ve Hükümet Sistemi”, 2023, (“3.2.” ve “3.3.” nolu başlıklar); El-Kardavi, Yusuf, İslâm’da Devlet Mefhumu, Çeviren: Hüsamettin Cemal, Nida Yayınları, İstanbul, 2013, s. 208, 218.
Sonuçta: konuya ilişkin olarak, müşaverede “dinleyip sözün güzeline uymak” (Kur’an, Zümer/39: 18) toplumun ve meclisin en doğru seçenekte birleşmesini gerektirmektedir. (Derdiman, “Türklerde Devlet Anlayışı ve Hükümet Sistemi 2023).
[82] Nitekim Hadis de: “Hak nerede ise sen de onunla beraber orada bulun[.] Ondan ayrılma sana şüphe veren şeylerin hakikatini aklınla temyiz et. Çünkü Cenabı Hak’kın senin aleyhine olan hücceti sendedir, kendindedir ve onun feyiz ve berekâtı da senin nezdindedir.” (Seyyid Bey, Hilafetin Kaldırılmasına İlişkin Konuşma, TBMM Zabıt Ceridesi, 2. Devre, 1. Yasama yılı, 2. Bileşim, 03.03.1340, 7. Cilt, https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d02/c007/tbmm02007002.pdf , s. 56, 57) buyurmaktadır.
[83] [Hz.] Ali’nin bu sözünü nakleden: Erdoğan, Mert Can, “Osmanlı Devlet Yönetiminde Akıl ve Meşveretin Yeri” ulakbilge, yıl: 2017, 5 (10), s.453-467, s. 461.
[84] Bu konuda geniş birli ve değerlendirmeleri için bakınız: Arendt, Hannah, Totalitarizm, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014, s. 157, 269.
[85] Marquardt, Bernhard, “Die DDR auf dem Weg vom totalitären zum autoritären Staat?”, Totalitarismus, Hrsg: Konrad Löw, 2. Auflage, Duncker und Humblot, Belin, 1993, s. 127.
[86] Zeydan, Abdulkerim, İslâm Hukukuna Giriş, Genel Hükümler ve Müesseseleri, çeviren: Ali Şafak, Sırdaş Yayınevi yayını, İstanbul, 1976, s. 100.
[87] Erdoğan, Osmanlı Devlet Yönetiminde Akıl ve Meşveretin Yeri, s. 460. Aynı eserin (s. 464) belirttiği ve önceki yazımızda (Derdiman, “Türklerde Devlet Anlayışı ve Hükümet Sistemi, 2023) vurguladığımız gibi; Osmanlı’da da kararlara esas teşkil edecek idari, örfi, şeri, mali ve diğer meseleler, Divanlarda görüşülür konun uzmanlarına da danışılırdı. Burada eklemek gerekirse; “özellikle divan toplantılarında idari, örfi, şeri, mali ve diğer meseleler konunun uzmanlarına danışılarak, karara bağlanırdı … Görüşülecek konu taraflardan birisini ilgilendirmese ve konu hakkında söyleyecek sözü olmasa bile bu denge gözetilirdi.” Erdoğan, “Osmanlı Devlet Yönetiminde Akıl ve Meşveretin Yeri” s. 464. Bu konuda ayrıca bakınız: Derdiman, “Türklerde Devlet Anlayışı ve Hükümet Sistemi 2023.
[88] Benzer görüş: Tortop, s. 136.
[89] Bakınız aşağıdaki dipnot 612. Demokrasilerde çoğunluğun fikirlerinin etkili olabilmesinin getirdiği sakıncaları İslamdaki Şura prensibi ve usulünün önlediği; çünkü Şura’nın azınlıktaki fikirlere de değer verdiği görüşü (Haşimi, s. 69, 70) bir değerlendirme ve tartışma açısından burada zikretmek yerinde olacaktır.
[90] Bakınız: Derdiman, Anayasa Hukuku, 2013, s. 74, 75. Anayasal perspektifte çoğunluğun istibdadı, azınlık hakları ve özellikle muhalefet hakkının saygı görmediği hallerde ortaya çıkmış olmaktadır. (Sartori Giovanni, The Theory of Democracy Revisited Part one: The Contenporary Debate, Chatham House Publishers, Inc., Chatham, New Jersey, 1987, p. 133).
[91] Tabakoğlu, Ahmet, “İslam İktisadı”na Giriş, 2. Baskı, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2008, s. 59. Mecellenin genel zararı defetmekte özel zarar tercih olunur anlamındaki kaidesinin benzer yorumu: Yıldırım, Mustafa, Mecellenin Külli Kaideleri, İzmir İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İzmir, 2009, s. 88, 89.
[92] Bireylerin birbirleri ile çatışan, dolayısıyla birisinin hakkını kullanmasının diğerinin hakkını aynı ölçüde kullan(a)mayacak olmasına bağlı her bir somut durum için, bu haklardan kullanılacak olanı belirlemek; diğerini ise zımnen yok saymak gerekeceğini bir kısım usûller çerçevesinde tespit edebilmekteyiz.
[93] Derdiman, Parlamenter Sisteme Dönüş İsabetli midir? Hukuki Yaklaşım Sitesi, https://www.hukukiyaklasim.com/makaleler/parlamenter-sisteme-donus-isabetli-midir/ erişim: 07.2024, dipnot: 114. “Adaleti Mahza” ve “adaleti izafiye” deyimlerini kullanan Nursi’nin (Bediüzzaman Said, Mektubat, Envar neşriyat İstanbul, 1995, s. 53, 54) ortaya attığı teori, bu yöndedir. Nursi’ye göre, bir kimsenin hakkını toplum(≈kamu) yararına feda etmek uygun da değildir; mümkün de değildir. Bu, tanım ve kapsam olarak, “adaleti mahza”dır. Ancak, kişisel yararlarla toplumsal yararların (-biri sözkonusuysa diğerinin işlevsizleşeceği şekilde) çatıştığı hallerde ise, kişisel menfaatler, toplum(≈kamu) yararına; ama mecburiyet ölçüsünün geçmemek kaydıyla feda edilebilecektir. Nursi buna da “adaleti izafiye” demiştir.
Bu anlamda; “adaleti mahza” dediğimiz (kişisel menfaatleri gözeterek adalet tesis edici) seçenek mümkünken, kişisel menfaatlerin toplumsal menfaatlere feda ederek ölçüyü aşmak kabul edilemez bir adaletsizlik olacaktır. (Mürsel, Safa, Bediüzzaman Said Nursî ve Devlet Felsefesi, 3. Baskı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1980, s. 531, 532; “Adalet-i izafiye için ayet ve hadis var mı?” Sorularla İslamiyet, https://sorularlaislamiyet.com/adalet-i-izafiye-icin-ayet-ve-hadis-var-mi erişim: 20.04.2024).
Ancak, burada “muhakkak yarardan varsayılan, soyut zararı defetmek için vazgeçilemeyeceği” düsturunu (Nursi, İlk Eserler, s. 224) da nazara almak gerekecektir.
Aslında anayasa teorisinde, bu yazıda bahsettiğimiz “ortak iyi”ye yöneltilen, felsefi ve somut güçlükleri (bakınız: Dahl, Demokrasi ve Eleştirileri, s. 357 ve devamı.) de böylece yani bu usûllerle aşmak mümkün olabilecektir.
[94] “Atatürk’ün el Yazıları,” Atatürkçülük, 1. Cilt, s. 622, 623, nakleden: Bozdağ, İsmet, Atatürk’ün Evrensel Boyutları, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını, Ankara, 1988, s. 66.
[95] “Kamu yararının kişi yararına göre çok daha fazla ağırlığı bulunduğu” şeklinde görüş ve karar: AYM, Esas: 1979/2, Karar: 1979/31, 21.06.1979.
[96] Evet, çoğunluktaki görüşler, azınlıkta kalan görüşleri de nazara alarak sonuç oluşturabilmelidirler. (Kamm, Christina, EMRK und Gewaltenteilung, Duncker & Humblot GmbH, Berlin, 2023, s. 65). Şurası da var ki: demokrasilerde azınlığın hukukunu ve statüsünü gözetmek, çoğunluk gücünü o oranda kaybettirecektir. Dolayısıyla, demokrasi, azınlığa çoğunluğun kararlarına etkili olabilme yollarını da açmakta ve göstermektedir. (Kelsen, Hans., Vom Wesen und Wert der Demokratie, Verlag von J. C. B. Mohr Paul Siebeck, Tübingen, 1920, s. 8-10, 36, 37; Kelsen, Hans, Demokrasi: Doğası ve Değeri, Çeviren: Yasin Uysal, Dost Yayınları, Ankara, 2019, s. 57, 58).
[97] Benzer görüş: Nursi, İlk Eserler, s. 15. Çünkü kendine veya başkasına zarar verecek şekilde davranmak, hürriyeti istismar veya kötüye kullanmaktır. Demokrasilerde böyle bir davranışı kabul etmek isabetli olamaz. (Bu konudaki tartışmalar ve değerlendirmeler için bakınız: Kapani, Kamu Hürriyetleri, s. 217-221; Hakyemez, Yusuf Şevki, Militan Demokrasi Anlayışı ve 1982 Anayasası, Doktora Tezi., Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 1999, s. 31-42 ve burada atıf yapılan kaynaklar). Anayasanın demokratik rejimin kalıcılığını ve güvenliğini sağlamadığı hiçbir devlet düzeni ve yönetim biçimi olamaz. (Aynı kanaat örneğin: Schnelle, Eva Marie, Freiheitsmissbrauch und Grundrechtsverwirkung, Duncker & Humblot GmbH, Berlin, 2014, s. 36). Nihayetinde, “Batı toplumları bile özgürlüklerin kötüye kullanılmaması için gerekli sınırlamaları benimsedikleri[ni söyleyebiliriz]”. (Soysal Mümtaz, 100 Soruda Anayasanın Anlamı, 6. Baskı, Gerçek Yayınları, İstanbul, 1986, s.103).
1982 Anayasamızda temel hakların kötüye kullanılmasını yasaklayan özel bir düzenlemenin (14. Madde olarak) yer almasının arkasında, 1961 Anayasa döneminde demokrasilerde hakları kötüye kullanma hakkı olup olmadığına dair süregelen tartışmaların olduğu da unutulmamalıdır. (Derdiman, Anayasa Hukuku, 2013, s. 172. Ayrıca bakınız: Özbudun, Ergun, Türk Anayasa Hukuku, 18. Baskı, Yetkin Yayınları, Ankara, 2018, s. 119, 120).
[98] Aynı kanaat: Gallwas, Hans-Ullrıch, Der Mißbrauch von Grundrechten, Duncker & Humblot Verlag, Berlin 1967, s. 32.
[99] AYM, 2. Bölüm, B. Başvuru: 2016/1314, 04/07/2019
[100] Tschentscher, Exel, Examenskurs Grundrechte: Skript, Fragen, Fälle und Lösungen Jurisprudentia Verlag, Würzburg, 2002, s. 62
[101] Konuya ilişkin kapsamlı inceleme için bakınız örneğin: Yılmaz Coşkun, Sibel, Anayasal Hakların Çatışması, Doktora Tezi, Bursa Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku Anabilim Dalı Anayasa Hukuku Bilim Dalı, Bursa, 2022, s. 224 ve devamı.
Mecelle’nin bir kısım kaideleri, bu çatışmaları çözmede anahtar mahiyeti taşımaktadır. Örneğin: “Zaruretler memnû’ olan şeyleri mubah kılar.” (Madde: 21); “Zarar-ı âmmı def’ için zarâr-ı hâs ihtiyâr olunur.” (Madde: 27); “Zarar-ı eşedd zarar-ı ehaff ile izâle olunur.” (Madde: 27); “İki fesad teâruz ettikde ehaffı irtikâb ile a’zamının çaresine bakılır.” (Madde: 28); “Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur.” (Madde: 29); “Def-i mefâsid celb-i menâfi’den evlâdır.” (Madde: 30). Bakınız: Bakkal, Ali, “Bediüzzaman Said Nursî’ye Göre Hukukta Adalet Çeşitleri”, Katre: Uluslararası Araştırma Dergisi, Yıl: 2018, sayı: 5 s. 24, 25.
[102] Örneğin, emsâl bir karara göre: “somut olaydaki olgular itibariyle koruma altına alınmış bulunan bu iki değerden birinin diğerine üstün tutulması gerektiği anlaşılacaktır. Bunun sonucunda da, daha az üstün olan yarar, daha çok üstün tutulması gereken yarar karşısında, o olayda ve o an için hukuk düzenince korumasız kalmasının uygunluğu kabul edilecektir.” Yargıtay 4. Hukuk Dairesi Esas: 2002/2861 Karar: 2002/3814, 28.03.2002. Aynı yönde: Yargıtay 4. Hukuk Dairesi Esas: 2013/7425 Karar: 2014/3799, 06.03.2014.
[103] Oybirliği usûlünün genellikle, az sayıdaki kişiler arasında sözkonusu olabileceği malûmdur. Geruschkat, Heiko, Zur Okonomie politischer Systeme, Peter Lang GmbH Internationaler Verlag der Wissenschaften Frankfurt am Main 2010, s. 87, 88.
[104] Derdiman, R. Cengiz, Anayasa Hukukunun Genel Esasları ve Türk Anayasa Düzeni, Alfa-Aktüel yayınları Bursa, 2006, s. 117.
[105] Epiktetüs’ün deyimiyle; “hiç kimse bizden hür irademizi söküp alamaz.” Ebenstein, William, Siyasi Felsefenin Büyük Düşünürleri, Türkçesi: İsmet Özel, Şule Yayınları, İstanbul 2005, s. 74.
[106] Ringen, Stein, Demokrasi Ne İşe Yarar, Özgürlük ve Ahlaki Yönetim Üzerine, Çeviren: Nurettin El Hüseyni, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2010, s. 306.
[107] Aksi görüş: Geruschkat, s. 88.
[108] Kur’an, Zümer/39: 18, bakınız örneğin: Doğrul, Cilt: 2, s. 720.
[109] Mouffe (Chantal, Demokratik Paradoks, 2. Baskı, tercüme: A Cevdet Aşkın, Epos Yayınları, Ankara, 2001, s. 44, 45), demokrasilerde uzlaşının olamayacağını, aksi halin çoğulculuğu kaldıracağını söylemektedir. Ancak, kendisi de farklı fikirlerin olduğu rasyonel tartışmaya dayalı uzlaşmacılığı kabul etmektedir. (s.46). Kaldı ki çıkar temelli demokrasi yerine adalet ve ahlaki yurttaşlık üzerine kurulan demokrasiye vurgu yapar. (s. 56, 57). Yazarın bu vurguları hak ve yükümlülükleri dağıtımında “müzakereciliğin” gerekliliğine zımnen işaret etmektedir. (s. 58, 59).
Sonuçta Habermas ve diğerlerinin öncelediği “müzakere” ve “karar alma usûlü”nün çoğulculuğu olumsuzlayacak tarafını göremiyoruz. Çok partili siyasal hayat, kuvvetler ayrılığı ve Anayasaya uygunluğun yargısal denetimi, hep birer çoğulculuk araçlarıdır. Bu kurumsal düzenlemeler alınacak kararların adalet ve hakkaniyete uygunluğunu temin edebilecek işlevler görebilmektedirler. Burada özellikle belirtmek gerekir ki: bir konuda karar için, farklı fikirlerin ileri sürülebilmesi şarttır. Farklı fikirlerin ileri sürülebilmesi ise başlıbaşına çoğulcu siyasal rejimlerin gereklerindendirler.
[110] Zeydan, s. 86.
[111] El-Kardavi, s. 213, 214; Özdenören, Yeni Dünya Düzeninin Sefaleti, s. 32. “İslâm’ın bütün tâbîlerine emrettiği sosyal, siyasi ve ahlâkî kontrol (emr-i bi’l-ma’rûf, nehy-i ani’l-münker) vazifesi, devleti idare edenlerin de fertler tarafından kontrol edilmesini ihtivâ etmektedir. Buna göre her ferd, devletin ve diğer ferdlerin tasarruflarının hukuka uyup uymadığını kontrol etmek, uygun hâle getirmekle yükümlüdür. Buna, başkandan en küçük memura kadar hiçbir kimsenin itiraz hakkı mevcut değildir. Keza hiçbir yönetici ve memurun, hukuka aykırı davranış bakımından imtiyazı ve dokunulmazlığı yoktur.” Karaman, Hayrettin, “İslâm’da Hukuk Devleti Kavramı”, https://www.hayrettinkaraman.net/kitap/meseleler/0877.htm, erişim: 04.12.2023.
“Emr-i bi’l maruf nehy-i ani’l-münker”, iyiyi yapmak kötüyü yasaklamak demektir.El Kardavi’nin (s. 212), İslâm açısından yaptığı değerlendirmeye göre de: “Millet emr-i bi’l maruf nehy-i ani’l-münker vazifesini yapmadığı zaman ayrıcalığını ve en hayırlı ümmet olma özelliğini kaybeder.” Elie Wiesel’in: “Adaletsizliği engelleyecek gücünüzün olmadığı zamanlar olabilir, ama itiraz etmeyi beceremediğiniz bir zaman asla olmamalı.” (https://x.com/avmbalci/status/1770123004569174350 ,erişim: 29.05.2024) şeklindeki sözü de bu konunun bir anlamda teyidi olsa gerektir.
[112] “İhtiyaçların zaruret menzilesine tenzil olunacağı” yönündeki Mecelle (madde: 32) hükmü/kaidesi de bunu göstermektedir. Ayrıca, Mecellenin zorda kalma halinin başkalarının haklarını kaldırmayacağı (madde: 33) hükmü/kaidesi, sınırlamanın mecburiyete ve bununla ölçülü olmasını öngören bir yorum da içermektedir. Çünkü zararları imkân ölçüsünde gidermek, öncelikle zarar vermemeyi; şayet varsa veya oluşmuş ya da oluşacak zararı mümkün olduğunca en aza indirmeyi içermektedir. (Bakınız: Mecelle, madde: 31). Eğer aksini düşünecek olursak, zararı bir hak gibi görmüş oluruz ki; bu, hükümlerin/kaidelerin mantığına aykırıdır. Gerçi eserlerde ve şerhlerde bu kuralların bizim baktığımız yönde yorumuna rastlamamaktayız. (Örneğin: Ali Haydar Efendi, Durerü’l Hükkam Şerhu Mecelleti’l Ahkam: cilt: 1, İkinci baskı, Çevirenler: Raşit Gündoğdu-Osman Erdem, İstanbul, 2017, s. 89 ve devamı.; Yıldırım, s. 96-101). Ama bizce, külli(≈temel) kaideleri, hukuk düzenine olabildiğince uygun kapsamlarını nazara alarak yorumlamak da gerekir.
[113] Derdiman, Anayasa Hukuku, 2013, s. 30, 76. Yalnız burada kastettiğimiz “çoğunluğun kayıtlanması”, yönetme değil, vereceği kararlarında sözkonusudur. Benzer değerlendirmeler için bakınız: Sartori Giovanni, The Theory of Democracy Revisited Part one: The Contenporary Debate, Chatham House Publishers, Inc., Chatham, New Jersey, 1987, p. 132.
[114] Benzer görüş, örneğin: Reysuni, Ahmet, İslam Hukuk Felsefesine Giriş, Çeviren: Sefa Atik, Pınar Yayınları, İstanbul, 2019, s. 47, 48.
[115] Benzer görüş: Rinderle, Peter, Demokratie, Walter de Gruyter GmbH, Berlin/Boston, 2015, s. 88. Nitekim Hamilton da azınlığın çoğunluk tarafından ezilmemesi için gücün çoğunluğa ve azınlığa dağıtılmasını öne sürmüştür. (Sartori, p. 133).
Bu arada, sözünü ettiğimiz “makas aralığı” azınlıkta kalanların hakların ve insani şekilde yaşamalarını sağlayacak asgari değerleri garanti etmelidir. Dolayısıyla alınacak kararlarda, Sartori’nin (s. 144-148, 151, 225-227) dile getirdiği “tercih, azınlık veya çoğunluk yoğunluğu”nun değil, belirttiğimiz “makas aralığı” önem arzetmiş olmaktadır. Hatta Dahl ve Mosca’nın azınlıkların etkinliği ya da iktidarı veya Michels’in “oligarşinin demir kanunu” gibi teorileri de etkisini böylece kaybetmiş olmaktadır. Bilhassa; hakkı, adaleti sağlamak hedefi ve katılımın etkinliği ve fazlalığı, sözünü ettiğimiz sakıncaları giderecektir. Bu doğrultuda uzlaşma tarafların anlaşarak belli bir konuda karara varmaları (Sartori, s. 228) değildir. Aksine, azınlıkta kalanların haklarına, riayeti içerecek makas aralığındaki bir noktada anlaşmaktır. İşte bu kapsamda en iyi ve en güzel kararları alabilmek de farklı fikirlerin çokluğu ve çeşitliliği olmalıdır. Tüm bu tespitler yukarıda dile getirilen yoğunlukların yerine yine yukarıda dile getirdiğimiz adalet, azınlık hakları gibi kavramları muteber kılmış olmaktadır.
[116] Işıktaç, Yasemin “Dikkat Cehalet Peçesinde Yırtık Var” Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arkivi, (HFSA) Kitap no: 24, Hazırlayanlar Hayrettin Ökçesiz-Gülriz Uygur-Saim Üye, İstanbul Barosu Yayınları İstanbul, 2012, s. 32. Kant’ın benzer yönlerdeki fikirlerine değini için bakınız: dipnot 136 ve 162 ve bunlara bağlı bilgiler.
[117] Rawls, John, Bir Adalet Teorisi, Çeviren: Vedat Ahsen Coşar, Phoenix Yayınları, Ankara, 2017, s. 138, 168.
[118] Rawls, s. 32.
[119] Demokrasilerde de çoğunluğun, kararlarında adaleti ve azınlığın haklarını gözetecek dengeyi aşmamaları gerekir. Çünkü demokrasi karar almaya ilişkin sorunlarını böylelikle aşabilecek ve değerini artırabilecektir. Burada en önemli husus, demokrasilerde adalet, hakkaniyet ve adaletin temel alınması gereğidir. Çünkü ideal demokrasiler çoğulculuğu benimserler ve bu ilkelere dayanan hukuk devletini esas almalıdır. Dolayısıyla halkın kendisiyle ilgili tüm kararları kendisinin alabilmesinde mutlak serbest olması bir bakıma demokrasinin bunalımıdır.
Demokrasinin, bu tür bir kısım çözümsüzlüklerini ve bunalımlarını (Prezeworski, Adam, Crises of Democracy, University Printing House, Cambridge 2019; Dahrendorf, Ralf, Demokrasinin Bunalımları, Çeviren: A. Emre Zeybekoğlu, İthaki Yayınları, İstanbul, 2015) aşmak; adalet, hakkaniyet, insaniyet ilke ve kuralları, değişmez idealler olarak görmesine bağlıdır. Çünkü insanların doğalarının kabulü olan bu hususlara fertler, devlet ve kanun uymalıdır (benzer görüş: Başgil, Ali Fuad, “Devlet Nizamı ve Hukuk Devletle Hukuk ve Hak ile Kanun arasındaki münasebete dair bir izah denemesi.”, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası,Yıl:1954 cilt: 19, sayı: 3-4, s. 582). Nitekim kanunların Anayasaya aykırı olmamaları gerektiği prensibi, demokrasilerde, adalet ve insaniyet prensiplerini düzenleyen Anayasaya aykırı kanun çıkarılamayacağını anlatır. Bu konuda en önemli teminat da “memleketin sosyal ve siyasal terbiye ahlaki vicdanıdır.” (Başgil, Ali Fuad, Hukukun Ana Mesele ve Müesseseleri, Yağmur Yayınevi yayını, İstanbul, 2008, s.127).
Hatta yeri gelmişken belirtmek gerekirse: demokrasi, bu yönü itibarıyla, kanaatimizce dini bakışla benzeş(tiril)ebilir. Çünkü örneğin İslâm da imanî hakikatler/akideler ve adalet anlayışı (İnayet, Hamit, Çağdaş İslami Siyasi Düşünce, Çeviren: Yusuf Ziya Cömert, Hece Yayınları, Ankara, 2008, s.196.) gibi değerlerin değişmezliği söz konusudur. İslâm’da bu kaideler dışında kalan hükümlerinin, bunlara aykırı olmamak kaydıyla örf ve zamanın değişen şartlarına uygun olarak yorumlayan içtihatlar geliştirmek mümkündür. (Benzer görüş: Reidegeld, Ahmad A. Handbuch Islam, 2. unveränderte Auflage, by Spohr Publishers Limited, Dali/Nikosia, 2008, s. 139, 140). Bu sebeplerle demokrasinin İslâm’la kıyaslanamayacağını söylemek (örneğin: Turner, Amédée-Tacchini, Davide, “Islam and Democracy – The Voice of Western Muslims”, Islam & Democracy Law, Gender and the West Eds: Barakat, Zeina M.- Münchow, Thies- Wüstenberg, Ralf K., by wbg (Wissenschaftliche Buchgesellschaft), Darmstadt 2022, s.140) kanaatimizce isabetli değildir.
Yine bu bağlamda İslâm’ın akletmeyi düşünmeyi işlevsizleştirdiğini (örneğin: Arsel, İlhan, “Asayiş – Anarşi – Despotizm veya İktidar ile Hürriyet Arası Denge.” Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, yıl: 1972, cilt: 29 sayı: 1-2, ss: 61-104, s. 70) ve/veya İslâmi değerlerin bir doğmalardan öteye geçmediğini (Zapf, Holger,. “Staat und Religion im islamischen politischen Denken.”, Staat und Religion Zentrale Positionen zu einer Schlüsselfrage des politischen Denkens, Hrsg:Oliver Hidalgo-Christian Polke, Springer Fachmedien Wiesbaden, 2017, s. 444) söylemek kanaatimizce isabetli değildir.
[120] Benzer görüş: Malkoç, Ali Rıza, Ayağa Kalk İnsanlık, Gülnar Yayınları, Ankara, 2023, s. 33.
[121] El-Kevakıbî, (Abdurrahman, Depotizmin Doğası Köleliğin İfşası İsti’bâttan İstibdada, Çeviren: Adem Yerinde, Mana Yayınları, İstanbul, 2018, s. 67’de) böyle bir durumu despotik yönetim olarak görmektedir.
[122] Safa (Peyami, “Sert ve Mutedil İnançlar”, Tercüman, 20.03.1959, nakleden: Kösoğlu, Nevzat, Peyami Bey, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2011, s. 458) “inkılâp adına, din adına, ilim adına fikir kılıcı çekenler, karşı tarafın da haklı olabileceği noktaları görmek istemeyen fikir yobazlarıdır.” Demiştir. Bu ifadeler, başkalarının fikirlerine değer vermeyenleri ağır bir şekilde eleştirmek anlamına gelmektedir.
[123] Despotik olmayan devlette kamu makamları, “kamu iyiliği”nin ve yararının hizmetkârıdırlar. (Esen, Bülent Nuri, Anayasa Hukuku, Genel Esaslar, Resimli Posta Matbaası, Ankara, 1963, s. 119). Dolayısıyla: “ayakta kalabilen her siyasi varlık [kamu hizmetlerini kamu yararına plânlamalıdır. Ve] üyelerinin çoğunluğu ile kabul edilen meşru kararlan alma[lıdır. Ayrıca, bu kapsamda] fayda ve sorumlulukları tahmin edilebilir bir şekilde dağıtmak zorundadır.” Tilly Charles, Demokrasi, 2. Baskı, Çeviren Ebru Arıcan, Phoenix Yayınevi yayını, Ankara, 2014, s. 59 ve ayrıca: s. 120. Bu noktada alınacak kararlar, “buna sebep olan etkenlere göre belirlenen amaca” en uygun karar olacaktır. (Benzer görüş: Schwarte, Ludger, Qualitäten der Freiheit Demokratie für Übermorgen, Felix Meiner Verlag, Hamburg, 2024, s. 206).
[124] J. Stuat Mill’in bu yöndeki görüşü için bakınız: Çelik, Fikret- Yahşi, Fevzi, “Modern Demokratik Toplum Tasavvurunun Oluşmasında, ‘Siyasal Kültür’ ve ‘Demokrasi Kültürü’ Olgularının Yeri”, International Journal of Academic Value Studies, yıl: 2016 / cilt: 2 sayı: 4: ss: 46-58, s. 54. Çağdaş demokrasilerde katılımcılığın üstünlüğüne inanç, toplumda geçerlilik ve yaygınlık kazanmış/kazanacak olduktan sonra, (bunu, yani) katılımı sınırlayıcı etkenlerin işlevsizleştirilmesini etkisiz kılabilir. (Kapani, Politika Bilimine Giriş, s. 154, 155).
[125] Bilenlerle bilmeyenlerin bir olamayacağı (Kur’an, Zümer/39: 9, bakınız örneğin: Şener, Abdulkadir-Sofuoğlu, Cemal-Yıldırım, Mustafa, Yüce Kur’an ve Açıklamalı-Yorumlu Meali, 4. Baskı,İzmir İlahiyat Vakfı Yayını, İzmir, 2014, s. 457), evrensel gerçekliktir. Bir hadis de (bakınız: Haşimi, s. 279), ilim tahsilinin, Müslüman için farz derecesinde bir yükümlülük olduğuna işaret etmektedir. Toplumun temelini düzenleyen konuları öğrenmek herkese farz iken, toplumsal ihtiyaçları giderecek konularda ilim tahsili, ilgililere, faaliyetleri yürüteceklere farzdır. (Haşimi, s. 283, 284). Birincisine “farzı ayn”, ikincisine de “farzı kifaye” denmektedir. İkincisinde, ilim öğrenme yükümlülüğü, ancak yeteri kadar yerine getiren olması kaydıyla diğerlerinin üzerinden düşer. Dolayısıyla toplumda herbir konuda yeteri kadar insan bilgi sahibi olmalı ve o konudaki toplumsal ihtiyaçları giderecek işleri yapmalıdır. Bu toplumsal işbirliği ve dayanışmayı sağlayan ve teşvik eden bir olgu ve çözümdür.
Kur’an, (Hicr/15: 75) tefsiri (örneğin: Esed, s. 636, dipnot: 54) da ilim tahsilini(≈öğrenmeyi), “bir konuda teferruatıyla araştırarak bilgi sahibi olmak” şeklinde görmüştür. Haliyle bu yükümlülük, yararlı bilgileri öğrenmek bakımından, konumuza ilişkin olarak bilme, öğrenme yükümlülüğünü de kapsamaktadır.
[126] Örneğin: Topçu, Nurettin, Sosyoloji, 2. Baskı, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2006, s. 100; Topçu, İradenin Davası Devlet ve Demokrasi, s. 120.
[127] Barber, s. 180; Görücü, Veysel, Türkiye’de Katılımcı Demokrasi, Doktora Tezi, Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Hukuk Anabilim Dalı Kamu Hukuku Bilim Dalı, Kırıkkale, 2019, s. 67, 68.
[128] Barber, s. 179, 226 ve devamı.
[129] Bakınız dipnot 39 ve buna bağlı bilgi).
[130] Derdiman, Anayasa Hukuku, 2013, s. 68, 69, 179. “Demokratik devlet, egemenliğin bir kişi, zümre veya sınıf tarafından, belli sınıflar yararına kullanılamadığı [rejimdir. Ve] serbest ve genel seçimin iktidara gelmede ve iktidardan ayrılmada tek yol olarak kabul edildiği ve iktidarın bütün millet yararına kullanıldığı [rejimdir]. kısacası, [bu rejim]demokrasi prensiplerinin hâkim olduğu bir idare biçimidir.” AYM, E.1963/173, K.1965/40, 26/09/1965.
[131] Derdiman, Anayasa Hukuku, 2013, s. 30, 76. Burada bir başka konuya dikkat çekmek yerindedir. Kanunları, çoğunluğun değil; Anayasanın ürettiğini (Troper, Michel, Hukuk Felsefesi, İkinci baskı, Çeviren: Işık Ergüden, Ankara 2019, s. 87) söyleyebiliriz. Bu görüş itibarıyla da çoğunluk kararlarının kaynağını, adalete uygun Anayasa oluşturmaktadır. Ve böylece, çoğunluğun azınlığa tahakkümü düşüncesini de Anayasa engellenmiş olmaktadır.
[132] Nitekim, adaleti zayıfların güçlüler karşısında, kendi haklarını korumak için buldukları (Göğer, Erdoğan, Hukuk Başlangıcı, 2. Baskı, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayını, Ankara, 1979, s. 44) görüşü, bu bakımdan dikkat çekicidir.
[133] Derdiman, Parlamenter Sisteme Dönüş İsabetli midir? 2024, dipnot: 114.
[134] Bu yöndeki görüş ve izahat için bakınız örneğin: Göze, Ayferi, Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, 5. Basım, Beta Yayınları, İstanbul, 1989, s.129.
[135] Nitekim, Kant (Immanuel, “Hukuk Nazariyesinin Metafizik Menşei” (çeviren: Nermin Abadan), Abadan, Yavuz, Devlet Felsefesi, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara, 1959, s. 391-393) da, kanunların “milletin müşterek iradesi”nin eseri olmasını, böyle bir sözleşme teorisine dayandırmaktadır.
[136] Sartori, Giovanni, Demokrasi Kuramı, Çeviren: Deniz Baykal, Siyasi İlimler Türk Derneği Yayın no: 23, Ankara, Tarihsiz, s. 100.
[137] Türk siyasal kültürünün “uzlaşma” usûl ve anlayışlarına yeterince açık olmadığı (örneğin: Atar, Yavuz-Çelik, Özlem, Türk Anayasa Hukuku, Editör: Yavuz Atar.,Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayınları, Eskişehir, 2018, s. 95; Güner Toprak, Başarabiliriz, Demokratik bir Anayasa Önerisi, Doğan Kitap Yayını, İstanbul, 2021, s. 279), genelde kabul görmektedir. (Ayrıca bakınız: Derdiman, Cumhurbaşkanlığı Sistemine İlişkin Değerlendirmeler., 2024. Ve ayrıca: Derdiman, “Anayasal Gelişimde Hükümet Sistemleri.”, 2024, dipnot: 177.
[138] Özçelik, A. Selçuk, Esas Teşkilât Hukuku Dersleri, 1. Cilt umumî esaslar, Nuri Osmaniye Matbaası, İstanbul, 1963, s. 109.
[139] Malkoç, Ali Rıza, Ayağa Kalk Adalet, Gülnar Yayınları, Ankara, 2023, s. 111.
[140] Bu bağlamda, demokrasilerde alınacak kararlara katkıda bulunacakların “başkalarını da kendileri kadar önemsemeleri gerekiyor.” Timuçin, Afşar, Demokrasi Bilinci, Bulut Yayınları, İstanbul, 2004, s. 6. Bir de: Hakikat olmayan, yani “batıl şeyleri tasvir, safi zihinleri idlâldir[≈haksızlığa yönetmektir].” Nursi, İlk eserler, s. 221.
[141] Benzer görüş: Özçelik, 107, 108. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, düşünceyi açıklama, haber ve bilgi alıp verme hakkının demokratik toplumda önemini yaklaşık konuyla ilgili tüm kararlarında garantiye almaktadır. Gözübüyük, A. Şeref-Gölcüklü, Feyyaz, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, 6. Bası, Turhan Kitabevi Yayını, Ankara, 2005, s. 358 ve devamı. “Bu yüzden özgür milletler ifade özgürlüğünü, basım ve telif özgürlüğünü sınırlamamışlardır. Sadece yalan ve iftirayı bunun dışında tutmuşlardır.” (El-Kevakıbi, s. 149). Biz, ifade hürriyetini sınırlayıcı faktörlere kişiliği aşağılamaya yönelik eylem ve işlemleri, özellikle de “hakaret”i eklemeliyiz.
[142] “Adalet ancak hakikatten, saadet ancak adaletten gelir.” Emile Zola https://x.com/istbarosu/status/1204832041470242820 , erişim: 31.05.2024.
[143] Aron, s. 160. “Oligarşi” egemenliğin kaynağına göre devlet şekillerinin bir türüdür. Görebildiğimiz kadarıyla ilk kez bizim ileri sürdüğümüz (Derdiman, Anayasa Hukukunun… (2006), s. 58, 61, 63) bu görüş (Derdiman, Anayasa Hukuku, 2013, s. 58, 61) yönünde ayrımlar, başka eserlerde de yer almıştır. Örneğin bakınız: Atay, Ender, Ethem, Anayasa Hukuku, Turhan Kitabevi Yayını, Ankara, 2022, s. 48.
[144] Ranciere, Jacques, Demokrasi Nefreti, çeviren: Utku Özmakas, İletişim Yayınları, İstanbul, 2015, s. 81.
[145] Aynı kanaat: Ranciere, s. 80
[146] Benzer görüş: Ranciere, s. 60 ve devamı.
[147] Derdiman, Cumhurbaşkanlığı sistemine ilişkin Değerlendirmeler, 2024. Benzer görüş, örneğin: Tokatlı, Mahir, “Ein als „Präsidialsystem“ verkleidetes (autokratisch-)parlamentarisches Regierungssystem: Die Präsidentschafts- und Parlamentswahlen in der Türkei vom 24. Juni 2018.”, Zeitschrift für Parlamentsfragen (ZParl), Heft 4/2019, ss: 791-809, s. 806; Çelik, Hüseyin, “Konstitutionelles Sultanat versus US amerikanisches Präsidialsystem”, Völkerrechtsblog, 28. April 2017 https://web.archive.org erişim: 15.06.2024, s. 3.
[148] Bulut, Tahsin, Nereden Nereye?!. AK Parti’nin İktidar Serüveni, Ekin Yayınları, Bursa, 2021, s. 377.
[149] Selçuk, Duruşma/Tartışma, s. 71.
[150] Göğer, s. 43.
[151] Von Hippel, Eike, Rechtspolitik Ziele . Akteure . Schwerpunkte, Duncker und Humblot, Berlin 1992, s.73.
[152] Sandel, J. Michael, Liberalizmin ve Adaletin Sınırları, Dost Kitabevi Yayını, Ankara, 2014, s. 36. Rawls’ın (s. 32) da dediği gibi, adaletsizlik ancak daha büyük adaletsizlikten kaçınmak için söz konusu olabilir. Rawls’a atıfla verilen aynı bilgi için baıkınız: Can, Nevzat, Siyaset Felsefesi Problemleri, Elis Yayınları, Ankara, 2005, s. 179.
[153] Fabreguettes, M. Polydore., Adalet Mantığı ve Hüküm verme Sanatı., (1945 tarihli) ilk baskının yeniden tıpkı basımı, Adalet Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2019, s. 9.
[154] “Adalet, dünyanın kendisiyle ayakta durduğu cana yakın bir dosttur.” İbn-i Haldun (Abdurrahman bin Muhammed bin Haldun Hadrami), Mukaddime Cilt: I, Çeviren: Halil Kendir, İmaj İç ve Dış Ticaret A.Ş. Baskısı, Ankara, 2004, s. 74. “Adalet devletin bekâsının, dünya ve ahiret şerefinin elde edilmesinin de temel ilkesidir.” İbn Cemaâ, Bedreddin, Adl’ e Boyun Eğmek Ehl-i İslâm’ın Yönetimi İçin Hükümler, Tercüme: Özgür Kavak, Klasik Yayınları, İstanbul, 2010, s. 28.
[155] Topçu Nurettin, Yarınki Türkiye, 5. Baskı, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1999, s. 199.
[156] Kafesoğlu, İbrahim, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri, 5. Baskı, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1995, s. 251.
[157] Çeçen, Anıl, Adalet Kavramı, 2. Baskı, Gündoğan Yayınları, Ankara, 1993, s. 19.
[158] Yetkin, s. 18.
[159] İbn-i Haldun, Mukaddime Cilt I, s. 73
[160] Hadduri, Macid, İslam’da Adalet Kavramı, 2. Baskı, Yöneliş Yayınları, İstanbul, 1999, s. 25.
[161] Del Vecciho, Giorgio, Hukuk Felsefesi Dersleri, Çeviren: Sahir Erman, Sermet Matbaası, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayını, İstanbul, 1952, s. 2.
[162] Kant, Immanuel, Politik Yazılar, Çeviren: Aydın Gelmez,Dipnot Yayınlan, İstanbul, 2022, s. 60, 61.
[163] Örneğin Kur’an, Nisa/4: 58’de (örneğin bakınız: Okuyan, Mehmet, Geniş Açıklama Kur’an Meal-Tefsir, Haliç Üniversitesi Yayını, İstanbul, 2022, s. 208) insanlar arasında adaletle hükmetmeyi emretmektedir. Yine Kur’an örneğin: Âli İmran/3: 18; Nisa/4: 135; En’am/6: 152; Nahl/16: 90; Sa’d/38: 22, 26.’da (bakınız örneğin: Karaman ve diğerleri, Kur’an-ı Kerim Açıklamalı meali, ayetlerin geçtiği sayfalar ve bu yazıda atıf yapılan diğer Kur’an meâlleri) doğruluğu ve adaleti “emretmek”tedir.
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin.” (Kur’an, Maide/5: 8, Karaman ve Diğerleri, Kur’an-ı Kerim Açıklamalı Meali, s. 117); “hislerinize uyup adaletten sapmayın” (Nisa/4: 135, Karaman ve Diğerler, Kur’an-ı Kerim Açıklamalı Meali, s. 108; Şener-Sofuoğlu-Yıldırım, s. 90); “ve eğer hüküm verirsen, aralarında adaletle hükmet. Allah adil olanları sever” (Kur’an Maide/5: 42, 49, Karaman ve Diğerler, Kur’an-ı Kerim Açıklamalı Meali, s. 125); ayetlerini de burada örnek ayrıca olarak mütehassısan zikrediliriz.
İslâm adaletsizliği bir anlamda fitne olarak görmüştür. Dolayısıyla İslâm, bu fitneye de karşı durulmasını istemiştir. (Örneğin: Kur’an, Bakara/2: 193; Enfal/8: 39, 73, Karaman ve Diğerler, Kur’an-ı Kerim Açıklamalı Meali, s. 194, 199). Ve adaletsizliği ve haksızlık karşısında doğruyu söylemeyi de cihad (Hadis, Tirmızî, Fiten, nakleden: Dini Kavramlar Sözlüğü, Hazırlayanlar: Fikret Karaman ve Diğerleri, Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara, 2009, s. 91) olarak tavsif etmiştir. Hatta doğru söz, ahde vefa ve akraba için bile olsa, sadece hakkı ve adaleti söylemek de (Kur’an, En’am/6:152, Şener-Sofuoğlu-Yıldırım, s. 148; Okuyan, s. 363, not: 2,4,5) önemli düsturlardandır.
İslâmî hakikatlere ve inanca göre (örneğin: Kur’an, Bakara/2: 75, 79, 208; Ali İmran/3: 19; Maide/5: 15) Kur’an’a ters düşen içerikleri itibarıyla asılları gizlenmiş ve tahrif edilmiş (örneğin: Yazır, Muhtasar, s. 331; Spinoza ve Hegel’in görüşleri, nakleden: Güler, İlhami, Sabit Din Dinamik Şeriat, Ankara Okulu Yayını, Ankara, 2012, s. 72, 73) olan İncil, Tevrat ve Zebur, adalet ve insaniyetin ulviliğine ilişkin ifadelere yer vermektedir. Örneğin: Del Vecciho’nun (s. 2) anlatımıyla, İncil bir ayetinde; “adalet uğruna takiplere maruz kalanların bahtiyar addedilm}eleri” gerektiğinibelirtmektedir. Kitabu Mukaddes (Kutsal Kitap Tevrat, Zebur, İncil, Ohan Matbaacılık LTD. Ş. – İstanbul, 2002, s. 96, 97, 1533 ve devamı): “Egemenliğinin asası adalet asasıdır.” (İbranilere mektup/1: 8) denmiştir. Keza, adaleti saptırmamak, yalan haber taşımamak, rüşvet almamak gibi emirlere yer vermektedir. (Adalet ve Doğruluk Kanunları/23: 1-13).
Dolayısıyla bunlar, tüm İlâhi ve beşeri kaynaklı birikimlerin adalete gösterdikleri hassasiyeti sübuta erdirmektedir.
[164] Türklerde de “egemenlik meşruiyetini adaletten alır.” (Kösoğlu, Nevzat, Türk Olmak ya da Olmamak, Milli Kültür, Mozaik Kültür ve Etnisite, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2007, s. 193). Ayrıca, geniş bilgi için bakınız örneğin: Niyazi, Mehmet, Türk Devlet Felsefesi, 3. Bası, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1999, s. 213 ve devamı.
[165] Danişmend, İsmail Hami, Garp Menbalarına Göre Türk Seciye ve Ahlakı., Fatih Yayınevi Matbaası, İstanbul, 1982, s. 35, 36; Hacıeminoğlu, Necmettin, “Aydın ile Halkın Mücadelesi” Töre Dergisi, Sayı: 36 (8), yıl: (4) Ocak 1972, s. 10; Kurtkan Bilgiseven, Âmiran, Türk Milletinin Manevi Değerleri, Orkun Yayınevi, İstanbul, 1984, s. 62 ve devamı.
[166] Nakleden: Şenermen, Sedat, İslam’da Adalet, Nergiz Yayınları, İstanbul, 2015. s. 17.
[167] Soydan, Mahmut, “Gâzi ve İnkılâp”, Milliyet, 10-11.01.1930, nakleden: Şenermen, 18.
[168] İnan, Afet, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, 7. Baskı, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara, 2023, s. 153.
[169] Ögel Bahattin (Hazırlayan), Türklerde Devlet Anlayışı (13. Yüzyıl Sonlarına Kadar), Başbakanlık Basımevi, Ankara, 1982, s. 111
[170] Ögel, s. 112, 113.
[171] Taşağıl, Ahmet, Türk Kağanlığı, Bilge Kültür Sanat Yayınları, İstanbul, 2022, s. 126.
[172] Bergson, Henri, “Etik ve Politika Dersleri”, Türkçe çeviri: Burag Garen Beşiktaşlıyan, Pinhan Yayınları, İstanbul, 2016, Ders: 14, (s. 171).
[173] Taharani, Mustafa Dilşad, Hukukun Korunması Nehcü’l-Belâğaya Göre Yaşam Tarzı, Çeviren: Ahmet Yeşil, Demavend yayınları, İstanbul, 2017, s. 73.
[174] Atatürk’ün 3. Yasama yılını açış konuşması, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, (cild: I), Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1997, s. 238.
[175] Karakoç, Sezai, Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı I, Diriliş Yayınları, 2010, s. 187, 188.
[176] Ebenstein, s. 126, 127. “Hukukun üstünlüğü[,] bireylerin kendi refahlarını -ve toplumun refahını- sürdürmelerini sağla[r. Bunun] için istikrarlı bir çerçeve oluşturarak kamu yararını gözetmiş olur.” Ingram, David Bruce, Hukuk Felsefesi, Çeviren: Ezgi Su Dağabak, FOL 29 Yayınları, Ankara, 2019, s. 60.
[177] Derdiman, R. Cengiz, Hukuk Başlangıcı, 5. Baskı, Aktüel Yayınları, Bursa, 2015, s. 30.
[178] Benzer görüş: Abadan, Yavuz, Hukuk Felsefesi Dersleri, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayını, Ankara, 1954, s. 98, 99, 108. Aynı hususlara atıf yapan diğer bir eser: Yetkin, s. 265 ve devamı.
[179] Karakoç, Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı I, s. 156.
[180] Taharani, s. 76.
[181] Arendt, s. 191.
[182] Taharani, s. 77.
[183] Rawls, s. 32. Adaletin sübjektif tarafı, kişinin fazileti olup (Göğer, s. 43), kişilerin kişisel kazanımları ve fedakarlıklarında da adil olmalarını gerektirir.
Aron’un (s. 169) belirttiğine göre fazilet: Montesquieu’nün yaşadığı dönemlerdeki adalet, eşitlik ve az’a kanaat getirmekti. Fakat, eski dönemlerdeki faziletle modern fazilet arasında benzerlik, Aron’a göre, kanunlara, hukuka saygıda buluşmaktadır. Ancak, bizce fazilet sadece kanunlara saygı değildir ve olamaz da. Zira aksi hal, fazileti haleti ruhiyesinden soyutlar ve soyutladığı oranda da pozitivist kılar. Bu doğrultuda, Atatürk’ün Cumhuriyeti ahlâki ve fazilete müstenid gördüğünü de hatırla(t)mak gerekir.
[184] Derdiman, R. Cengiz, “Cumhuriyet”, Hukuki Yaklaşım Sitesi, 2017, https://www.hukukiyaklasim.com/diger-icerikler/cumhuriyet-siiri/ erişim: 15.06.2024.
[185] Bu görüşümüz için bakınız: Derdiman, Anayasa Hukuku, 2013, s. 141, 142.
[186] Atatürk’ün Söylev ve Demeçlerinin Konular İndeksi 1999. (Haz: Mehmet Evsile), Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, s. 20.
[187] Karakoç’a (Sezai, İnsanlığın Dirilişi, 8. Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul, 2011, s. 68) göre: “Batı, giderek, başarıyı akıl yönünde gördü, [fazilette yani] erdemde değil. Bu yüzden, erdem unsurunu yavaş yavaş çıkardı eyleminden [ve dünyasından].”
[188] Örneğin Smith’e (Adam, Ahlaki Duygular Kuramı, Çeviren: Derman Kızılay, Pinhan Yayınları, İstanbul, 2018, s. 123) göre: “Yaşayacağımız felaketi ya da küçücük derdimizi bertaraf edebilmek için komşumuzu felakete sürüklememeliyiz.”
[189] Başgil, Ali Fuat, Esas Teşkilat Hukuku Birinci Cilt Türkiye’nin Siyasî Rejimi ve Anayasa Prensipleri, Fasikül I, Baha Matbaası, İstanbul, 1960, s. 218.
[190] Bu anlamda ahlâk, başkalarının menfaatlerine zarar verecek davranışlardan kaç(ın)maktır. Ve de kişilerin ve toplumun yararına olabilecek fedakarlıklara katlanabilmektir. (Safa, Peyami, Millet ve İnsan, Akbaba Yayını, İstanbul Halk Basımevi, İstanbul, 1943, s. 46, 47).
[191] Benzer görüş: Köktürk, Milay, Devlet ve Siyaset, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2017, s. 211.
[192] Kur’an, Âl-i İmran/3: 103-105; Enfal/8: 46, bakınız örneğin: Karaman ve Diğerleri, Kur’an-ı Kerim Açıklamalı Meali, s. 55, 195; Okuyan, s.151, 445; Yazır, Muhtasar, s. 254, 255. Yazır (Muhtasar, s.460’da, Enfal/8:46’ya) bozgunculuk ve nizalaşmanın kudret ve şevki ve dolayısıyla devleti güçsüzleştirebileceği şeklinde meal vermiştir.
[193] Kur’an, Mâide/5: 33; Enfâl/8: 25, 39, Bakınız örneğin: Karaman ve Diğerleri, Kur’an-ı Kerim Açıklamalı Meali, s. 122, 192, 194; Esed, s. 260, 403, 408; Okuyan, s. 269, 441.
[194] Kur’an, Hûd/11:84-86, Bakınız örneğin: Karaman ve Diğerleri, Kur’an-ı Kerim Açıklamalı Meali, s. 146; Esed, s. 543, Yazır, Muhtasar, s. 535.
[195] Kur’an, Nur/24:50’den (bakınız örneğin: Karaman ve Diğerleri, Kur’an-ı Kerim Açıklamalı Meali, s. 391; Çantay, Cilt: 2, s. 226; Doğrul, Cilt: 2, s. 572) haksızlığın, adaletsizliğin aynı zamanda “zulüm” olduğu anlaşılmaktadır.
[196] Kur’an, Şûra/42: 39, Bakınız örneğin: Doğrul, cilt: 2, s. 756; Karaman ve Diğerleri, Kur’an-ı Kerim Açıklamalı Meali, s. 537; Esed, s. 1163, 1164; Okuyan, s. 1169.
[197] Kur’an, örneğin Nisâ/4: 58, 135; Nahl/16: 90. Bir hadis, (haksızlığa uğramış bir) mazlumun bedduasından sakınmak gerektiğini buyurmaktadır. (Nakleden: Haşimi, s. 85).
[198] Kur’an, Nisâ/4: 58, Bakınız örneğin: Yazır, Muhtasar, s. 254; Karaman ve Diğerleri, Kur’an-ı Kerim Açıklamalı Meali, s. 94; Okuyan, s. 208.
[199] İsra/17: 37; Kasas/28: 76, 77; Lokman/31:18, bakınız örneğin: Yazır, Muhtasar, s. 624, 801, 828; Karaman ve Diğerleri, Kur’an-ı Kerim Açıklamalı Meali, s. 307, 434, 435, 453; Esed, s. 999; Okuyan, s. 946, 988; Özdemir, Gazi, Kur’an ve Son İslâm, 3. Baskı, Şira Yayınları, İstanbul, 2021, s. 147, 148.
[200] Kur’an, Nisa/4: 36; İsra/17:28; Asr/103: 3, Bakını örneğin: Yazır, Muhtasar, s. 290, 623, 1251; Karaman ve Diğerleri, Kur’an-ı Kerim Açıklamalı Meali, s. 91, 307, 700; Okuyan, s. 203, 682, 1527.
[201] Kur’an, Sâd/38: 26 (Rıza, Reşid, Hilâfet, En Büyük Önderlik, Mana Yayınları, Tercüme: Mehmet Çelen, İstanbul, 2020, s. 50). Kur’an, Muhammed/47: 14 (Şener-Sofuoğlu-Yıldırım, s. 507; Karaman ve Diğerleri, Kur’an-ı Kerim Açıklamalı Meali, s. 562).
[202] Kur’an, Şûra/42: 15, Bakınız örneğin: Yazır, Muhtasar, s. 954; Karaman ve Diğerleri, Kur’an-ı Kerim Açıklamalı Meali, s. 533, 534; Okuyan, s. 1163.
[203] Hz. Muhammed’in (a.s.) yöneticilerin yönettiklerinden sorumlu olduğu yönündeki hadisi için bakınız: Haşimi, s.154.
[204] Kur’an, Âl-i İmran/3: 159; Şura/42: 38, Bakınız örneğin: Okuyan, s. 168, 1169. Kur’an’a göre (İsrâ/17:36), kişiler bilmedikleri konuda görüş beyan etmemelidirler. [Belgesay, Mustafa Reşit, Kur’an Hükümleri ve Modern Hukuk, Fakülteler Matbaası, İstanbul, 1963, s. 78).
“Danışma” ile ilgili olarak bakınız: Hamidullah, Muhammed, “Hazreti Peygamber ve Hulefâ-i Raşidin Döneminde İslâm Devlet Başkanı”, çeviren: Abdülaziz Hatip, İslâm Anayasa Hukuku, Editör: Vecdi Akyüz, Beyan Yayınları, İstanbul, 1998, s. 162, 163; El Mübarek, Muhammed, İslâm Nizamı., Devlet ve Hükümet, Çeviri: Hüsamettin Cemal, Nida Yayınları, İstanbul, 2013, s. 47; Haşimi, s. 65. İslâm’ın yapılacak işlerle ilgili olarak “meşveret” yani “danışma” usûlünü emrettiğinin açıkça yer aldığı esere örnek: Sağlam, Hadi, “İslâm İdare Hukukunda Yönetim Şekli”, Universal Journal of Theology (UJTE), yıl: 2017, cilt: 2 sayı: 1, ss: 36-57, s. 39.
Bu arada; kişilerin kendilerine danışılmak için, akıllarını kullanmaları ve danışılan konuları bilmeleri, kendilerine bir vecibedir. İslam; 1. aklı kullanmamayı en kötü nitelik olarak görmüştür. (Kur’an, Enfal/8:22, Şener-Sofuoğlu-Yıldırım, s. 178). 2. Bilmeyi teşvik kapsamında evrenselliği kendinden menkul bir ilke (Derdiman, Hukuk Başlangıcı, s. 107) olarak “bilenle bilmeyenlerin bir olmayacağını” anlatmıştır. (Kur’an, Zümer/39: 9, bakınız örneğin: Şener-Sofuoğlu-Yıldırım, s. 457). 3. Ayrıca Kur’an’ın ayetinin (Bakara/2:31), bir yorumu: “insana konuşma, düşünme, öğrenme, öğretme, âlet yapma, geliştirme ve bilim yapma yeteneğinin verilmesi[ni] [içer]mektedir.” Şener-Sofuoğlu-Yıldırım, s. 5).
[205] Bakara/2:190, Doğrul, Cilt: 1, s. 69; Karaman ve Diğerleri, Kur’an-ı Kerim Açıklamalı Meali, s. 33.
[206] Arvasi, S. Ahmed, Türk-İslam Ülküsü, II, Bilgeoğuz Yayınları, İstanbul, 2009, s. 404.
[207] Örneğin Özel’e (Ahmet, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı Dârulislâm Dâruıharb, İz Yayınları, İstanbul, 1998, s. 47-49) göre Kur’an, (Nisa/4: 75; Enfal/8: 72; Hacc/22: 39, 40 ve Şura/42: 41,42) Müslümanlara, uğradıkları saldırılara karşı vatanlarını ve kendilerini savunma; bu saldırıya karşı koyma imkânı vermektedir.
[208] Okurer, Cahit, Milliyetçiliğimizin Temel Fikirleri, Dergâh Yayınları İstanbul, 2009, s. 219.
[209] Kaldı ki, Kur’an’ın Bakara/2: 190. Ayeti itibarıyla “Allah yolunda” yapılacak tüm “iyi niyetli girişim”ler ve “iyi işler” bu kapsama dahildir. (Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, cilt: 1, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Yayını İstanbul, 2021, s. 769; Hamidullah, Muhammed, Aziz, Kur’an Çeviri ve Açıklama, Beyan Yayınları, İstanbul, 2016, s. 34, not: 3, s. 38, not: 4). Bunun gibi, İslâm’ın kabul ettiği ahlâkî ilkeler (Esed, s. 104) de vatan savunmasını haklı kılmaktadır.
[210] Namık Kemal, “Vatan”, İbret, No. 121, 22 Mart 1873, nakleden: Özön, Mustafa Nihat, Namık Kemal ve İbret Gazetesi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1938, s. 264.
[211] Namık Kemal, “Vatan”, İbret, No. 121, 22 Mart 1873, nakleden: Özön, s. 265.
[212] Kafesoğlu, İbrahim, Türkler ve Medeniyet, Hamle Basın Yayın Dağıtım, İstanbul, 1995, s. 60.
[213] Not etmek gerekir ki; örneğin: Nazım Hikmet’in şiirinde (“Kuvayı Milliye”, https://siir.gen.tr/siir/n/nazim_hikmet/kuvayi_milliye.htm erişim: 02.06.2024) “bu Memleket bizim.”; Ozan Arif’in şiirinde ise “bu memleket bizim; bu vatan bizim” mısraları (“Bu vatan bizim.”, https://www.milliyet.com.tr/siirler/bu-vatan-bizim-siiri-ozan-arif-6481282. erişim: 02.06.2024) yer almaktadır.
[214] Merhum Mustafa Kafalı’nın, “Türk, saadeti devlette buluyor. Devletin bütünlüğünü, devamlılığını kabul ediyor.” görüşünü (Meriç, Cemil, Sosyoloji Notları ve Konferanslar, s. 370) burada mütehassısan(≈özellikle) anmak gerekmektedir.
[215] “Müslüman-Türk Milleti, ‘İstiklâl Savaşı’nı yaparken, emperyalizmin sosyal, kültürel, ekonomik, politik ve askerî bütün izlerini, mukaddes vatanından silip atmayı düşünüyordu.” Arvasi, Türk-İslam Ülküsü, II, s. 352. Vatan ve millet aşkını Allah aşkına bağlayan (Kurtkan, Âmiran, Sosyolojik Açıdan Tasavvuf ve Laiklik, Kutsun Kitabevi, İstanbul, 1977, 216, dipnot: 117), anlayışa da burada değinmek gerekir.
[216] Cabiri, Muhammed Âbid, İslâm’da Siyasal Akıl, Çeviren: Vecdi Akyüz, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 1997, s. 701. Örneğin İslâm’da Cuma namazının kılınmasının en önemli şartlarından birisi özgür olmaktır. Çünkü kölelere bu namaz farz değildir. (Örneğin: Es-Sagırci, Esad Muhammed Said, Delilleriyle Hanefi Fıkhı, Çevirenler: Halil Aldemir-Savaş Kocabaş- Soner Duman, Karınca&Polen Yayınları, İstanbul, 2009, s. 278.
Fikrimizce, sadece özgür, bağımsız ve güvenli bir ülkede özgürlükten ve güvenlikten söz etmek mümkündür. Vatanı olmayanın özgürlüğü de güvenliği de olamaz. Nitekim Kösoğlu (Türk Olmak ya da Olmamak, s. 197) da bu konuda, “Müslümanlığın devletsiz yaşanamayacağı inancı yaygındır. Egemenlik ve bağımsızlığın olmadığı yerde Cuma namazı kılınamayacağı ilkesi de bu anlayışın yansımasıdır”, demiştir.
[217] Benzer görüş: Kafesoğlu, İbrahim-Saray, Mehmet, Atatürk İlkeleri ve Dayandığı Tarihi Temeller, Genişletilmiş yeni baskı, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayını, İstanbul, 1998, s. 78,79.
[218] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (I-III), II, s. 96.
[219] Benzer görüş ve değerlendirmeler için bakınız: Tütengil, Cavit Orhan, Atatürk’ü Anlamak ve Tamamlamak, Varlık Yayınları, İstanbul, Kasım, 1975, s. 138, 139.
[220] “Benim naçiz vücudum birgün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır. Ve Türk milleti emniyet ve saadetini zâmin prensiplerle medeniyet yolunda, tereddütsüz yürümeğe devam edecektir.” Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri.I-III, (cilt: III), s. 259.
[221] Danişmend, İsmail Hami, Tarihi Hakikatler, Bilgeoğuz Yayınları, İstanbul, 2015, s. 241.
[222] Bunu Mehmet Akif (Ersoy), 30 Muharrem 1331 yani: 09.01.1913’de yazdığı şiirinde: ne güzel ifade etmiş: “Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez; /Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.” Ersoy, Mehmet Akif, Safahat, Hazırlayan: Ertuğrul Düzdağ, Türkiye Diyanet Vakfı Yayını, Ankara, 2008, s. 162.
[223] Nazım Hikmet’in de bir vesile ile söylediği “Görüşlerimiz ayrı olsa bil, sonunda ne yapar yapar anlaşırız, sıkılmış bir yumruk gibi oluruz. Türklük için, Türk vatanı için.” Karaveli, Orhan, Tanıdığım Nazım Hikmet, Pergamon yayını, 1.basım, s. 247, nakleden: Öztürk, Zerrin, “Nâzım Hikmet’te millî bilinç” Teori, https://www.teoridergisi.com/nazim-hikmette-milli-bilinc#_ftn28 erişim 02.06.2024) sözleri, burada zikredilmelidir.
[224] Bu anlamda Türk milliyetçiliğine esas olmak üzere başta özetlemek gerekirse: Atatürk milliyetçiliği; “akılcı, çağdaş, medeni, ileriye dönük, demokratik, toplayıcı, birleştirici, yüceltici, insani ve barışçı [bir milliyetçiliktir]. (Feyzioğlu, s. 381; Özbudun, Ergun, Türk Anayasa Hukuku, 18. Baskı, Yetkin Yayınları, Ankara, 2018, s. 76; Özer, Attila, Türk Anayasa Hukuku, Türklerin Devlet Anlayışı ve Anayasal Yapılanma, Turhan Kitabevi, Ankara, 2012, s. 119). Atatürk milliyetçiliği din ve mezhep ayrımcılığını da reddeder; eşit vatandaşlık esasını kabul eder. (Benzer görüş: Yesevi, Çağla Gül, Türk Milliyetçiliği, Doğuşu Yükselişi Siyasal Yansımalar, Kripto yayınları, Ankara, 2018, s. 176). Dolayısıyla, laik, hürriyetçi ve demokratik Cumhuriyetçi bir milli bir devlet kurarak çağdaşlaşmayı hedeflemektedir. (Benzer görüş: Kili, Suna, Atatürk Devrimi Bir Çağdaşlaşma Modeli, 8. Baskı, Türkiye İş Bankası Yayını, İstanbul, 2003, s. 262)..
Kodaman’dan (Bayram, Cumhuriyetin Tarihi ve Fikri Temelleri ve Atatürk, Alter Yayıncılık Yayını, Ankara, 2005, s. 152 ve devamı), esinlenerek diyebiliriz ki: çağdaşlaşma, toplumun; mazisinden kopmadan, taklitden kaçınarak, maddi ve manevi değerlerini yaşatarak bir refah düzeyine erişmesidir.
“Türk Milliyetçiliği” ve “Atatürk Milliyetçiliği”nin deyim olarak ortaya çıkışları ve Anayasalarımızda yer alışları şöyledir: 1924 Anayasamızda (madde: 2) “Milliyetçilik” 1961 Anayasamızda ise (başlangıç, paragraf: 3) “Türk Milliyetçiliği” ve (madde: 2) “Milli devlet” gibi kavramlar yer almıştı. Halihazırdaki 1982 Anayasamızda (madde: 2) ise bu deyim, “Atatürk Milliyetçiliği” olarak yer almıştır. Ancak, “Atatürk Milliyetçiliği”yle “Türk Milliyetçiliği” arasında fark yoktur. (Aynı kanat: Dal, Kemal, Esas Teşkilat Hukuku, Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu Basımevi, Ankara, 1984, s.135). Atatürk Milliyetçiliği deyimi ilk kez 12 Mart Muhtırasından sonra, Marksist ihtilal girişimlerine karşı Devlet büyükleri tarafından ortaya atılmıştır. (Güngör, Erol, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, 8. Basım, Ötüken Yayınları, İstanbul 1990, s. 20).
[225] Geniş açıklamalar için bakınız örneğin: Arsal, Sadri Maksudi, Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları, 4. Baskı, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1979, s. 191, 192; Derdiman, Anayasa Hukuku s. 173 ve devamı; Başgil, Esas Teşkilat Hukuku Birinci Cilt Türkiye’nin Siyasî Rejimi ve Anayasa Prensipleri, s. 147 ve devamı.
[226] Arvasi, S. Ahmed, Türk-İslâm Ülküsü, cilt: 1, Burak Yayınevi, İstanbul, 1994, s. 207.
[227] Hacıeminoğlu, Necmettin, Türkçenin Karanlık Günleri, İrfan Yayınları, İstanbul, 1977, s. 7.
[228] “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz: Cumhuriyetimizin mesnedi Türk camiasıdır. Bu camianın efradı ne kadar Türk harsiyle meşbu[=dolu] olursa o camiaya istinat eden cumhuriyet de kuvvetli olur.” Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, (cilt: III), s. 118. Millet gerçeği varoldukça milliyet duygusu da var olacaktır. Dolayısıyla, bu yeni ve batıyla bağlı değil daha evvelden mevcut insani ve tarihi gerçekliktir. (Kösoğlu, Nevzat, Milliyetçilikte Yeni Arayışlar Yahya Kemal, Ötüken Yayınları İstanbul, 2009, s.13-15).
[229] Herkesin kendi mesleğinde çalışması ve yükselmesi görüşü: Atsız, Hüseyin Nihal, Türk Ülküsü, 18. Baskı, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2017, s. 90. Bu anlamda Atatürk, yüksek ahlâkı “vatan için gayret etmek” olarak görmektedir.Güner Toprak, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem, Demokrasi Fırsatı, Doğan Kitap Yayını, İstanbul, 2022, s. 47.
[230] Atsız, s. 101.
[231] “Vakaa, bize milliyetperver derler. Fakat biz öyle milliyetperveranız ki, bizimle teşriki mesai eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların bütün milliyetlerinin icabatını tanırız.” Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, s. 102.
[232] (Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, 16. Basım, Ötüken Yayınları, İstanbul 2004, s. 80’e atıfla:) Derdiman, R. Cengiz, Anayasa Hukuku, 2. Baskı, Aktüel Yayınları, Bursa, 2011, s. 54. “Bir milletin yaşama gücü onun kültüründe çok sağlam dayanakların bulunmasıyla mümkündür.” Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, 1990, s. 78.“Devlet onların [yani insanlarnın] kültür kıymetlerini korumakla görevliydi.” Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, 1990, s. 79.
[233] Geniş açıklamalar için bakınız örneğin: Arsal, Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları, s. 191, 192.
[234] Karaca’nın (Kurt, Milliyetçi Türkiye, Çınar Yayınları, İstanbul, 1970’e atıfla:) Işınsu, Emine, “Selâm”, Devlet, sayı: 87, 30.11.1970, s. 2.
[235] Karaca, Kurt, Milliyetçi Türkiye, Milliyetçi Toplumcu Düzen, Genişletilmiş 6. Baskı, Çınar Yayınları, Ankara, 1972., s. 15, 16, 24, 57, 58, 60.
[236] Güngör, Erol, “Halkçılığın Sosyal Temelleri Üzerine Düşünceler”, Töre, Mayıs/Haziran 1971 Sayı: 29, s. 2. Kaldı ki bir topluluğun millet olması için doğal olarak, “hürriyete(=istiklale, bağımsızlığa)” de sahip olması gerekir. (Benzer görüş: Feyzioğlu, Turhan, “Atatürk ve Milliyetçilik” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, yıl: 1985 sayı: 1 s. 383).
[237] (Güngör, Erol, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, 2004 s. 98’e atıfla:) Derdiman, Anayasa Hukuku, 2013, s. 173. Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, 1990, s. 60, 192.
[238] Aynı kanaat: Mehmet İzzet, Milliyet Nazariyeleri ve Milli Hayat, 4. Baskı, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2018, s. 100. Benzer görüş: Roger, Antoine Milliyetçilik Kuramları Çeviren: Aziz Ufuk Kılıç, Versus Yayınları, İstanbul, 2008, s. 163.
[239] Karaca’ya (Milliyetçi Türkiye, 1970) göre: “Millî demokrasi, Türk Milletinin bütün fertlerinin kendini ilgilendiren kültür, ekonomi ve siyaset alanında alınacak kararlara katılması demektir.” Işınsu, s. 2.
Türk milliyetçiliği Milli birlik ve beraberliği esas alır; benimser ve öngörür. Bu, herşeyden önce devletin, kamusal makamların ve milletle, bir bütün oluşturmasını gerektirir. (Benzer görüş, bakınız: Yeniçeri, Özcan, Bağımlılık Paradigmaları ve Türk Milliyetçiliği, Kripto Yayınları, Ankara, 2011, s. 188, 361).
[240] Karaca, Milliyetçi Türkiye, 1972, s. 20. Dolayısıyla milleti çeşitli faktörler oluştursa da milleti oluşturan esas unsurun kan bağı olduğu düşüncesini (Meinecke,Von Friedrich, Weltbürgertum und Nationalstaat, 7. Auflage, Verlag von R. Oldenbourg., München und Berlin, 1928, s. 1, 2) temkinle karşılamak gerekir.
[241] (Güngör, Erol, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, 2004 s. 54’e atıfla:) Derdiman, Anayasa Hukuku, 2013, s. 173. Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, 1990, s. 60, 61, 193; Karaca, Milliyetçi Türkiye, 1972, s. 59.
[242] Nursi, Said, Mektubat, s. 322-324.
[243] Nursi, Mektubat, s. 322-324. Bu anlamdaki milliyetçilik sonuçta “mutedil[≈aşırı olmayan, dengeli] milliyetçilik”tir. (Arsel, İlhan, Türk Anayasa Hukukunun Umumi Esasları, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayını, Ankara, 1965, s. 160).
[244] Yılmaz, Halil-Derdiman, R. Cengiz, “1982 Anayasasında ve 2011 Seçim Beyannamelerinde “Güvenlik”, Polis Bilimleri Dergisi, 14 (1) 2012, ss.1-31, s. 20; BBP (Büyük Birlik Partisi) Seçim Beyannamesi, http://www.bbp.org.tr/depo/bbp_be yanname.pdf, (E.T. 03.08.2011) s. 20. Aynı kanaati destekleyen farklı örnekler için bakınız: Kösoğlu, Türk Olmak ya da Olmamak, s. 16, 17. Ayrıca dipnot: 283.
[245] AYM Esas: 1993/3 (Siyasî Parti-Kapatma) Karar: 1994/2, 16.06.1994. Dolayısıyla, “Türklük”, antropolojik veya ırki değil; “Türk halkı”nın ortak kültür ve hukuki kimliğin adıdır. (Hafızoğulları, Zeki, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Fikri Temelleri, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara, 2001, s. 43). Milletimize “Türk” adını vermek de toplumda farklı grupların ayrıştırılması anlamına gelmez; gelmemelidir. (Bayram, Cezmi, Türk Milliyetçiliği., Tarihi Seyri Yeni Hedefler, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2013, 63, 94, 95).
[246] Hatta bir kısım düşünürler, Batı’nın “Türk”ü Müslümanlıkla özdeş gördüklerini belirtmişlerdir. Örneğin: Macit, s. 325, 326, 338, 339. Nerede Türk varsa Müslümandır; Müslümanlıktan çıkanlar Türklüklerini de unutmuşlardır görüşü: Nursi, s. 324. “Bin seneden beri İslam’ı merkez alan Türklerin neredeyse genlerine kadar işlemiş bu bağ gözardı edilemezdi.” Barkçin, Savaş Ş., Kalbin Aklı, 3. Baskı, Mostar Yayınları, İstanbul, 2022, s. 34.
[247] Benzer görüş: Karaca, Milliyetçi Türkiye, 1972, s.21.
Barkçin (Savaş, Kalbin Aklı, s. 236’da) içe kapanık milliyetçiliğin bizi diğer ülkelerdeki kardeşlerimiz sırt çevirmemize sebep olduğunu belirtmektedir. Fakat Devletin bu politikaları, vaktiyle varlığı ve bekası amacıyla izlemesi halini/ihtimalini de hesaba katmak gerekmektedir. Ayrıca bakınız: dipnot 251, 253.
[248] Benzer görüş: Atsız, s. 17.
[249] Benzer görüş: Atasoy, Fahri, Küreselleşme ve Milliyetçilik, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2005, s. 389, 408, 409.
[250] Okurer, s. 182, 183.
[251] “Turancı bir fantazi olarak görülen ve küçümsenerek bakılan Türk dünyası, politik bir gerçeğe dönüşmüştür. Türkiye, Türk dünyasını dış politikasının en önemli temellerinden birisi hâline getirmiştir.” Özdağ, Ümit, Yeniden Türk Milliyetçiliği, 7.Bin yayınları, Ankara, 2004, s. 76.
[252] Eroğlu, Hamza, Atatürk ve Milliyetçilik, Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi yayını, Ankara, 1992, s. 32.
[253] Eroğlu, Atatürk ve Milliyetçilik,s. 31; Derdiman, Anayasa Hukuku, 2011, s. 310. Türk milliyetçiliği, milletin herbir ferdini insani düzeyde yaşamaları için gerektiğinde yardımlarla desteklemeyi öngörür. Hatta bu yönden sadece kendi milletini değil; bir o kadar da başka ülkelerde fakirlikle mücadelelerle, elinden geldiğince katkıda bulunmaya çalışır. Bilhassa kendi soydaşların hak ve menfaatlerini mümkün olduğunca gözönünde bulundurur. Milletlerin mefkûreleri, dil, din, ideal ve aynı hisleri taşıyanları kapsayacak değerler şeklinde ortaya çıkmaktadır. (Seyfettin, Ömer, Turan Devleti, Su Yayınları, İstanbul, 1980, s. 17, 18).
Bu yönden başka ülkelerdeki muhtaçlara, kendi dindaşları ve soydaşlarına da elinden geldiğince yardımda bulunmaya çalışır. Yalnız, bunda ölçünün insanların daha yakınındakilerden başlamak üzere yakınları; Devletin de önceliği, kendi Milleti olmalıdır. Yardımlaşma gibi değerlerin asıl kaynağı ilahi emirler de(örneğin: Kur’an, Nahl/16: 90) öncelikle yakınları gözetmeyi ve bunu imkânlara göre genişletebilmeyi öngörmektedir. Türk tarihii bu söylediklerimize aykırı değildir. (Türklerin hayır hasenat ve insanlıkları konusundaki bilgiler için bakınız örneğin: Danişmend, İsmail Hami, Garb Menba’larına Göre Eski Türk Seciyye ve Ahlâkı Üçüncü Baskı, İstanbul Kitabevi Yayını, İtanbul, 1982, s. 9797-113, 114-145).
Ancak, böyle bir konuda,
1-) İhtiyacın elzem ve/veya acil oluşu; veya;
2-.) Devletin uluslararası ilişkiler politikasının gerektirmesi
Gibi istisnaları nazara almak da işin tabiatı icabıdır. Sonuçta bu ve benzer tüm parametrelere(≈değişkenlere) göre bir politika geliştirmek de Milliyetçiliğe uygun bir durumdur.
[254] Karaca, Milliyetçi Türkiye, 1972, s. 74, 75; Tunç, Hasan-Bilir, Faruk, “Cumhuriyet Dönemi Anayasalarımızda Milliyetçilik Anlayışı ve Atatürk Milliyetçiliği”, Prof. Dr. İhsan Tarakçıoğlu’na Armağan, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi,Ankara, 1998, ss. 205-211.1998, s. 205; Derdiman, Anayasa Hukuku, 2011, s. 310.
[255] Derdiman, Anayasa Hukuku, 2011, s. 310. Kösoğlu (Milliyetçilikte Yeni Arayışlar Yahya Kemal, s.180), Yahya Kemal’in “çağdaş olan milliyi bulmak ve gerçekleştirmek” fikrinde olduğunu söylemektedir.
[256] Topçu, İradenin Davası Devlet ve Demokrasi, s. 117.
[257] Bakınız: Saray, Mehmet, Atatürk’ün Türklük ve Milliyetçilik Anlayışı, Atatürk Kültür, Dil Ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2022, s. 31.
[258] Türkiye’nin eski Dışişleri Bakanlarından Turan Güneş, “Milliyetçilik, Türk’ün hakkını gâvura yedirmemektir.” demiştir. “3 Mayıs Türkçülük Günü kutlu olsun” Yeniçağ Gazetesi https://www.yenicaggazetesi.com.tr/3-mayis-turkculuk-gunu-kutlu-olsun-6932h.htm (07.02.2019).
[259] Atatürk, örneğin “biz milliyetperver ve dinimize saygılıyız.” (02 Kasım 1922 Petit Parisien Muhabirine Bursa’da Verilen Demeç, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I-III, (cilt: III), s. 72)sözüyle dini ve milliyetçiliği birinin diğerinin alternatifi olmayacak şekilde benimsemiş olmaktadır.
[260] Kur’an, Hucurat/49:13, Örneğin: Ateş, Süleyman, Kur’an-ı Kerîm ve Yüce Meali, Kılıç Kitabevi, Ankara, (Tarih yok), s. 516.
[261] Nitekim Yazır’ın (Muhtasar, s. 695), Kur’an’daki (Enbiya/21: 93.) ayetinin meali “milletin/dinin birliği”ne yer verir şekildedir. Daha anlaşılır olması için bu ayetie verdiği meali aynen belirtilerim. “(Fakat) onlar kumanda/[emr]larnı beynlerinde [vahdet-i milliyeyi/ dinlerini aralarında] parçaladılar fakat hepsi Bize rücu edecek/[dönecek] ler.” Yazır’ın (Hak Dini Kur’an Dili cilt: 4, s. 131, 132) tefsirinde bu ayeti, İslam’ın tek “millet” olduğu anlamında yorumlamakta ve devamında “milli birliğin bozulması”ndan bahseder şekilde tefsir etmektedir(=yorumlamaktadır).
[262] Kur’an, Enfal/8: 75. Bu ayetlerin mirasçılıkla ilgili olduğu genelde kabul edilmekteyse de Karaman ve Diğerleri’nin(Kur’an Yolu, cilt: 2, s. 712, 714) yorumu ve açıklamaları yukarıdaki şekildedir. Aynı kanaat örneğin: (Yazır, Muhtasar, s. 467’de) Özalp, Ertuğrul, dipnot: 85; Eliaçık, İhsan R. Nuzül Sırasın a Göre Yaşayan Kur’an, 5. Baskı, İnşa Yayınları, İstanbul, 2014, s.845. Aynı konuda ayrıca bakınız: Kur’an, Ahzab/33:6 (Eliaçık, s. 949; Ateş, Kur’an-ı Kerîm ve Yüce Meali, s. 417).
[263] Eliaçık, s. 845, 949. Bu noktada İslamın sevgi ve barış gibi olgulara verdiği değerlere Türk kültür birikiminden atıf yaparak dikkat çeken Kaplan (Mehmet, Büyük Türkiye Rüyası, Dergâh Yayınları, Tarih yok, s. 181.
[264] Nisa/4: 7 ve 11 (Karaman ve Diğerleri, Kur’an Yolu, Cilt: 2, s. 20, 24).
[265] Bakınız örneğin: Kur’an, Ahzab/33:6 (Karaman ve diğerleri, Kur’an Yolu, cilt 4, s. 367).
[266] Bakınız örneğin: Kur’an, Nahl/16:90. (Karaman ve diğerleri, Kur’an-ı Kerim Açıklamalı meali, s. 297).
[267] İnayet, s. 178, 179.
[268] Nakleden: s. Öksüz, İskender, Millet ve Milliyetçilik, 3. Baskı,Panama Yayınları, Ankara 2017, s. 158; {Ebu Davud, Edeb 121, (5519)’a atıfla},Can, Burhaneddin, “Mümin Açısından Kavmi Kimlik ve Kavmiyetçilik”, Umran, Ocak 2010, sayı: Ocak, ss: 24-35, s. 31.
[269] Öksüz, s. 159).
[270] Örneğin: Kur’an, Maide/5:8; Nisa/4:135, Karaman ve Diğerleri, Kur’an Yolu, cilt: 2 s. 158, 228, 229.
[271] Nitekim örneğin İlhan’a (Atilla, Hangi Atatürk, 5. Baskı, Türkiye İş Bankası Yayını, İstanbul, 2008, s. 332) göre: Atatürk de “güneyimizdeki halk ve ülkelerle bağlantısını kesmek şöyle dursun, onların da kendi kurtuluşlarını sağlamasını, hatta onlarla Türkiye arasında federatif ya da konfederatif ilişkiler bulunmasını ileri sürmüş[tür].”
[272] İşte İslâm’da bu yasak milliyetçiliğin yasak olduğu gibi bir perspektifte görülmüştür. Milliyetçiliğe sadece kavmiyetçilik davası olarak görülerek karşı çıkılmıştır. Örneğin, Ahmet Naim, Babanzade, İslam’da Irkçılık ve Milliyetçilik Davası, Beyan Yayınları, İstanbul, 2018. (kitabın tümü).
[273] AYM (siyasal parti kapatma) Esas: 1992/1 Karar: 1993/1, 14.7.1993. Derdiman, Anayasa Hukuku, 2013, s. 270.
[274] Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş’ın AYM’ye (Siyasal Parti Kapatma Esas: 1999/2, Karar: 2001/2, 22.6.2001) açtığı parti kapatma davası gerekçesi.
[275] Derdiman, Anayasa Hukuku, 2013, s. 52.
[276] Bu kapsamda, tüm vatandaşlarımız, “devletin asli unsuru konumundadırlar. Bu özellikleri dolayısıyla ülkenin hemen her bölgesine dağılmışlardır.” (Buran, Ahmet, “Kürtler ve Kürt Dili”, Turkish Studies – International Periodical for the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic., Volume 6/3 Summer 2011, p. 43-57, p. 48). Dolayısıyla Ülkemizin her yerinde kendini farklı kökenden gören insanlarımızın, hatırı sayılır oranlarda yaşadığını söylemek mümkündür.
[277] Ülkemizin, Doğu ve Güneydoğu veya başka bölgelerinde yaşayan ve kendilerini farklı gören insanlarımızın aslında Türk kökenli olabileceklerini izah eden teoriler ve/veya görüşler yabana atılmayacak bir tutarlılık göstermektedirler. Mesela Sümer, (Faruk, Oğuzlar, 5. Baskı, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayını, İstanbul, 1999, s. 133 ve devamı.) Oğuzların çeşitli boylarının Ülkemizin tüm yörelerine yayıldıklarını belirtmektedir. Konuya geniş bilgi ve değerlendirmeler için ayrıca bakınız:
Çay, Abdulhalûk, Her Yönüyle Kürt Dosyası, Genişletilmiş 8. Baskı, İlgi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2010, (ilgili sayfalar. Örneğin) s. 57; Eröz, Mehmet, Doğu Anadolu’nun Türklüğü, İrfan Yayınevi yayını, İstanbul, 1982, ilgili sayfalar, örneğin: s. 131, 247; Kodaman, Bayram, II. Abdulhamit Devri Doğu Anadolu Politikası, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayını, Ankara, 1987, s. 7; Turan, Ahmet, Türk Kültürü Araştırmaları Doğu ve Güneydoğu Anadolu -II-, Milli Folklor Yayınları, Ankara, 1990, s. 45 ve devamı; Halaçoğlu, Yusuf, “Osmanlı Belgelerine Göre Türk-Etrak, Kürd-Ekrad Kelimeleri Üzerine Bir Değerlendirme”, Belleten, Yıl 1996, Cilt: 60 Sayı: 227, ss: 139 – 146, s. 142, 143.; Önder, Ali Tayyar, Türkiye’nin Etnik Yapısı, 16. Baskı, Fark Yayınları, İstanbul, 2007, (kitabın tümü); Buran, s. 46).
Dolayısıyla bu teoriler, bundan farklı kökenlere (örneğin: Tan, Altan, Kürt Sorunu, 4. Baskı, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, s. 23-27.) yer veren ispata muhtaç teoriler kadar veya belki bunlardan daha fazla itibar görebilecek bir mahiyet arzetmektedirler.
Öte yandan, örneğin, Sümerler veya Akadlar gibi, bulunduğumuz bölgedeki medeniyete katkı sağlayan topluluklarla Türklerin doğudan gelerek kaynaştıkları; Türkçeyle Sümer dilinin büyük ölçüde benzeştiği (geniş Bilgi: Çığ, Muazzez İlmiye, Atatürk ve Sümerliler, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2014, s. 58 ve devamı) ortaya konulmuştur.
Çığ’ın (s. 59) bahsettiğine göre: Osman Nedim Tuna da (“Sümer ve Türk Dillerinin Tarihi İlgisi ve Türk Dilinin Yaşı Meselesi” adlı) bir makalesinde, Türk Dili ve Sümerce arasındaki benzerlikleri ortaya koymuştur. Bu kaynak konuya Atatürk’ün de ilgilendiğine dikkat çekerek, konuya ilişkin tafsili bilgilere ve araştırmalara yer vermektedir. Hatta Çığ (s. 61, 68) efsaneler, destanlar gibi eski Türk tarihi verileri ve Sümerlilerin anlattığı büyük Tufan’ın Orta Asya’da olduğunu iddia ederek (geniş değerlendirme için bakınız: Çığ, Muazzez İlmiye, Sümerlilerde Tufan Tufanda Türkler, 5. Baskı, Kaynak Yayınları İstanbul, 2009, s. 84 ve devamı), Sümerlilerin Türk olabileceği sonucuna da varmaktadır. Neticede gördüğümüz kadarıyla bu hususların hiçbirisinin aksi ispat edilmiş de değildir.
[278] Korsika’nın bir ada ve sadece 222 yıldır Fransa’da olduğunu vurgulayan, Kırca (Coşkun “Korsika ve Güneydoğu” Milliyet, Savaş, Vural, İrtica ve Bölücülüğe Karşı Militan Demokrasi, 4. Baskı, Bilgi Kitabevi Yayını, Ankara, 2000, s. 101, 102.), Ülkemizin Doğu ve Güneydoğunun Ülke topraklarıyla yani Vatanla doğrudan bütünleşik olduğunu ve buralardaki insanların 100’lerce yıldır birlikte yaşadığımızı vurgulayarak, bu hususu doğrulamaktadır.
[279] Nitekim Eröz (s. 131, 247), Doğu ve Güneydoğuda böyle bir bütünleşmenin oluştuğunun, değişik sahifelerde verdiği örneklerle destekleyerek, altını çizmektedir. Hemen aşağıda Kırca da aynı hususu manidar örnekle somutlaştırmaktadır.
[280] Eröz, (s. 11) de bu hususa bir tehlike olarak; “beynelmilel cereyanlar … sun’i bir ırk yaratıp, Türkiye’yi parçalamak istediğinden, yurt sathında filizlenme imkânı bulan bu muzır fikirleri yeşertmek için çırpınırlar.” diyerek dikkat çekmektedir. Örneğin tarih, Ülkemizde Osmanlı’dan bu yana Milleti kendi yararları için bölmek isteyenlerin birçok politikalarına tanık olmuştur. (Benzer görüş: Yeniçeri, s. 301, 302). Nitekim, Atatürk’e göre de yabancılar sadece bölücü isyanları değil; aynı zamanda İstiklal savaşında Ülkenin her yöresindeki ayaklanmaları desteklemişlerdir. (Heper, Metin, Devlet ve Kürtler, Çeviren: Kadriye Gürsel, Doğan Kitap Yayını, İstanbul, 2008, s. 239). Ayrıca, dipnot: 286. Burada konuyla sınırlı düzeyde ve genel hatlarıyla belirtmek gerekir ki: İnönü’nün Lozan’da da hiçbir muhalefete yer bırakmayacak şekilde söylediği gibi (Yazıcıoğlu, Yaşar, Her Yönüyle Lozan, Kripto Yayınları, Ankara, 2018, s. 228, 229): Ülkemizde herkes eşit hak ve fırsatlara sahiptir. Ülkemizde her yöreden Başbakanlar ve Cumhurbaşkanları bile çıkmıştır.
[281] Aslında Ülkemizin bir yöresinde değil her yerinde her sosyal gruptan insanlarımızın hatırı sayılır oranlarda yaşadığını söylemek mümkündür. Herkes bir halının desenleri gibi biriyle bütünleşmiştir. Yukarıda da değindiğimiz atıfları tekrar edersek, bakınız: BBP, 2011, s. 20; Yılmaz-Derdiman, s. 20, 21; Derdiman, Anayasa Hukuku, 2013, s. 49, 268; Kösoğlu, Türk Olmak ya da Olmamak, s. 16, 17.
[282] Benzer görüş, örneğin: Yılmaz, Sait-Akagündüz, Osman, Kürtler Neden Devlet Kuramaz, Milenyum Yayınları, İstanbul, 2011, s. 398, 399.
[283] Kaynak, Mahir, Kürt Meselesi, Söyleşi yapan: Cem Küçük, Profil Yayınları, İstanbul, 2009, s. 50. Bu hal ve şartlara bakılınca; örneğin Güney Doğu ve Orta Doğunun yeniden oluşmasını isteyen modern sömürgeci güçlerin tahriklerinden başka bir şekilde anlaşılamayacağı (kapsamlı bilgi örneğin: Çeçen, Anıl, Türkiye’nin Konumu, 2. Baskı, Astana Yayınları, Ankara, 2021, s. 311, 312.) sonucuna varılmaktadır. Bir eserden (Fuller Graham E.-Barkey Henrı J., Türkiye’nin Kürt Meselesi, Çeviren: Haşan Kaya, Profil Yayınları, İstanbul, 2011, s. 19, 257 ve devamı.) edindiğimiz izlenimler de bu yöndedir. Ayrıca bakınız: dipnot 284.
[284] İnalcık, Halil, Osmanlılar, Fütühat, İmparatorluk, Avrupa ile İlişkiler, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010, s. 267-272; Uygun, s. 122.
Bu arada, Ülkemiz, her yöremizde adalet ölçüsünde dengeli olarak, yatırım, kalkınma ve işsizliği giderici politikaları uygulamaya koymalıdır. Ki bu terörle mücadeledeki başarıyı da artıracaktır. Önemli olan “başkasının derdiyle dertlenmek”; sorunları dayanışmacı ruhla ve yöntemlerle gidermektir. İnsanların kardeşlik duyguları düşmanlıkları işlevsizleştirecek kadar çoktur ve etkilidir. Nihayetinde: “Zamanımızın vahşi kapitalizmine karşı insanın vicdanı ve merhameti direnecektir.” (Derdiman, R. Cengiz, “Yeni Anayasa Yapımı veya Değişikliği Çalışmalarında 1982 Türk Anayasasındaki ‘Devletin Bölünmez Bütünlüğü’ ‘Üniter’ ve ‘Ulus -Devlet’ İlkelerinin Anayasal Değeri.”, Melikşah Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, yıl: 2012, Cilt: 1, sayı: 2, ss: 1-46, s. 46).
[285] Koçak, Mustafa, Batı’da ve Türkiye’de Egemenlik Anlayışının Değişimi Devlet ve Egemenlik, Seçkin Yayınları, Ankara, 2008, s. 284 ve devamı; Soysal, 100 Soruda Anayasanın Anlamı, s. 182. Örneğin Avrupa Birliği hukuku ve yargısı, üye devletlerin iç hukukunu bağlamaktadır. Hobe, Stephan, Der offene Verfassungsstaat zwischen Souveränität und Interdependenz, Duncker und Humblot, Berlin, 1998, s. 348.
[286] Örneğin, ABD’nin çok öncelerden mevcut olan bu yöndeki politikalarının günümüzde de devam ettiği düşüncelerini (Bakınız örneğin: Vernon, Manfred C.: Devlet Sistemleri Karşılaştırmalı Devlet İdaresine Giriş,çeviren: Mümtaz Soysal, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara, 1961, s. 124; Heywood, Andrew, Siyaset, Çevirenler: B. Berat Özipek ve diğerleri, Adres Yayınları, Ankara, 2014, s. 220, 221; Elmacı, Mehmet Emin, “Ulus devlet mi? Çokuluslu devlet mi?”, Cumhuriyet, 21.03.2025, https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/olaylar-ve-gorusler/ulus-devlet-mi-cokuluslu-devlet-mi-doc-dr-mehmet-emin-elmaci-2311459, erişim: 21.03.2025)
[287] AYM, Siyasi Parti Kapatma Esas: 1995/1 Karar: 1996/1 19.03.1996.
[288] Derli toplu bir defa daha belirtmek gerekirse: Anayasamızın, 3. maddesine göre Devletin tek bir dili vardır; ve bu da “Türkçe”dir. Anayasamızın ilk 3. ve ilgili diğer maddeleri, üniter yapıyı da ayrıca korumaktadır. Ayrıca, resmi Marşımız da “İstiklâl Marşı”dır. Dolayısıyla Anayasamız, üniter yapıyı bozacak hiçbir teklife zaten açık değildir. Bu hususlar bakımından özellikle belirtmek gerekir ki: Anayasanın “4. madde[si] ise ilk üç maddenin güvencesi olma niteliği itibariyle doğal olarak değiştirilmezlik özelliğine sahiptir.” (AYM, Esas: 2008/6, Karar: 2008/116, 05.06.2008).
[289] 19 Mart 2001 tarihinde Bakanlar Kurulunda kabul edilerek 24 Mart 2001 tarih ve 24352 (mükerrer)sayılı Resmî Gazetede yayınlanan “Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı”nın “Siyasî Kriterler 2.1.9. Kültürel Yaşam ve Bireysel Özgürlükler” başlığında yapılan, bir anlamda Lozan Andlaşmasını da geçerli olduğunu ilişkin açıklama ve beyan. Bakınız: Özkan, Gürsel, Anayasa Değişikliği ve Resmi Dil Tartışmaları Üzerine Bir Değerlendirme,http://www.akader.org/khuka/index.asp, Er: 30.07.2005, Derdiman, Anayasa Hukuku, 2011, s. 370.
[290] Örneğin Uluslararası Adalet Divanı da (ABD v. Nikaragua, 27.06.1986: https://www.icj-cij.org/files/case-related/70/070-19860627-JUD-01-00-BI.pdf erişim: 13.02.2025), ülkelerin bölücü terör eylemlerine karşı gereken mücadeleyi verebileceklerini belirtmiştir. Ve yarıca, dış güçlerin ülkelerdeki terörü ve terör örgütlerini destelemelerinin de mümkün olamayacağına hükmetmiştir.
[291] Derdiman, Anayasa Hukuku, s. 273.
[292] Kafesoğlu, İbrahim, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri, 5. Baskı, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2013, s. 92. Benzer görüş: Kösoğlu, Nevzat, Küreselleşme ve Milli Hayat, 2. Baskı, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2006, s. 162, 163.
[293] Atalay, Besim, Türk Dil Kurumu 6. Türk Dil Kurultayı 1949, Birleşimler Tutanaklar, Yeni Matbaa, Ankara 1950, s. 35.
[294] Kaplan, Mehmet, Kültür ve Dil, 2. Baskı, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1983, S. 156.
[295] Benzer görüş: Safa, Millet ve İnsan, s. 50 ve burada atıf yaptığı, Ziya Gökalp’in Milliyet Mefkûresi adlı makalesi.
[296] Mehmet İzzet, s. 153. Benzer görüş: Gökalp, Ziya, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara, 1976, s. 97; Başgil, Ali Fuat, Esas Teşkilat Hukuku Birinci Cilt Türkiye’nin Siyasî Rejimi ve Anayasa Prensipleri, s.139.
[297] Deutsch’un milleti bu yöndeki tarifi görüşü: Kühnl, Reinhard, Nation -Nationalismus-Nationale Frage Was ist das und was soll das?, Pahl-Rugenstein Verlag GmbH, Köln, 1986, s. 71.
[298] Gökberk, Macit, Değişen Dünyada Dil, YKY İstanbul, 2008, s. 108; Bozgeyik, Burhan, Dil Dâvâsı Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş ile Mülakat, Er-Tu Matbaası, İstanbul, 1981, s. 10. Küreselleşmenin dilimize zarar verdiği görüşü: Kösoğlu, Küreselleşme ve Milli Hayat, s.130.
[299] Hacıeminoğlu, Türkçenin Karanlık Günlerii, s. 15.
[300] Timurtaş, Faruk Kadri, Türkçemiz ve Uydurmacılık, 2. Baskı, Boğaziçi yayınları, İstanbul, 1977, s. 15.
[301] Bakınız: Turan, Osman, Türkiye’de Siyasi Buhranın Kaynakları, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2005, s. 167. Örneğin yargılama hukukunda daha evvel bir davaya katılmak isteme durumuna “müdahale”; katılana da “müdahil” denirdi. Suça katılma hali ise “iştirak, katılan da “şerik” idi. Şimdi yeni düzenlemeler bunların hepsi katılan olarak tavsif etmiştir(=nitelemiştir). Hal böyle olunca da Türkçemiz bu kapsamda anlatım gücünü ve birikimini kaybetmiştir. Aynı örneği müşahede ve seyretme gibi kelimeleri izleme ile anlatmakta da görmekteyiz.
Diğer taraftan, “güçlü bir dil, güçlü bir düşünce demektir. İnsanımız Türkçemizi çok iyi bilmeli ve konuşabilmelidir. Dilimizin bir uygarlık dili olduğunun farkında olmalı, ona özen göstermeli ve saygı duymalıdır.” (Barkçin, Kalbin Aklı, s. 88). Dolayısıyla yeni düşünceleri anlatan kelimelerle zenginleştirilmesi ise Türkçemize katkıdır. Düşünce üreten kelimeler de Türkçenin kazanımıdırlar. (Özakıncı, Cengiz, Dil ve Din, 3. Baskı, Payel Yayınları, İstanbul, 1998, s. 90).
[302] Başgil, Ali Fuad, Türkçe Meselesi, 2. Baskı, Yağmur Yayınları,İstanbul, 2006, s. 9
[303] Aynı kanaat: Karaca, Milliyetçi Türkiye, 1972, s. 47. “Bir milletin bütün duygu ve düşünce hâzinesi, dil kabına veya kalıbına dökülür.” (Kaplan, Kültür ve Dil, s. 186). Dolayısıyla milli kültür bu hazineyle anlatılır ve ifade edilir.
[304] Halbuki, “bir dilde ne kadar kelime varsa, o milletin dünya görüşü o kelimelerle sınırlıdır.” (Kaplan, Kültür ve Dil, s. 149). Bununla birlikte; dilde yenileşme ve kelime türetme konusunda etraflı değerlendirmeler ve somut teklifler için bakınız: Karay, Refik Halid, Türkçe’nin Tadı ve Ahengi, İnkılap Yayınları, İstanbul, 2017, s. 92 ve devamı.
[305] Bu konuda farklı veya benzer bir kısım değerlendirmeler için bakınız örneğin: Tan, s. 35 ve devamı; Buran, s. 47, 51; Çay, s. 168; Eröz, s. 131 ve devamı; Derdiman, Anayasa Hukuku, 2011, s. 367, 368; Türkeş Taş, Ayyüce, TBMM Görüşme Tutanağı 28. Dönem 3. Yasama Yılı 57. Bileşim, 1. Oturum, https://www.tbmm.gov.tr/Tutanaklar/SonTutanak, erişim: 14.02.2025, s. 86. Önder, Ali Tayyar, Türkiye’nin Etnik Yapısı, 16. Baskı, Fark Yayınları, İstanbul, 2007, (kitabın tümü); Perinçek, Doğu, Türkiye’nin Anayasa Birikimi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2012, s. 247.
[306] Belirtmek gerekir ki: iktisadi kurumlarda Türkçe’nin kullanılmasına dair 805 sayılı Kanun halen yürürlüktedir. Rumpf, {Cristian, “Sprachenverbot oder Sprachengebot – das Türkische Gezetz 805”, Zeitschrift für Schiedsverfahren (SchiedsVZ) 2017 Heft: 1, ss: 11-16, s. 15} bu kanunun açıkça Anayasaya aykırı olduğunu belirtmektedir.
Bu hükümlerin, “iktisadi ‘kamu kurumları’”nda yani resmî kurumlarda kullanılacak resmi dilin Türkçe olduğunu kastettiğini düşünebiliriz. Ve bu yasal hükümler, böyle yorumlanmaları halinde, bizce Anayasaya aykırı olmazlar.
[307] Kaynak, s. 93.
[308] Maden, Fahri, “II. Abdülhamid Türkçe’nin ‘Resmî Dil’ Olmasını Savunmuştu.” Türk Yurdu, Ekim 2009, Yıl: 98 Sayı: 266, https://www.turkyurdu.com.tr/arsiv/yazar-yazi.php?id=2435 erişim: 16.02.2025.
[309] “Fransız Anayasa Konseyi de, Avrupa Konseyi Azınlık Dilleri Şartını Anayasaya uygunluk bakımından denetledikten sonra, tek halk ve tek cumhuriyet” ilkelerine atıfta bulunarak, Ülkede herhangi bir gruba dini, dili, kökeni veya kültürü nedeniyle, kolektif haklar tanınamaz şeklinde, 19.11.2004 tarihli ve 505 DC sayılı kararını vermiştir.” Derdiman, Anayasa Hukuku, 2011, s. 363.
[310] Avrupa’da bu sözleşmeyi imzalamayan ve onaylamayan veya imzalayıp iç hukuklarında onaylamayan ülkeler haritası için bakınız: Hukuk Ansiklopedisi, https://hukukbook.com/avrupa-bolgesel-ve-azinlik-dilleri-sarti/ , erişim: 19.04.2025.
[311] İslam düşünürlerine atıfla yapılan bu yöndeki değerlendirmeler için bakınız: Hussain Gözde, Compatibility of Islamic Doctrines with Political Liberalism in Relation to Islamic Orthodoxy Positions, Royal Holloway, University of London for the degree of PhD Politics in the Department of Politics, International Relations and Philosophy, London, 2023, p. 265 and more pages (ve devamı).
[312] Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, 1990, s. 193, 194.
[313] Benzer görüşler ve geniş bilgi için bakınız: Arsal, Sadri Maksudi, Teokratik Devlet ve Laik Devlet, Cumhuriyet Kitapları Yayını, İstanbul, 2024, s. 56-59.
[314] Aynı Kanaat: Arsal, Teokratik Devlet ve Laik Devlet, s. 21.
[315] Bu konuda geniş değerlendirmeler için bakınız ve karşılaştırınız: Arsal, Teokratik Devlet ve Laik Devlet, s.56-59.
[316] Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, 1990, s. 187.
[317] 1982 Anayasasın Anayasanın 2. maddesinin Danışma Meclisi gerekçesi {Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (Gerekçeli), s. 19}, laikliğin hiçbir zaman dinsizlik olmadığını belirtmiştir.
[318] Nursi, Said, Tarihçe-i Hayat, Envar Neşriyat, İstanbul, 1995, s. 219.
[319] Cumhuriyetin erken döneminde böyle bir milli din ihdası ve daha ileri gidilerek, dinin yerine milliyetçiliği ihdas gibi girişimlerin gözlemlendiği görüşleri (Örneğin: Karakuş, Gülbeyaz, Cumhuriyetin Kurucu İdeolojisine Politik-Teolojik Bir Yaklaşım, Doktora Tezi, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi, Bursa, 2018, s. 183, 184; Sarıbay, Ali Yaşar, Türkiye’de Modernleşme Din ve Parti Politikası, (MSP Örnek Olayı), Alan Yayıncılık İstanbul, 1985, s. 77. Bu konuda ayrıca bakınız: Derdiman, “Anayasal Gelişimde Hükümet Sistemleri”, 2024, dipnot: 99) burada ihsasen dile getirilmelidir. Bayram’ın (s. 229) alıntıladığı, Tahsin Bangoğlunun konuşmasında da milliyetçiliğin dinin yerine ikame edilmeye çalışıldığı izlenimi dikkat çekmektedir.
Cumhuriyet döneminde semavi dinlerin değişen topluma karşılık değişmeyen kurallar oldukları ve kendilerini yeniden uzviyet bulamayacak şekilde tamamlamış oldukları görüşleri Devlet mekanizmasında bulunan (Mesela Mahmut Esat Bozkurt ve Şükrü Kaya, nakleden: Çeçen, Fehmi İlkay, Atatürk’ün Kaleminden Yaratılış ve Din, Yüzleşme Yayınları, İstanbul, 2021, s. 123) kişiler tarafından belirtilmiştir. Çeçen (Atatürk’ün Kaleminden Yaratılış ve Din , s. 120-123) Atatürk’ün de din karşıtı olduğunu bir kısım değerlendirmelere dayanarak belirtmektedir. Ancak, Atatürk’ün, söylev ve demeçleri itibarıyla, “hurafenin oluşturduğu din”e ve “din yobazlığı”na karşıdır, düşüncesi ekseriyette yer bulmaktadır. Şunu da söylemek gerekir ki: Bayram’ın (s. 138-143) alıntıladığı Hatta örneğin aynı dönemin tarih kitaplarında İslam ve vahiy gibi hususlarda, imani hakikatlerle çelişen bilgiler yok değildir. Bu konuda ayrıca bakınız: dipnot 342, 343, 370.
[320] El-Cabiri, Muhammed Âbid, İslam Düşüncesinde Demokrasi, İnsan hakları ve Hukuk, Çeviren: Mehmet Şayir, Kapı Yayınları, İstanbul, 2019, s. 86. Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. 231.
[321] Safa, Peyami, Doğu Batı Sentezi, nakleden: Küçükağa, Ahmet, Türkiye’de Laiklik Serüveni, Emre Yayınları, İstanbul, 1996, s. 20. Kur’anın bir (Hud/11: 117) ayeti toplumların sürekli kendini iyilik ve doğruluk bakımından geliştirmeye çalışan toplumların helak edilmeyeceğini belirtmektedir. Meal için bakınız:
Hasan Basri Çantay, Kur’an-ı Hakim ve Meali Kerim, cild: 1 İstanbul,1953 s. 343’e atıfla,) Kurtkan, s. 202, 203. Çantay, Hasan Basri, Kur’an-ı Hakim Meal-i Kerim, Cild: 1, Risale Yayınları, İstanbul, 2005, s. 439. Ez-Zemahşeri, Ömer b. Muhammed el-Hārizmi, Keşşaf Tefsiri, Cild: 3, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, İstanbul, 2000, s. 510, 512.
[322] İlhan, Atilla, Hangi Laiklik, 2. Baskı, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1998, s. 104.
[323] Örneğin: Armağan, Servet, Din Vicdan Hürriyeti ve Laiklik, İnsan Yayınları, İstanbul, 2003, s. 49, 173 ve devamı; Gözübüyük, A. Şeref, Anayasa Hukuku, 19. Baskı, Turhan Kitabevi Yayını, Ankara, 2013, s. 161. Aksi görüşler, örneğin: Derbil, Süheyp, İdare Hukuku, 5. Baskı, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayını, Ankara, 1959, s. 543; Arsal, Teokratik Devlet ve Laik Devlet, s. 64, 72.
[324] Erol Güngör’ün: “Allah’a ibadet etmem gerektiğine inanıyorsam ibadet imkânı bulmalıyım. İşte insanın temel hak ve hürriyetleri denen ve bütün dünyada lafzen bile olsa kabul edilen şeylerin esasını bu hürriyete indirebiliriz. İnsanın inanması ve inandığı yolda hareket etmesi. Hürriyetin sınırı başkalarının hürriyetidir. Bir hürriyet ancak başkalarının hürriyetine zarar verdiği ispat edilebildiği takdirde sınırlanabilir.” Görüşünü nakleden: Kabaklı, Ahmet, Temellerin Duruşması 2, 4. Baskı Türk Edebiyatı Vakfı, İstanbul, 2007, s. 245. Ayrıca bakınız: Arsal, Teokratik Devlet ve Laik Devlet, s. 71.
[325] Başgil, Ali Fuad, Din ve Laiklik, 8. Baskı, Yağmur Yayınları, İstanbul, 2007, s. 160, 171, 172 ve devamı; Derdiman, Anayasa Hukuku, 2013, s. 230; Demir, Fevzi-Karatepe, Şükrü, Anayasa Hukukuna Giriş., Bilgehan Basımevi, İzmir, 1986, s. 166. Kurtkan’a (s. 208) göre de:
“Resmî kanunların bu dinî âkidenin ışığını tam mânâsıyla aksettirebilmek için sosyal ihtiyaçlara göre zaman zaman İslâm’ın gösterdiği istikamette değiştirilmeleri hem devletin lâiklik fonksiyonunu ifa edebilmesi hem de Kur’an’ın özüne sadık kalmış olması bakımından menfi değil[dir. B]ilakis müspet değer hükümlerine yol açabilecek bir icraattır.”
[326] Turan, Osman, Türkiye’de Manevi Buhran Din ve Laiklik, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2005, s. 100.
[327] Derdiman Hukuk Başlangıcı, 2015, s. 322. Anayasanın 24. maddesinin yorumlaması olarak ilk kez bizim (Derdiman, R. Cengiz Derdiman, Hukuk Başlangıcı, 2. Baskı, Alfa Aktüel Yayınları, Bursa, 2009, s. 232) bu şekilde ortaya koyduğumuz bu yaklaşıma, benzer olan, daha sonraki yaklaşım: Anayurt, Ömer, Anayasa Hukuku, Seçkin Yayınları, Ankara, 2020, s. 204-206.
[328] Laikliğe akla ve ilme değer veren yönüyle baktığımızda, İslam’ın da akla ve bilime önem verdiği malûmdur. Örneğin Sarıbay (Ali Yaşar, Demokrasinin Sosyolojisi, Sentez Yayınları, Ankara, 2013, s. 278, nakleden: Karakuş, s. 179) bu konuda: laiklikle Cumhuriyet anlayışın uyumlulaşmasında, epistemolojik açıdan İslâm’ın içerdiği akıl, çoğulculuk, medeniyet ve demokrasi gibi değerlerin sağladığı elverişlilik olduğunu belirtmektedir.
[329] Doktrinde laikliğin modern devletin gereklerinden olduğu dile getirilmiştir. Örneğin Toroslu’ya (Nevzat, “Laik Devlet Kavramı”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Yıl 1994, Cilt: 49 Sayı: 03, s. 456) göre, “Laiklik modern devletin temel unsurlarından birisidir.”
[330] Kurtkan, s. 210.
[331] Berkes, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, 18. Bası, Yayıma Hazırlayan: Ahmet Kuyaş, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2012, s. 443.
[332] Mesela, Osmanlı’da kurulan ilk Rasathaneyi gökleri araştırmak günahtır diye hükümdar yıktırmıştır. Bir konuda yapılacak iş için yıldızların eşref saatleri için müneccimlere başvurmak (Mumcu, Ahmet, Türkler; Devlet ve Hukuk, Turhan Kitabevi Yayını, Ankara, 2019, s. 122-124), buna sadece 2 örnekti.
[333] Benzer görüş örneğin: Timur, Taner, Osmanlı Kimliği, Hill Yayınları, İstanbul, 1986, s. 42, 58; Nebhan, M. Faruk, “İslâm Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, Çeviren: Servet Armağan, İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, Cild: 7 sayı: 1-2, yıl: 1978, s. 283. Mesela Mumcu (Türkler; Devlet ve Hukuk, s. 67) da İslam’da yeni durumlara uygunluk sağlayacak içtihat kapısının Gazali’nin icma sayılan içtihadıyla kapandığını belirtmektedir.
[334] Mumcu, Ahmet, “Günümüzdeki Türk Hukuk Uygulamasında Adalet Kavramının Yeri”, Adalet Kavramı, Editör: Adnan Güriz, Türk Felsefe Kurumu Derneği Yayını, Ankara, 2001, s. 148, 149.
[335] Kurtkan, s. 209.
[336] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (I-III), II, s. 96.
[337] Bu sebeple: İslam’ı, insanları mutlak bir kaderci teslimiyetle, her türlü araştırmadan uzaklaştırıcıymış gibi gösteren aksi görüşlere (örneğin: Arsel, İlhan, Teokratik Devlet Anlayışından Demokratik Devlet Anlayışına, İstanbul, 1993, s. 316, 317.) itibar etmek isabetli olamazlar.
[338] Yazır’ın (Muhammed Hamdi, Meşrutiyetten Cumhuriyete Makaleler, Hazırlayanlar: A. Cüneyd Köksal Murat Kaya, Klasik Yayınları, İstanbul, 2011, s. 83 ve devamı) Mösyö Rinye Milye’den “İslâmiyetle Medeniyet-i Cedide Birleşebilir mi?” adlı tercümesi, İslam’ın tevekkül ve kader olgularının, çalışmaya, akla ve bilime verdiği önemi kaldırmadığını anlatmaktadır.
[339] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (I-III), II, s. 202.
[340] Bir kere bilim ya da “ilim duyu organlarımızla öğrenip kavrabileceğimiz bilgilerin, din ise sezgi veya vahiyle edinilen bilgilerin kaynağıdır.” (Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, 1990, s.180). Din ise his dünyasına cevap verir. Adalet, sevgi gibi özleyişlere en iyi cevabı da Kaplan’ın da (Kültür ve Dil, s. 98) doğruladığı gibi İslam dini verir.
Diğer taraftan: din ile bilimin birbirlerine zıt kavramlar olduğunu söyleyen batılı yazar(lar (John W. Draper’in), bu iddialarından İslâmı ayrı tutmaktadır(lar). Bu hususu, Seyyid Bey, hilâfetin kaldırılmasına ilişkin TBMM görüşmelerindeki konuşmasında belirtmiştir. Seyyid Bey’in konuşması ve bu konuya ilişkin bölüm: Türkiye’yi Laikleştiren Yasalar 03.03.1924 Tarihli Meclis Müzakereleri ve Kararları., Yayına Hazırlayan: Reşat Genç, Atatürk Araştırma Merkezi yayını, Ankara, 2005, s. 151, 153. (Aynı konuşma: Seyyid Bey, TBMM Zabıt Ceridesi, s. 56 ve devamı).
Gerçekten bu konuşmada da geçtiği üzere(s. 149), örneğin: 1. sözlerin en güzeline uymak(Zümer: 17-19); 2. akıl ve anlayış sahibi olmak (Zümer/39: 19-21); 3. sözlerdeki samimiyeti delillerle kanıtlamak (Bakara/2: 111; Neml/27: 64); 4. aklın ermediği ve bilinmeyenle yetinmeyip (İsra/17: 36) araştırmak; hep aklı ve yargısal güvenceleri içermektedirler. İşte Turan (Türkiye’de Manevi Buhran Din ve Laiklik, s. 96.) da laikliğin taassubu(≈cehaleti) kırıcı yönüne dikkat çekmiştir.
[341] Aksi görüş, örneğin: Arsel, İlhan, Teokratik Devlet Anlayışından Demokratik Devlet Anlayışına, s. 2, 288 ve devamı. Yazar bu eserinde, örneğin: “Toplum olarak kişiler Kur’an’a (ve aynı nitelikte sayılan Peygamber emirlerine) kendilerini teslim etmişlerdir…. Kur’an hükümlerini, velev ki bu hükümler akla ve mantığa aykırı olsun, ilga edemezler, değiştiremezler, farklı şekle getiremezler.” (s. 2) demektedir. Bu yazının kapsamı, bu ifadelere tafsili cevap vermeye müsait değildir. Yalnız, genel hatlarıyla söyleyebiliriz ki: İslam’ın ve Kur’an’ın akla ve bilime tezat teşkil etmediği bir gerçektir. Ve bu hususu yukarıda kısaca açıklamış bulunuyoruz.
[342] Yine Atatürk’ün başka bir beyanatı: “Bizim milliyetperverliğimiz her halde hodbinane ve mağrurane bir milliyetperverlik değildir ve bahusus biz İslâm olduğumuz için, İslâmiyet nokta-i nazarından bizim ümmetçiliğimiz vardır ki, milliyetperverliğin çizmiş olduğu daire-i mahdudeyi nâmütenahi bir sahaya nakleder…” Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, s. 102. Ayrıca bakınız dipnot 319, 343.
[343] Atatürk’ün bu konulardaki konuşmaları için bakınız örneğin: 1-) Fığlalı, Ethem Ruhi, Atatürk’ün Din ve Laiklik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 2012, s. 54-63. 2-) Fığlalı, Ethem Ruhi, “Atatürk, Din ve Laiklik”, Atatürkçü Düşünce El Kitabı I, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 2004,s. 113-116. Ayrıca bakınız dipnot 319, 342.
[344] Çünkü, aynı zamanda “gerçek akıl ilahi bir mevhibedir[. Yani karşılıksız verilen bir nimettir.] Aşka, sonsuza, feragata kanatlandırır bizi.” Meriç, Cemil, Bu Ülke, 26. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005, s.182.
[345] Güngör’e (Erol, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, 1997, s.149’a) atıfla, Macit, Nadim, Türk Milliyetçiliği Kültürel Akıl İçtihat ve Siyaset, Üçüncü baskı, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2018, s. 378. Gazali ve diğer alimlere atıfla benzer görüşler: Güngör, Erol, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, 12. baskı, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1998, s. 71-74.
[346] Çubukçu, İbrahim Agâh, İslâm’da Ahlâk ve Manevi Vazifeler, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını, Ankara, 1974, s. 22. Nursi de (Said, Sözler, Envar Neşriyat, İstanbul, 1995, s. 49) konuyu: “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtibsiz olamaz, …Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur?” diye dile getirmiştir.
[347] AYM, Esas: 1970/53, Karar: 1971/76, 21.10.1971
[348] Özbudun, Ergun, “Laiklik ve Din Hürriyeti”, Demokratik Anayasa, Hazırlayanlar: Ece Göztepe-Aykut Çelebi, Metis Yayınları, İstanbul, 2012, s. 190.
[349] Petrov, s. 296-307.
[350] Ersoy, Safahat, s. 267.
[351] Petrov, s. 309.
[352] Bu fikri ileri süren El-Kevakibi (s.160) dinin insanları kötülüklerden koruduğunu Kur’an’dan (Ankebut/29: 45), “Şüphesiz ki namaz kötülüklerden ce çirkinliklerden alıkoyar.” Ayetinin de buna işaret ettiğini belirtmektedir. İşte burada kötülük ve çirkinliklerden korunan insan fazilete ve ahlaklı bir konuma gelmiş olacaktır. Bu arada İslâm’ın kötülüklerden uzak durmak gerektiğini (örneğin Kur’an/16: 90 gibi) İlahi buyruklar belirtmektedirler.
[353] Aynı kanaat: Selçuk, Duruşma/Tartışma, s. 16.
[354] Aral, Vecdi, Hukuk Felsefesinin Temel Sorunları, Filiz Kitabevi, İstanbul, 1992, s. 107, 109-116; Benzer görüş: Derdiman, Hukuk Başlangıcı, 2015, s. 3, 4; Sümer, Haluk Nadi-Ulukapı, Ömer(Editörler), Hukuk Başlangıcı, Mimoza, 6. Baskı, Konya, 2011, s. 6.
[355] Derdiman, Hukuk Başlangıcı, 2015, s. 3.
[356] Kösoğlu, Peyami Bey, s. 311, 312.
[357] Kösoğlu, Peyami Bey, s. 300.
[358] Kur’an, Maide/5: 49, örneğin: Çantay, cilt: 1, s. 221. Bu ayetin aynı Sûrenin çoklu hukuk düzenini öngören 42. Ayetini de neshettiği görüşlerini (bakınız: Karaman, Hayreddin-Çağrıcı, Mustafa-Dönmez, İbrahim Kâfi- Gümüş, Sadrettin, Kur’an Yolu, cilt: 2, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2020, s. 275) de burada önemi ve özelliği itibarıyla belirtmeliyiz.
[359] Kur’an, Zümer/39: 18, Derdiman, R. Cengiz, “Türklerde Devlet Anlayışı ve Hükümet Sistemi, 2023. Bu konuya ilişkin bilgi “2.3.” nolu başlıkta da yer almaktadır.
[360] Konuyla ilgili değerlendirmeler için bakınız: Dokgöz, Derviş (Hazırlayan), İslam Hukukunda Ulü’l–Emrin Yetki ve Tasarrufları, İksad Yayınları, Malatya, 2022, s. 23.
[361] Zira demokrasilerde de iyi yönetimin, işin uzmanlarından yararlanmayı mecburi kılacağı (aynı kanaat: Dahl, Demokrasi üzerine, s. 91) aşikârdır. James Madison da (Federalist paper no: 57) ortak iyiye en yüksek bilgiye ve erdeme sahip insanlarla ulaşmaya dikkat çekmiştir. Bunu nakleden ve “demokrasinin yorgunluk sendromu” yaşadığını belirten Van Reybrouck (s. 35), çatışmaya karşı uzlaşıyı, oylamaya karşı istişareyi, kavgaya karşı saygılı davranışı (s. 45,46) dile getirmektedir.
[362] Akyol, Taha, Türkiye’nin Hukuk Serüveni, Fıkıhtan Hukuka ve Demokrasiye Geçiş Sorunları, Doğan Kitap Yayını, İstanbul, 2014, s. 89.
[363] İslam’ın bu yöndeki yenilenmeye ilişkin yönünün Rawls’çı kapsamdaki doktriner bakışla uyumlu olabileceği yönündeki değerlendirmeleri (Hussain, p. 190) de burada zikredebiliriz.
[364] Örneğin: Demir, Fevzi, Anayasa Hukuku, Birleşik Matbaacılık, İzmir, 2017, s. 385; Tüzün, Nejat, “Atatürk İnkılaplarından Laiklik”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 1987 cilt: 4 sayı: 10 s. 28.
[365] Benzer görüş için bakınız örneğin: Özek, Çetin, Devlet ve Din, Ada Yayınları, İstanbul, (tarih yok), s. 234.
Bu kapsamda yeni yorumlamalar “içtihat etmek” anlamına gelmektedir. “İçtihat” da bağlayıcı bir normun veya hükmün olmadığı meselelerde hukuku bulmak kapsamında hüküm vermek demektir. Uçar, Bülent, “Islam und Verfassungsstaat vor dem Hintergrund der Scharia-Regelungen”, Islam – Säkularismus – Religionsrecht, (Herausgeber: Lothar Häberle-Johannes Hattler, Springer Berlin Heidelberg 2012, ss: 27-40, s. 28. Bu doğrultuda içtihatlar, yargılama kaynak olabilecekleri gibi, Şura’da veya uygulamada da yol gösterici olabilirler. Benzer görüş ve geniş bilgi: Hallaq, Wael b., İmkânsız Devlet, 5. Baskı, Çeviren: Aziz Hikmet, Babil Kitap Yayını, İstanbul, 2022, s. 111, 112.
İslam hukukunda her hükmü ihtiyaca göre yorumla karara bağlamak mümkündür. Ancak, bu yorumlamalar temel kaynakların metinlerine ve ruhlarına aykırı olamaz. Benzer görüş örneğin: Korkmaz, Fahrettin, Gazali’de Devlet Felsefesi, Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Din Felsefesi ve Mantık Anabilim Dalı, Erzurum, 1991, s. 82.
[366] Özdenören, Rasim, Düşünsel Duruş, 6. Baskı, İz Yayınları, İstanbul, 2013, s. 239.
Osmanlı Hukukuna ilişkin değerlendirmelere göre de: “Esasen İslâm hukuk ülemâsıının rey ve içtihatlarındaki ihtilâflar şeri’atın ana hükümleri üzerinde olmaktan ziyâde, asrın icâplarına ve maslahatın iktizâsına göre, değiştirilmeleri mümkün olan dünya işlerine müteallik olduklarından’, padişahın bu hususlardaki tasarrufları, İslâm cemiyetinin umûmî menfâati icâbı caizdir.” Barkan, Ömer Lütfi, “Kanunname”, İslam Ansiklopedisi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1977, s. 193.
[367] Benzer görüşler için bakınız örneğin: Zubaida, Sami, İslam Dünyasında Hukuk ve İktidar, Çeviren: Burcu Koçoğlu Birinci-Hasan Acar, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayını, İstanbul, 2008, s.27; Hallaq, Wael b., İslam Hukukuna Giriş, 4. Bası, Çeviren: Necmettin Kızılkaya, Pınar Yayınları, İstanbul, 2021, s. 54.
[368] Aynı örnek ve düşünce için bakınız: (Nurcholish Madjid’e atıfla) Hussain, p. 273, 274.
[369] Özer, Attila, Türk Anayasa Hukuku, Türklerin Devlet Anlayışı ve Anayasal Yapılanma, Turhan Kitabevi, Ankara, 2012, s. 124.
[370] Örneğin Bayram (s. 231) naklettiği konuşmasına göre, H. S. Tanrıöver, dinin Allah’la kul arasında kalmayan toplumsal içerikte olduğunu belirtmiştir. Aksi görüş: Soysal, 100 Soruda Anayasanın Anlamı, s. 256. Atatürk’ün de dini, toplumsal olmaktan ziyade kişilerin kişisel alanlarıyla ilgilendiren/sınırlayan bir politika uyguladığı görüşü: Demir-Karatepe, s. 166. Ayrıca bakınız: dipnot: 319.
[371] Benzer görüş; Sümer-Ulukapı, s. 5. Millet dergisinin Yeni Çağ dergisine cevap olarak yayınladığı şu iddialı ifadeleri buraya almayı yerinde gördük: “Gerçek İslâmlığın prensiplerinden ve asli kıymetlerinden, bugünkü medeniyet ve cemiyet fikirlerine intibak etmeyen bir tek fikir bulur, söyler misiniz? Fakat ben size Kuran-ı Kerim’e dayanarak aksini ispat etmeye hazırım ve yine ispat etmeye hazırım ki bugün peşinde koştuğumuz insani fikirlerden, medeniyetten, ilimden, canlı ve hareketli bir hayatın bütün müesseselerinden hakiki Müslümanlık bizi ayırmaz, bilakis onlara götürür.” Millet, 21 Şubat 1946, s. 4,(nakleden: Karpat, Kemal, Türk Demokrasi Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010, s. 352).
[372] Karaman, Hayrettin, “Siyasi İslam”, Laik Düzende Dini Yaşamak 4, https://www.hayrettinkaraman.net/yazi/laikduzen/4/0169.htm erişim: 22.02.2025.
Meriç, (Cemil, Mağaradakiler, 34. Baskı İletişim Yayınları, İstanbul, 2023), bu durumu, “bize gelince” başlığında (s. 228), “İslâmiyet. Vahye dayanan bir hakikatler bütünü…Bütün bir içtimaî nizamın temeli… Ayıran değil, birleştirendi[r]. İnananlar kardeşti[r]ler. İnananlar, yani insanların hepsi…” diyerek anlatmaktadır.
Örneğin Soysal’a (100 Soruda Anayasanın Anlamı, s. 257) göre de: “İslam dini, din ile devlet işlerini ayırmak şöyle dursun, bunlarda tam bir kaynaşma getiriyor.” Nitekim Karaman ve Diğerleri (Kur’an-ı Kerim Açıklamalı Meali, s. 360), Kur’an, Enbiya/21: 93’e) “(İnsanlar) kendi aralarında (din ve devlet) işlerinin birliğini bozdular.” anlamını vermiştir. Ancak, diğer tefsir ve meallerin büyük çoğunluğu {(=kahir ekseriyeti) örneğin: Karaman ve diğerleri, Kur’an Yolu, cilt3, s. 692; Şener-Sofuoğlu-Yıldırım, s. 329; Okuyan, s. 792; Ateş, Kur’an-ı Kerîm ve Yüce Meali, s. 329; Eliaçık, s. 537.} aynı ayete, genel olarak, “aralarındaki işleri bozdular veya paramparça ettiler” gibi anlamlar vermekle yetinmişlerdir.
[373] Başgil, Din ve Laiklik, s. 75.
[374] Bakınız dipnot: 327
[375] Aynı konuyla ilgili olarak bakınız: 1-) Derdiman, R. Cengiz, Cumhurbaşkanlığı Sistemine İlişkin Değerlendirmeler, 2024. 2-) Derdiman, Cumhurbaşkanlığı Sisteminin İyileştirilmesi Önerileri, 2024. AYM’nin yeni bir kararına (Esas: 2024/14, Karar: 2024/145, 23.07.2024, §17) göre de “Liyakat, ilgili meslek, kadro veya statüye verilen görev ve yetkilerin gereği gibi ifa ve icra edilebilmesi için taşınması gereken niteliklere sahip olunmasını ifade etmektedir.”
[376] Barkçin, (Kalbin Aklı, s. 365), “Tek Başına sadakati gözetmek işlerin bozulmasını ve yozlaşmayı; tek başına liyakati gözetmek ise, davasızlığı, ahlâksızlığı getirir.” demektedir. Memuriyet hukukunda Devlete sadakat, fikrimce, bir anlamda liyakatli olmanın gerektirdiği hasletlerden birisi olarak görülebilir.
[377] Zeydan, s. 156.
[378] Bu konuya ilişkin aynı yönde geniş bilgi ve görüşler için bakınız: Gökalp, Ziya, Yeni Türkiye’nin Hedefleri, Baha Matbaası İstanbul, 1974, s. 33 ve devamı.
[379] Kur’an’dan Öğütler, II, 5. Baskı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını, Ankara, 2011, s. 424. Hadis, “rüşvet alana da verene de lanet etmiştir.” {Eş-Şankıtî, s. 192. Aynı hadisi, örneğin Defterdar Sarı Mehmet Paşa da, (Devlet Adamına Öğütler, Osmanlılarda Devlet Düzeni. Derleyen ve Çeviren Hüseyin Ragıp Uğural, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1969, s. 44’de) zikretmektedir.
Bu anlamda rüşvetin zararlarını, Devlet Makamlarına verilen şu tarihi raporlar/görüşler de dile getirmişlerdir: 1-) Defterdar Sarı Mehmet Paşa, s. 42 ve devamı; 2-) Koçi Bey, Koçi Bey Risalesi, Hazırlayan: Zuhuri Danışman, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, Birinci Baskı, İstanbul-1972, s. 82. Aynı eserinde Koçi Bey(s.82), “zulüm ve rüşvet herhangi devlette meydana çıkar ve âşikâr olursa o devlet harab ve düşkün olur.” demektedir.
Mülkiyet insanının insan olmasından kaynaklanan bir hakkıdır. “Bir insanın emeğinin mahsulü olan her şeye sahip olması, [esastır. Ve bu] Devletin [bile] müdahale edemeyeceği, ferdin yüksek haklarındadır.” (Atatürk, Mustafa Kemal, Türk Gencinin El Kitabı, Hazırlayan: Başbakanlık Basın-Yayın Genel Müdürlüğü, Harita Genel Müdürlüğü Matbaası, Ankara, 1972, s. 48). Mülkiyete haksız müdahale insanın kişiliğine de haksız müdahale anlamına gelmiş olmaktadır.
Diğer taraftan, dini kaynaklar da mülkiyet hakkını korumaktadır. Örneğin Kur’an (Bakara/2: 188), insanların mallarını aralarında haksız yere yememelerini, mallarını yetkililere sarkıtmamalarını istemektedir. (Eş-Şankıtî, s. 192). Bu ayet, kapsam itibarıyla doğal olarak rüşveti de yasaklamaktadır. Örneğin bir meal/tefsir (Şener-Sofuoğlu-Yıldırım, s. 28) de andığımız ayete açıkça bu yönde bir anlam da vermektedir. Bu ayetten, insanların tüm hak ve kazanımlarıyla (Kur’an, Nisa/4: 58’deki) “emanet”lere riayet etmeleri; haksızlık yapmamaları sonucunu da çıkarabilmekteyiz. Nitekim, İslâm hukuku açısından emanetin ehline verilmesini emreden ayetin (Kur’an, Nisa/4: 58) nüzul sebebi de dikkat çekmektedir.
Mekke’nin fethini müteakiben Hz. Peygamber o zaman gayrımüslim Osman b. Talha’dan Kabe’nin anahtarını almıştır. Amacı bu görevi ashabından birisine vermek iken, işte “emaneti ehline vermeyi” emreden (Nisa/4:58) bu ayet nazil olmuştur. (Bakınız örneğin: Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, 2. Cild, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayını, İstanbul, 2021, s. 352. (Aynı yönde bilgiler: Ebu’s Su’ud Efendinin İrşâdü’l- Akli’s-Selîm İlâ Mezâyâ El-Kur’âni’l-Kerîm adlı eserindeki andığımız ayet tefsirinde de geçmektedir). Dolaysıyla İslâm, bir iş’te “ehil olan” varken, din veya başka ayrım gözeterek kayırmacılığı yasaklamaktadır.
[380] Aynı yönde bilgi ve hadisler için bakınız: İbn Teymiyye, s. 29. Yalnız liyakati itibarıyla kamusal makamlarda vazife almayı kamusal bir mükellefiyet gören istekliliği ayrı tutmak gerekir. Örneğin Şankıtî, (s. 166, 167), liyakatli kişilerin, “yönetim boşluğu”na meydan vermemek için böyle bir istekte bulunmalarını mümkün görmektedir.
Hukuken şartları uyanların kamu görevine başvuru ve istek yapabilmeleri “şans ve fırsat eşitliği”nin gereğidir. Kaldı ki dini bakış da şans ve fırsat eşitliğini öngörür. Yani: “İslam çoğunlukla bütün insanların eşit olduğunu ve hak ve fırsat eşitliğine sahip olması gerektiğini savun[ur. Ve böyle] bir din (egalitarian) olarak tanımlanır ve engin manada bu doğrudur.” (Lewis, Bernard, İslam’ın Siyasal Dili, Çeviren: Fatih Taşar, Rey Yayıncılık, Kayseri, 1992, s. 99).Ama beşerî hukukta da kamu görevlerine girmek için öncelik tanınmasını isteklerini kabul etmek mümkün değildir.
[381] Enginün, İnci, Halide Edip Adıvar’ın Eserlerinde Doğu Batu Meselesi, Gözden Geçirilmiş 3. Baskı, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2007, s. 407.
[382] Kur’an, Müminun/23: 8; Mearic/70: 32, Doğrul, Cilt 2 s. 553, 881.
[383] Kur’an, En’am/6: 152, Doğrul, cilt 1, s. 255; Okuyan, s. 363.
[384] Kur’an, Nisa/4: 58, Okuyan, s. 208.
[385] Kur’an, Enfal/8: 27: “Allah’a ve Elçiye hıyanet (ihanet) etmeyin; (sonra) bilerek kendi emanetlerinize hıyanet (ihanet) etmiş olursunuz.” Okuyan, s. 437.
[386] Şener-Sofuoğlu-Yıldırım, s. 179.
[387] İbn Teymiyye, Es-Siyaset’üş Şer’iyye, 2. Baskı, Mütercim: Ahmet Tutuş, Daru’l İmara Yayınları, Malatya, s. 27, 28. Bir hadis de (B6496 Buhârî, Rikâk, 35, Hadislerle İslâm Serlevha Hadisler, s. 171) yönetime ehil olmayan kimsenin atanmasını yasaklamaktadır:
[388] İbrahim Feridun, s. 44.
[389] Yazıcıoğlu, Bu sistem Değişmeli …, s. 117. Atatürk de, Türk Milletinin, yani milletimizin her bir ferdinin çok çalışması gerektiğine; modern imkanlardan yoksunluğun zararının da fazla emekle giderilebileceğine dikkat çekmiştir. Bozdağ, s. 63.
[390] Eliaçık, İhsan, Adalet Devleti, 7. Baskı,İnşa Yayınları, İstanbul, 2017, s. 568, 569.
[391] Devellioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, 26. Baskı, Aydın Kitabeyi Yayınları, Ankara, 2010, s. 9
[392] Derdiman, Anayasa Hukuku, 2013, s. 284.
[393] Hatemi, Hüseyin, Hukuk Devleti Öğretisi, İşaret Yayınları, İstanbul, 1989, s.70
[394] El-İsfahani, Rağıp, Müfredat, Kur’an Terimleri Sözlüğü, Çevirenler: Abdulbaki Güneş-Mehmet Yolcu, Çıra Yayınları, İstanbul, s. 680; (İsfahani’ye atıfla) Eliaçık, s. 899.
[395] Bıçak, Ayhan, Devlet Felsefesi Eleştiriler ve Öngörüler, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2016, s.182
[396] Bu konuda bakınız yukarıda, “3.1.1.” nolu başlığı.
[397] AYM, E.1992/37, K.1993/18, 27/04/1993. Hukukun üstünlüğü teoride hukuk devletiyle eş anlamlı ya da hukuk devleti kapsamındadır. Ama burada “hukuk devleti”nin bağlayıcılığını ve kanun devletinden farklı bir terim olduğunu vurgulamak da istedik.
[398] Hatemi, Hukuk Devleti Öğretisi, s. 19.
[399] Eliaçık, Adalet Devleti, s. 583.
[400] Aynı kanaat: Hatemi, Hukuk Devleti Öğretisi, s. 229.
[401] “Adaletin ilk şartı hukuka bağlılıktır.” Kösoğlu, Nevzat, Millet Meclisinde ve Askeri Mahkemede Tarihe Konuşmalar, 3. Baskı, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1987, s. 406.
[402] Abadan, s. 108.
[403] Bakınız: Hatemi, Hukuk Devleti Öğretisi, s. 83, 90.
[404] Bu yazıda “hukuki güvenlik” deyimini de “hukuk güvenliği”yle aynı manaya gelecek şekilde kullanmış bulunmaktayız. Bir de: “hukuki güvenlik”in -tıpkı sosyal güvenlik gibi,- “hukuk güvenliği”nin kurumsallaşması olarak görmek mümkündür.
[405] Örneğin: AYM, Esas: 2020/27 Karar: 2020/52, 24/9/2020, § 11-14; AYM, Esas: 2017/137 Karar: 2017/161, 29.11.2017 § 7, 11.
[406] Aynı yönde: Herschel Wilhelm, “Rechtssicherheit und Rechtsklarheit”, Juristen Zeitung, 22. Jahrg., Nr. 23/24 (8. Dezember 1967), ss: 727-737, s. 728
[407] AYM 2. Bölüm, Bireysel Başvuru: 2015/6777, 07.12.2016, § 70
[408] AYM 1. Bölüm Bireysel Başvuru No: 2020/32671, 28.11.2024, § 40.
[409] Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurul 4-11, 15.06.1949, nakleden: AYM (1.) Bireysel Başvuru No: 2020/32671, 28/11/2024, § 23/8.
[410] Ávila, Humberto, Theorie der Rechtssicherheit, Duncker & Humblot GmbH, Berlin, 2022, s. 172.
[411] Hukuki belirlilik ve öngörülebilirlik açısından bilgi ve emsâl kararlar için bakınız: Derdiman, R. Cengiz, “Ticari Davalarda Arabuluculuğa İlişkin Belirsizlikler”, Hukuki Yaklaşım Sitesi, https://www.hukukiyaklasim.com/makaleler/ticari-davalarda-arabuluculuga-iliskin-belirsizlikler/#_ftn22 , erişim: 01.12.2023, “2.1.” numaralı başlık ve ilgili dipnotlar.
[412] AYM, 2. Bölüm, Bireysel Başvuru No: 2013/8463, 18.09.2014.
[413] AYM 2. Bölüm Bireysel Başvuru No: 2014/13518, 26/10/2017, § 69.
[414] Bu durumun hukuk güvenliğine aykırılığına dikkat çekilen çalışma: Derdiman, Hukuk Başlangıcı, 2015, s. 324; Derdiman, R. Cengiz, “Dava Zamanaşımının Ceza Davasında Kesilmesi” Hukuki Yaklaşım Sitesi, 23.02.2024, https://www.hukukiyaklasim.com/makaleler/dava-zamanasiminin-ceza-davasinda-kesilmesi/#_ftn132 erişim: 01.04.2024.
[415] Geniş bilgi ve değerlendirme: Fuller, Lon L., Hukukun Ahlâkı, Çeviri: Ergin Arıkan, Tekin Yayınları, İstanbul, 2016, s. 53, 54.
[416] Sosyoloji Kitabı, 2. Baskı, Çeviren: Tufan Göbekçin, Alfa Yayınları İstanbul, 2016, s. 275
[417] Sosyoloji Kitabı, s. 287.
[418] Erkal, Mustafa, Yol Ayrımında Ülke, Derin Yayınları, İstanbul, 2007, s. 60.
[419] Mumcu, Ahmet, Osmanlı Devleti’nde Rüşvet (Özellikle Adli Rüşvet), Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayını, Ankara, 1969, s. 49.
[420] Mumcu, Osmanlı Devleti’nde Rüşvet s. 76. Osmanlı’da Yıldırım Beyazıt’ın kadıların yolsuzluklara tevessül etmemeleri ve adil karar vermelerine ilişkin atıf yapılan kaynak: Derdiman, R. Cengiz, “Türklerde Devlet Anlayışı ve hükümet sistemi, 2023,dipnot: 118.
[421] Steinberg, S. Sheldon-Austern, David T., Hükümet Ahlak ve Yöneticiler, çeviren: Turgay Ergun, Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü yayını, Ankara, 1995, s. 49 ve devamı.
[422] Mumcu, Osmanlı Devleti’nde Rüşvet, s. 18-20.
[423] Mumcu, Osmanlı Devleti’nde Rüşvet, s. 19, 20; aynı yönde: Turan, Erol (Raportör), Kamu Yönetiminde Yolsuzluk Olgusu, TASAV Siyaset, Hukuk ve Yönetim Araştırmaları Merkezi www.turkakademisi.org , Rapor No: 13, 22 Aralık 2014, s. 8.
[424] Benzer görüş: Güner Toprak, Başarabiliriz, s. 605, 606.
[425] Turan, Kamu Yönetiminde Yolsuzluk Olgusu, s. 9.
[426] Steinberg-Austern, s. 3.
[427] Yolsuzlukla Mücadele, TBMM Raporu “Bir Olgu Olarak Yolsuzluk, Nedenler, Etkiler, Çözüm Önerileri”, Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV), https://www.tepav.org.tr/upload/files/1313475413-4.Bir_Olgu_Olarak_Yolsuzluk_Nedenler__Etkiler__ Cozum_Onerileri.pdf , erişim: 10.01.2024, s. 72, 73.
[428] Erkal, s. 60.
[429] Chapra, Muhammad Umer, İslam İktisadında Ahlak ve Adalet, Çevirenler:Mehmet Saraç-Hasan Vergil-Murat Ustaoğlu-Melih Oktay-Zehra Betül Ustaoğlu., İstanbul Üniversitesi İslam İktisadı ve Finansı Uygulama ve Araştırma Merkezi (İSİFAM) Yayını, İstanbul, 2018, s. 100.
[430] Hahnel, Robin, Siyasal İktisadın ABC’si Modern Bir Yaklaşım, çeviren Yavuz Alogan Ayrıntı yayınları, İstanbul, 2004, s. 345
[431] Giddens, Antony, Sosyoloji, Kırmızı Yayınları, İstanbul, 2012, s. 398.
[432] Bıçak, s. 209.
[433] Güner Toprak, Başarabiliriz, s. 607.
[434] Aynı Kanaat: Güner Toprak, Başarabiliriz, s. 607. Geniş bilgi: Steinberg-Austern, s. 117 ve devamı.
[435] Arvasi, Türk-İslâm Ülküsü, 1, s. 215.
[436] Atatürk’ün İzmir İktisat Kongresindeki nutkunda bu yöndeki düşünce ve beyanları için bakınız: İnan, Afet, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, s. 114, 117.
[437] (Huber, Ernst Rudolf, Nationalstaat und Verfassungsstaat, Stuttgart, 1965, s. 275’e atıfla) Karaca, Milliyetçi Türkiye, 1972, s. 56, 57.
[438] Bakınız: Berkes, Niyazi, 200 Yıldır Neden Bocalıyoruz?-2, Yenigün Haber Ajansı yayını, İstanbul, 1997, s. 129.
[439] Savaş, Vural F., Anayasal İktisat, 3. Baskı, Avcıol Basım ve Dağıtım, İstanbul, 1997, s. 93.
[440] Aynı kanaat: Turan, İlter, Turkey’s Difficult Journey to Democracy Two Steps Forward, One Step Back, Oxford University Press, Oxford, 2015, p. 230; Derdiman, Cumhurbaşkanlığı sistemine ilişkin değerlendirmeler, 2024; Güner Toprak, Başarabiliriz, s. 542.
[441] Yayla, Atilla, Siyaset Bilimi, Adres Yayınları no: 42, Ankara, 2015, s. 384; Faust, Jörg,. “Demokratie, Demokratisierung und wirtschaftliche Entwicklung”, KAS Auslandinformationen, 2018, http://www.kas.de/wf/doc/kas_7924-544-1-30.pdf, ss. 4-22, erişim: 08.05.2018, s. 9, 10.
[442] İbn-i Haldun, Mukaddime Cilt I, s. 73.
[443] En-Neccar, Muhammed, İslâm Ekonomisine Giriş, Tercüme: Ramazan Nazlı, Hilâl Yayınları, İstanbul, 1978, s. 168. Benzer görüş: Naqvi, Syed Nawab Haidar, İslâm, Ekonomi ve Toplum, Çeviren: Ozan Maraşlı, İktisat Yayınlı, İstanbul, 2018, s. 92.
[444] Meriç, (Umrandan Uygarlığa, s.156), İbni Haldun’un, (Mukaddime’sinde iktisadi bakışını anlatırken) bir toplumu asıl zenginleştiren faktörün ticaretten ziyade üretim olduğuna işaret ettiğini belirtmektedir.
[445] Benzer görüş: Aysan, Mustafa A., “Atatürk’ün Ekonomik Görüşü: Devletçilik”, Atatürkçü Düşünce El Kitabı cilt: 1, Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 2004, s. 83, 87.
[446] Aynı kanaat: Steinhaus, Kurt, Soziologie der Türkischen Rovulotion, Europäische Verlagsanstalt, Frankfurt am Main, 1969, s. 131.
[447] Bakınız: Aysan, s.86.
[448] İlhan, Atilla, Sosyalizm Asıl Şimdi, 3. Baskı, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 1995, s. 393.
[449] “Etatismus-sozialistisch verkleidet” Wissenschaftlicher Dienst Südosteuropa, 1967, Heft 9/10,
(https://www.degruyter.com › soeu-1967-169-1008 › pdf, erişim: 18.05.2024) ss: 164-169, s. 169.
[450] İnan, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, s. 161,
[451] Bu konularda bakınız: Atatürk’ün 01.11.1937 tarihli, TBMM’yi Açış konuşması, Aysan, s.86. Friedman (Milton, Kapitalizm ve Özgürlük, Çevirenler: Doğan Erberk-Nilgün Himmetoğlu, 6. Baskı, Serbest Kitaplar yayını, Ankara, 2021, s. 76), bu tür denetimlerin ekonomik verimi azaltabileceği görüşündedir. Ancak bu sakıncaya dikkat ederek uygun politikalar geliştirmek de mümkündür. Nitekim Friedman’a göre “Devleti serbest ekonomiye mali çerçeve sağlaması için kullanmak arzu edilen durumdur… [Önemli olan da] bireylerin ekonomide büyüme yaratmalarını mümkün kılan genel bir yasal ve ekonomik çerçeve[dir. Yani bunu] sağlamaktır. [Friedman bu hususta izlenecek politikaların] Devletin, değerleriyle uyum içinde [olmasını da istemektedir.]” (s. 76)
[452] İbni Haldun, Mukaddime Cilt: I, 2004, 374.
[453] Şevket Süreyya Aydemir’in bu yöndeki düşüncesi: İnsel, Ahmet, Düzen ve Kalkınma Kıskacında Türkiye, Çeviren: Ayşegül Sönmezay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1996, s. 178.
[454] Bozdağ, s. 69, 70.
[455] Aynı kanaat: Önsoy, Rifat, “Atatürk’ün Ekonomi Politikası ve Devletçilik”, Atatürkçü Düşünce El Kitabı cilt: 2, Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 2005, s.134. Özel teşebbüsün ve kamu teşebbüsünün aynı iktisadi etkinlik olarak eşit şekilde mevcudiyetleri yönündeki düşünce: Göze, Ayferi, Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, 5. Baskı,Beta Yayınları, İstanbul 1989, s. 374.
[456] Çeçen, Anıl, 100 Soruda Kemalizm, 8. Baskı, Kilit Yayınlan, Ankara, 2009, s. 134.
[457] Burada “bizim izlediğimiz devletçilik, [Atatürk’ün ifadeleriyle] bireysel emek ve çalışmayı esas tutmakla birlikte, mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti zenginliğe ve ülkeyi bayındırlığa ulaştırmak için milletin genel ve yüksek menfaatlerinin gerektirdiği işlerde özellikle ekonomik alanda devleti bizzat ilgili tutmaktır.” Atatürk, Medeni Bilgiler, s. 78; İnan, Afet, Atatürk Hakkında Hatırlar ve Belgeler, Yayına Hazırlayan: Arı İnan, 8. Baskı, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2009, s. 410.
[458] Derbil, Süheyp, “Devletçilik”, C.H.P. Konferanslar Serisi, Recep Ulusoğlu Matbaası, Ankara, 1939, s. 23 ve devamı; Turhan, Mümtaz, Atatürk İlkeleri ve Kalkınma, Sosyal Psikoloji Bakımından Bir Tetkik İstanbul Şehir Matbaası, İstanbul, 1965, s.53,54.
[459] Tautscher, Anton, Die Öffentliehe Wirtschaft, Duncker & Humblot, Berlin, 1953, s. 46, 47.
[460] Durkheim, Emile, Sosyoloji Dersleri, Çeviren: Ali Berktay, İletişim Yayınları, İstanbul, 2006, s. 124.
[461] Boratav, Korkut, 100 Soruda Türkiye’de Devletçilik, Gerçek Yayınları, İstanbul, 1974, s. 134
[462] Kur’an da (Haşr/59:7) malların ve dolayısıyla her türlü kazanımın ve sermayenin belli bir kesim elinde toplanan bir güç oluşturmaması gerektiğini belirtilmektedir. Bu durum, servetin nüfuz ve güç kullanma vasıtası olmasını engellemek anlamına gelmektedir. (Hatemi, Hüseyin, İslâm Açısından Sosyalizm, 3. Bası, İşaret Yayınları, İstanbul, 1988, s. 120 dipnot: 5, 173, 265, 328; Naqvi, İslam, Ekonomi ve Toplum, s. 81).
[463] Benzer görüşler için bakınız örneğin: Rifai, Kenan, Sohbetler, 2. Baskı, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, 2000, s. 129. Evvelce ilkokullarda ve diğer eğitim kurumlarında düzenlenen yerli malı haftaları yerli malı kullanımı kültürüne katkıydı.
[464] Yazıcıoğlu, Bu Sistem Değişmeli …, s. 33. “İslam, sınırsız olan nefsi duyguların giderilmesi amacıyla gerçekleştirilen aşırı tüketimi, israf olarak kabul etmektedir.” Görüşü için bakınız: Durmuş, Hasan, İslam İktisadı Tüketim Anlayışı: İsraf Perspektifinden Değerlendirme, Orion Yayınları, Ankara, 2022, s. 177.
[465] Arıoba, Çelik, Ekonomi Dersinde Yardımcı Olmak Amacıyla Hazırlanmış Özet Not, (Teksir), Polis Enstitüsü Yüksek Öğrenim 1980-1981, Ankara, s. 5.
[466] Bakınız: Aren, Sadun, 100 Soruda Ekonomi El Kitabı, 12. Baskı,Gerçek Yayınları, İstanbul, 1993, s. 10, 11; En-Neccar, s. 133.
[467] Köksal, İsmail, “İslâm Hukuku Açısından İsraf Ekonomisine İlişkin bir Değerlendirme.”, marife dini araştırmalar dergisi, yıl: 3, sayı: 1, bahar 2003, ss: 201-210, s. 203. Hatta sistem, tüketimi özendirmek için adeta planlı bir girişim içerisindedir. Illich, s. 53.
[468] Örneğin: Kur’an, Furkan/25: 67; A’râf /7: 31. Günümüz insanlarının savurganlığı ve aldıklarını tüketmeden yenilerini almaya yönelimleri ve bunu teşvik edici politika ve davranışların önüne geçmek (bakınız: Baudrillard, Jean, Tüketim Toplumu, 6. Baskı, çevirenler: Hazal Delieeçaylı-Ferda Keskin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2013, s. 38, 39), savurganlığa karşı önemli bir çare/usûl olacaktır.
[469] Illich, Ivan, Tüketim Köleliği, Türkçesi: Mesut Karaşahan Pınar Yayınları, İstanbul, 2000, s. 29.
[470] Stöger, Roman, Der neoliberale Staat Entwicklung einer zukunftsfähigen Staatstheorie, (Mit einem Geleitw. von Anton Pelinka und Hans Köchler), Deutscher Universitäts-Verlag GmbH, Wiesbaden, 1997, s. 211.
[471] Özelleştirmenin küresel ya da ulus-aşırı şirketlerin politikaları ya da dış dayatmalarla olabileceği yönündeki görüş: Kurtoğlu, Ramazan, Küresel Ekonomik Kriz ve Yeni Dünya Düzeni, 4. Baskı, Orion Yayınları, Ankara, 2014, s. 73, 98, 280, 318.
[472] Bu, özel teşebbüse öncelik tanıyan karma ekonomiyi tercih eden Devletçilik ilkesine de uygundur. Çünkü Atatürk dönemindeki politika ve uygulamalardan bu sonuca varmak mümkün olduğu gibi; devletçilik ilkesinin, bilim ve teknikte çağdaş yeniliklere açık bir usûl içerdiği (İnan, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, s. 164) söylenebilir.
[473] Önsoy, s. 133, 134.
[474] Çünkü “Vatani ahlâk, millî mefkûrelerden, millî vazifelerden mürekkep olan bir ahlâk demektir.” Gökalp, Ziya, Türkçülüğün Esasları, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi yayını, Eskişehir, 2019, s. 86. “Millî tesanüdü[=dayanışmayı] kuvvetlendirmek için vatani ve medeni ahlâklardan sonra, bir de mesleki ahlâkı yükseltmek lâzımdır.” Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 90.
[475] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cilt: I-III, (cilt: I), s. 211,
[476] Benzer görüş: Gönencan, Zahid, “Atatürk ve Sosyal Güvenlik (23.04.1920-10.11.1938)”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Kasım 1990, cilt: 7, sayı: 19 ss: 131-140, s.133
[477] Halbuki rızkı veren Allah’tır. Kanaatimizce, İslâm, fakirlik (Kur’an, En’am/6: 151) ya da fakirlik korkusu (Kur’an, İsra/17: 31) dolayısıyla çocuk yapmaktan kaçınmayı; doğum kontrolünü tasvip etmemiştir.
[478] Ülkemizde göçmenlerin, milli gelirden kişi başına düşen payı azalttığını görmek zor değildir. Göçmenlerin nüfuslarının Ülkemiz vatandaşlarımızdan çok çok fazla artışının Ülkemiz açısından siyasal, sosyal ve kültürel olumsuzluklara, sebep olabileceği de malûmdur. Bu gibi sebeplerle de Ülkemizdeki göçmenlerin Ülkelerine veya başka ülkelere göndermek gayrıadil bir tutum olmayacaktır. Yalnız, bunu insani plan ve programlar dahilinde yapmaya özen göstermek daha uygun olacaktır.
Şurası var ki: hiçbir projenin, toplumumuzu, birliğimizi beraberliğimizi, Millet olma kimliğimizi bozmasına duyarsız kalamayız. Ve “hiçbir göç mühendisliğinin, hiçbir emperyalist projenin, Türk kimliğimizi bozmasına [da] izin verme[meliyiz].” Özdağ Ümit, Stratejik Göç Mühendisliği, 2. Baskı, Kripto Yayınları, Ankara, 2020, s.136.
[479] Bakınız ve karşılaştırınız: Baş, Haydar, Milli Ekonomi Modeli, Bakü Devlet Üniversitesi Yayını, Bakü, 2005, s. 62.
[480] Benzer görüş örneğin Atasoy, s. 389; Akca, Ümit, Küreselleşme Sürecinde Türk Milliyetçiliği, Dünü, Bugünü Yarını, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyoloji Anabilim Dalı, İstanbul, 2003, s. 101; Çeçen, Baran, Ulus Devletin Geleceği, İleri Yayınları İstanbul, 2016, s.100, 101; Leba, Reyhen, “Küreselleşme Sürecinde Ulus-Devletin Önemi ve Sosyal Devletin Geleceği”,Mevzuat Dergisi, Yıl: 2001/4, sayı: 44, https://www.mevzuatdergisi.com/2001/08a/02.htm erişim: 03.02.2025.
Nitekim, “Devlet görünüşte siyasal egemenliğe sahip olabilir, ancak sahip olduğu gerçek iktidar da sınırlıdır, teknoloji ve sermaye için daima uluslararası şirketlere bağımlıdır.” Levit, Kari Polanyi, “Çokuluslu şirketin doğası ve çelişkileri, Giriş”, Hymer, Stephen Herbert, Çokuluslu Şirket radikal bir yaklaşım çeviren: Fahri Bakırcı, Epos Yayınları, Ankara, 2013, s. 144). Küreselleşmenin bu açıdan devletlerin egemenliklerini tehdit edebilir bir içerik taşıyabileceği konusunda bakınız: Bauman, Zygmunt, Küreselleşme Toplumsal Sonuçları, 3. Baskı, Çeviren: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2010, s. 70. Aynı konuda Habermas’ın görüşünü de Mısır (Mustafa Bayram, Devlete Karşı Kamu Hukuku, Edebi şeyle yayını., İstanbul, 2019, s. 161), kendi eserinde zikretmektedir.
[481] Nitekim bir görüşe göre; günümüzde herhangi bir “devletin politika yönelişi kendi topraklarından dışarı kaymakta ve devlet ulusaşırı bölgesel ve küresel piyasa güçlerinin yararına bir araç olarak çok-uluslu şirketlerin, bankaların ve gittikçe artan derecede para tacirlerinin istekleri doğrultusunda hareket etmektedir.” Falk, Richard, Yırtıcı Küreselleşme Bir Eleştiri, çeviren: Ali Aksu, 4. Baskı, Küre Yayınları, İstanbul, 2005, s.51, 52.
[482] Benzer görüş: Berkes. 200 Yıldır Neden Bocalıyoruz? 2, s. 138, 139.
[483] Barkçin, Savaş Ş., Medeniyet Aklı, 10. Baskı, Mostar Yayınları, İstanbul, 2023, s. 263.
[484] Ersoy, Kur’an’ın bir ayetinin (Enfal: 46) tefsirinde(=yorumunda): “Efradı birbiriyle boğuşan millet, harice karşı mevcudiyetini muhafaza edebilecek maddi kuvvetler tedarikine, ne vakit, ne imkân bulamayacağı gibi alemde hiçbir şeyle telafisi kābil olamayan kuvve-i ma’neviyeden de mahrum olur ki bu en müthiş bir hüsrandır.” (Ersoy, Mehmet Akif, Tefsir Yazıları ve Vaazlar, yayına hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, 2. Baskı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2013, s. 65) görüşlerini ileri sürmektedir. Ersoy’un bu konudaki bir şiirindeki beyiti de yukarıda (225. dipnotta) belirtmiştik.
[485] Benzer görüş: Atasoy, Küreselleşme ve Milliyetçilik, s. 389, 408, 409. Mehmet Akif Ersoy’un ibret alınabilecek beyiti 225. dipnottadır.
[486] Burada belirtmek gerekir ki: Türk Milleti olarak tarihi birikimlerimiz ve tecrübelerimiz, daha yakın bir zamanda verdiğimiz Milli istiklâl mücadelemiz; başka devletlerin Ülkemize yönelik her türlü emperyalist ve sömürgeci politikalarına her zaman, Millet olarak birlik ve beraberlik içinde karşı koyabileceğimize işaret etmektedir. Geniş bilgi ve görüşler için bakınız: Tural, Sadık Kemal, Yüzyıla Damgasını Vuran Önder: Atatürk, Akçağ Yayınları, Ankara, 2015, s. 163, 164.
[487] Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 92.
[488] Nuri Pakdil’in aynı yöndeki kanaatleri için bakınız: Topci, Davut, “Nuri Pakdil ve Toplumsal Yabancılaşma”, Din Sosyolojisi Araştırmaları, cilt: 1 sayı:1, Ekim 2021, ss: 29-42, s. 36 ve devamı.
[489] Benzer görüşler: Hahnel, Robin, İktisadi Adalet ve Demokrasi Rekabetten İşbirliğine, çeviren Yavuz Alogan Ayrıntı yayınları, İstanbul, 2006, s. 195, 196.
[490] El-Kevakibi, s. 153.
[491] İlhan, Attila, Hangi Atatürk, 5. Baskı, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2008, s. 186.
[492] Bir kere, insan için çalışarak elde edilen kazanç makbuldür. Çünkü insan bu kazancı çalışarak hak etmiştir. (Kur’an, Necm/53: 39-41; Nisa/4: 32).
[493] (Hırsızlık ve yolsuzlukla, hukuksuzlukla ve hakkaniyete aykırı yani kısaca) gayrımeşru kazançlar gayrıahlâkidirler. Bunları tasvip etmek mümkün değildir. Ahlâki olan ise, bu usûllere şiddetle karşı çıkmaktır. Kendisine zarar vereceği anlaşılan veya karşılıklı rızaya dayanmayan bir ticarete girmemek de bunlardan birisidir. (Kur’an Bakara/2: 16; Nisa/4:29). Keza muhtaçların kazanımlarını onların yararına olmaksızın yemek içmek ya da mal ve hizmetlerden odluğundan fazla gelir elde etmek gibi davranışların da haksız ve ahlaka uymayan nitelikleri içerdikleri de izahtan varestedir. (Kur’an, Âli İmran/3:130; Nisa/4: 2 ve 6).
[494] Benzer görüş: Yazıcıoğlu, Bu sistem Değişmeli …, s. 31.
[495] Kur’an’da (Bakara/2:275) alışveriş helal, faiz haram kılınmıştır. Bu hüküm, alışveriş kapsamında sayılmayacak gelirlerin faiz olacağı gibi bir anlamı da içermektedir. Yine Kur’an (Âli İmran/3: 130; Nisa/4: 29, 161; Rum/30: 39; Nur/24: 37) paraları başkalarına, sırf artması için vermeyi faiz olarak görmektedir. Ve bu kazanımın hiçbir hayır getirmeyeceğini; Allah katında gerçek bir artış olmayacağını vurgulamaktadır. (Benzer görüşler örneğin: Şeker, Mehmet, İslâm’da Sosyal Dayanışma Müesseseleri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını, Ankara, 2003, s. 90-95). Tüm bu sebeplerle faiz ve tefecilikle kazanılan paranın yoksullara yardım için diye haklılaştırılması gibi düşünceleri (Kutsal Kitap, Süleyman’ın Özdeyişleri/28:8, içinde: s. 815) isabetli görmek mümkün olamaz.
Bu arada: İslâm aynı nitelikteki iktisadi değeri haiz eşyaların değişiminde bir ölçü getirmiştir: Bu çerçevede ölçekleri veya ağırlıklıları aynı eşyaların vadeli yöntemle değiştirilmelerini bile faiz kapsamında görmüştür. Yani buradaki yasak, aynı ölçüde, ağırlıkta veya nitelikte eşyaları, kendi aralarında, birini diğeriyle vadeli şekilde değiştirmektir. (Ayrıca bakınız dipnot: 507). Bunun sebebini bu değişim usûlünün haksızlık ve kişileri yoksullaştırıcı fonksiyonlarında aramak lazımdır.
[496] Tabakoğlu, s. 275.
[497] “Atatürk, gelir dağılımındaki adaleti, ulusal birliğin korunma şartı olarak görmüş ve emek sarf eden kesime özel bir önem vererek bu hususta devleti görevli kılmıştır.” Evyapan, Rafet, “Atatürk ve Sosyal Devlet,” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Mart 1999, cilt 15 sayı 43, ss: 253-282, s. 262.
[498] Hatemi, İslâm Açısından Sosyalizm, s. 256, dipnot: 5. Hayır, güzellik ve iyilik için çalışan, mükâfaatını kısa vadede kaybedecek olsa da uzun vadede alır. Ve bu tür insanlar gönül huzuruna ve saadete kavuşurlar. (Kur’an’ın bir (Ankebut/29: 69) ayetinin tefsiri: Ersoy, Tefsiz Yazıları ve Vaazlar, s. 57).
[499] En-Neccar, s. 212. Hatemi, İslâm Açısından Sosyalizm, s. 97, 98.
[500] El-İsfahani, s. 412; Öztürk, Yaşar Nuri, Kur’an’ın Temel Kavramları, cilt: 2, 25. Baskı, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2012, s. 203.
[501] En-Neccar, s. 213.
[502] Benzer görüş: Hatemi, İslâm Açısından Sosyalizm, s. 121. Bu kapsamda, çalışanların haklarını tam ve vaktinde vermeyen bir kimse malvarlığını haksız zenginleştirmiş olur. Nakvi, Ekonomi ve Ahlak, s. 201. İslam dışında diğer semavi dinler de faizi yasaklamışlardır. (Bakınız: Harunoğulları, Erdal-Çalışır, Mustafa, “Faiz Kavramı ve Tarihsel Perspektiften Faiz” Sosyal, Beşerî ve İdari Bilimler Dergisi, 5(12) ss: 1777-1797, s. 1781-1783). Örneğin Mısırdan çıkış/22: 25; Luka/6:34, Kutsal Kitap, s. 96,97, 1289.
[503] Kısaca söylemek gerekirse: İktisatçılara göre faiz iktisatta sermayenin geliri veya paranın kirası olarak görülmektedir. (Aren, s. 83). Şurası açıktır ki: Faiz için sermaye sahibinin emek sarfetmesine çalışmasına gerek bulunmamaktadır. (Harunoğulları-Çalışır, s. 1787).
Diğer taraftan para bizzat mal ve hizmet değil, bunların değişim aracıdır. Dolayısıyla paranın parayla değişimini aslında ticaret kapsamında görmenin mümkün olmadığı söylenebilir. Örneğin Bilmen’e (Ömer Nasuhi, Hukukı İslamiyye ve Istılahatı Fıkhıyye Kamusu, 6. Cild, Bilmen Yayınevi, İstanbul, tarih belirsiz, s. 109) göre, “MeseIa: bir kimse, bin kuruşunu, bin yüz kuruş ile peşin veya veresiye olarak mübadelede(≈değişimde) bulunsa yüz kuruşu, karşılıksız olarak alınmış olur.”
[504] Faizcilik “birçok insanları ziraatla, ticaretle, sanatla iştigalden[=uğraşmaktan] menetmektedir.” (Bilmen, s. 109). Bu arada, örneğin bankadan alınan kredinin ödünç karşılığı gelir olarak alınacak kısmının riba olmayacağı yönündeki görüşler için bakınız örneğin: Uludağ, Süleyman, İslâm’da Faiz Meselesine Farklı Bakış, 5. Baskı, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2023, s. 188-192, 204, 213, 227, 228, 245, 283, 290.
Aynı eser (s. 251), kuyumcuların para değeri taşıyan altın satmakla, parayı para olarak alıp satmış olduklarını söylemektedir. Ve Bankanın da yaptığının da anlaşıldığı kadarıyla para alım satımı olduğu sonucuna ulaşmaktadır. Yazar faizde de risk’in olduğunu, faize para verenin de parasını alamayabileceğini belirtmektedir.
Ancak konuya İslami açıdan (Kur’an, Bakara/2, 275, 279) baktığımızda: alışveriş (ve dolayısıyla bundan elde edilen kâr) helal; faizle kazanç haramdır. Kur’an, bu şekilde faize verilen borçlarda, faiz olarak belirlenen bakayadan(≈kısımdan) vazgeçmek gerektiğini; ve karşılıksız verilen ödünçlerin rızayı İlahiyi kazanmaya vesile olacağını belirtmiştir. (Kur’an, Maide/5: 12; Hadid/57/18; Tegabün/64:17 Müzemmil/73: 20, Uludağ, İslamda Faiz Meselesine Farklı Bakış, s. 265).
Böylece İslam, faizi yasaklamış; alışverişi ve faizi eşit görmeyi de açıkça reddetmiştir. Üstelik birleşik faiz gibi usulleri de yasaklamıştır. (Kur’an/Âli İmran/3: 130, Yazır, Muhtasar, s. 259). Faiz, karşılığı olmayan bakaya(≈fazlalık) olup (Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, cild: 1, s. 1003), sadece hayali olan bir mal veya hizmet veya bedelin karşılığıdır. Halbuki alım satım ve kira gibi akitlerde değişime konu mal, hizmet veya bedel bellidir. (Yazır Muhammed Hamdi, Alfabetik İslam Hukuku ve Fıkıh Istılahları Kamusu, Cild: 4, Eser Neşriyat, İstanbul, 1997, s. 194). Paraya para kazandırma (Dipnot:507), “kişilerin paralarını işletecek olsalardı zaten kar elde edebilecekleri” gibi bir düşünceyle haklılaştırılamaz. Zira bu halde de hem o parayı kullananın ticarette zarar etmesi halinde bile fazlalığın ödenmesi gerekmektedir. -Ki riskten muafiyetle bunu kastediyoruz.- Hem de olmayan bir gerekçe mevhum, varsayım olduğu için bu nitelikteki faizi haklılaştıramaz. (Yazır, Alfabetik İslam Hukuku ve Fıkıh Istılahları Kamusu, s. 195).
Bu bağlamda usul olarak aksi görüşler olsa da burada mutlak hüküm mukayyetle genişletilemez. Kaldı ki, “kat kat artırılmış faiz almamak” emrinde artırılacak faizin katıdır. (Özsoy, İsmail, “Faiz”, İslam Ansiklopedisi, 12. Cild Türk Diyanet Vakfı Yayını, Ankara, 1995, s. 112). Ve faizin bu katlarına esas olacak “ilk katı”nı almamak da zaten vardır. Alışverişteki riskin kazancın gelip gelmeyeceğini ümitle beklemek mahiyetinde oluşu, faizde de olduğu söylenen riskten tamamen farklı, yatırım, üretim ve çalışmayı farklı görmeyi gerektirecek mahiyet arzetmektedir. (Ayrıca bakınız: dipnot 498 ve 506, 2. paragraf)
Sonuçta İslamda faizin çeşitleri ve mahiyeti ayrı bir araştırmayı gerektirecek ve uzmanlık konusu olacak kadar geniştir. Konunun uzmanı da değiliz. Ancak tüm bunlara temas etmekteki amacımız: ahlaki ve güvenli bir ekonomi ile iktisadi büyüme ve kalkınma için gerekli olan; çalışmak, üretmek ve alışveriş ve diğer usullerin paranın faize verilmesinden çok daha gerekli olduğuna dikkat çekmektir. Yazır’ın (Hak Dini Kur’an Dili, cilt: 1, s. 1003) ifadesiyle faizin alım satımda karşılığı olmayan fazlalık olduğunu söylersek; bu kapsamdaki tüm gelirlerin veya avantajların faiz olması lazım gelir. Ayrıca ticarette sermaye yapmak gibi maksatlarla alınan kredilerde asıl maksad faiz almak veya vermek değildir. Bu ve benzeri birçok tartışmayı, yukarıdaki izahat doğrultusunda çözüme kavuşturmak daha isabetli olsa gerektir.
Yalnız, şurasında tereddüt etmemek gerekir ki: 1. (Ölçüyü, içtihatlarda belirlenen makul sınırı aşarak, bir çıkış yolu bulmak babından ve menfaate olacak şekilde genişletmemek kaydıyla) zaruret halini ve 2. (Kur’an, Rahman/55: 60, Yazır, Muhtasar, 1054), İyilikle ve gönüllü olarak (-.ama evvelce belirlenmiş garantiye bağlanmış olmayan.-) bakaya(≈fazlalık) fazlalık ödemeleri bundan istisna tutmak gerektiğini değerlendirmekteyiz.
[505] Örneğin Batı felsefesinde de faiz ve tefeciliğe karşı çıkan Proudhon (Pierre-Joseph, İktisadi Çelişkiler Sistemi ya da Sefaletin Felsefesi, Tercüme: Işık Ergüden, Kaos Yayınları, İstanbul, 2012, s. 308’de) bunu adeta hırsızlık gibi bir haksız, gayrı ahlaki ve gayrıinsani bir yönteme benzetmektedir.
[506] Nursi, İlk Eserler, s. 222.
[507] Enflasyonda paranın düşen değerini telâfi edici yol ve yöntemleri farklı değerlendirmek gerektiği yönündeki görüş: Nakvi, N. Haydar, Ekonomi ve Ahlak, Çeviren: İlhan Kutluer, İnsan Yayınları, İstanbul, 1985, s. 158. Bu açıdan oluşan risk toplumsal bir mahiyet taşımaktadır. Dolayısıyla bununla yani enflâsyonla mücadele de ortak ve eşit külfetleri gerektirir. Bu sebeplerle bu külfeti borç ve alacaklı taraflar eşit veya ekonomik durumlarına göre adil bir şekilde paylaşmalıdırlar. Çünkü böyle bir sorunu gidermede bu usûl, makul ve tutarlı bir usûl olsa gerektir.
[508] Es-Sadr, Muhammed Bakır, İslâm Ekonomi Doktrini, tercüme: Mehmet Keskin-Sadettin Ergün, Hicret Yayınları, İstanbul, 1980, s.626
[509] Benzer görüş: Nursi, İlk Eserler, s. 222. İslâm’da da faiz yasağı bu yönden de “emeksiz kazanca” sınır çekmiş olmaktadır. Karakoç, Sezai, İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktürü, 13. Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul, 2013, s. 27.
[510] Decock, Wim “Geldüberwuchert”, Rechtsgeschichte – Legal History Rg 22 (2014), s. 362.
[511] İktisatta “üretim tabiat varlıklarını, emek harcanarak insan ihtiyaçlarını giderecek hale dönüştürmektir.” (Aren, Sadun, 100 Soruda Ekonomi El Kitabı, 12. Baskı,Gerçek Yayınları, İstanbul, 1993, s. 14). Daha geniş anlamdaki üretim de insanların ihtiyaç duydukları mal ve hizmetleri elde etmeye yönelik faaliyetleridir. (Aren, s. 9, 10). Bu noktada, “mal”lar ise iktisatta iktisadi faaliyetle ortaya çıkan nesnelerdir. Ancak, her “üretim” mal üretimi değildir. Çünkü, sağlık, güvenlik, eğitim gibi ihtiyaçları karşılayan faaliyetler maddi bir üretim değildirler. Ve dolayısıyla bu konularda yapılan çalışmalara gerçekleştirilen işlere “hizmet” denmektedir. (Bakınız: Aren, s. 9, 10).
Diğer taraftan üretim faktörleri emek, sermaye ve tabiat, yani topraktır. (Arıoba, s. 5). “Emek” harcamak, çalışmak ve gayret göstermektir. Yani bu kapsama, ticaret veya alışverişler ve böyle kabul edilmesi gereken iktisadi girişimler de dahil olmaktadır.
[512] Benzer görüş: Hatemi, İslâm Açısından Sosyalizm, s. 98, 163, 263.
[513] Bu arada, miras, sadaka, nafaka, zekât geliri, mehir veya zararların tazminatı gibi gelirler, haksız kazanç değildirler. Çünkü bunlar piyasada arz ve talep faaliyetleriyle ilgili olmaktadırlar. Yani, “ortaklık, iş ve kira akdi gibi mal ve menfaat mübâdelesi aracılığı ve devren iktisap usulleri de dolaylı olarak emeğe dayalı kazanç yollarıdır.” {İlmihal, cilt: 2, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını, Ankara, Tarihsiz, (https://webdosya.diyanet.gov.tr) s. 409. Ayrıca bakınız: Esed, s. 203, dipnot: 38}. Keza, kiralama gibi, dolaylı mal ve hizmetler (Es-Sadr, s. 615), bünyelerinde zarar görme gibi riskleri de bulundururlar ve kiracısına barınma veya iş yapabilme hizmeti verirler. Örneğin bu anlamda, kiralananın bedelini alamamak veya kiralananın yıkılması; mirasın müteveffanın borçlarına gitmesi gibi risklerden söz etmek mümkündür. Bunlardan bir kısmının da insani gereklere uygun yaşamak için destek veya garanti olduklarını gözönünde bulundurmak gerekir.
Bu sebeplerle fikrimizce, bunları piyasada yer alan ve -yukarıda belirtilen- alışveriş kriterlerine uyan bir yatırım ve faaliyet kabul etmeliyiz. (Bakınız: Es-Sağırci, Esad Muhammed Said, Delilleriyle Hanefi Fıkhı, Tercüme: Hilal Aldemir- Savaş Kocabaş-Soner Duman, Karınca & Polen Yayınları, İstanbul, 2009, s. 533 ve devamı).
Bu arada, arazilerin icara verilmesinin yasak olup olmadığı konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Örneğin elde edilecek ürün dışındaki her türlü edim karşılığında bu icarların mümkün olabileceği de belirtilmektedir. (Uludağ, İslâm’da Faiz Meselesine Farklı Bakış, s. 156-161). Tabakoğlu (s. 341) ise: “İslam, kira muamelesini benimsememekle birlikte kesinlikle yasak da etmemiştir.” demektedir. Yine (“cuale” sözleşmeleri gibi), bir işin yapılması karşılığında, yapılmadan evvel yapana verilmek üzere taahhüdü(≈yüklenimi) içeren sözleşmelerine de ekseriyet mümkündür gözüyle bakmaktadır.
[514] Rifai, s.85.
[515] Nitekim örneğin Kur’an da (Maide/5: 91) Kumarın ve benzeri faaliyetlerin kişiler arasında kin ve düşmanlık oluşturacağını (Okuyan, s. 294) belirtmiştir. Bu usulü başkalarının malını gayrı ahlaki ve haksız almak olunca bir nevi gaspetmek (Doğrul, cilt: 1, s. 193) diye görmek de mümkündür.
[516] Örneğin çalıştırılanların haklarını en kısa zamanda, hatta alınteri kurumadan vermek gerekir. (İM2443 İbn Mâce, Rühûn, 4, Hadislerle İslâm Serlevha Hadisler, s. 171). Bunu yapmayıp geciktirmek bile bir anlamda hak yemektir. Ve bu durumu da çalışanın hakkını ödemeyenin, çalışmadığı halde (haksız) bir kazanç sağlaması olarak görmek gerekmektedir.
[517] Kişilerin alışverişte makul bir kar haddini aşmak iktisadi güvenliği ve adaleti sarsar. Kur’an da örneğin, (Bakara/2:188; Nisa/4: 29, 30 örneğin: Yazır, Muhtasar, s. 197, 288) insanların, birbirlerinin mal ve kazançlarını haksız yere tüketmemelerini istemektedir. İşte bu sebeple serbest piyasa diye mal ve hizmetlerin satım miktarlarını denetlememek, isabetli olmasa gerektir.
[518] Kur’an, Bakara/2: 168’de (Okuyan, s. 58) iyi ve temiz olan şeyler üzerinde tasarruf edilmesini öngörmektedir. Bu bakımdan kazanç ve eşyalar, “sirkat, rüşvet, iğfal gibi vasıtalarla elde edil[len kazançlar iyi ve temiz değildirler.]” (Doğrul, cilt: 1, s. 62).
[519] Kur’an, (Bakara/2: 188’de rüşvet gibi hususları da yasaklayıcı anlam içermektedir. Çünkü neticede insanların birbirlerinin malvarlıklarını haksız sebeplerle azaltmamalarını içermektedir.
[520] Benzer görüş: Es-Sadr, s. 596, 622. Paranın hiçbir yatırımcı gayreti göstermeden para kazandırdığı bir iktisadi sistemden, hemen uzaklaşmak birçok sebeple zordur. Mesela, buna hızlı geçmek isteyiş, bir sakınca olarak iktisadi ve toplumsal güvenliği ve düzenin sarsabilecektir. Bir yazarın (Nakvi, Ekonomi ve Ahlak s. 200), düşüncesiyle bakacak olursak: Devletin ticaret, çalışma ya da yatırımcı veya yatırım ortaklığı gibi ekonomik büyüme ve kalkınma usûllerini, destekleyici ve teşvik edici plan ve program dahilinde, zamanla hayata geçirmesi daha isabetli olacaktır.
[521] Arıoba, s. 5. İhtiyacın ne olduğu yukarıda tanımlanmıştı. Bakınız: dipnot 469’a bağlı bilgi.
[522] Örneğin İslâm hukukunda (Örneğin: Kur’an, Tövbe/9: 34, 35; Hümeze/104: 2, 3.) da bu sebeple, istifçilik etmemek ve altın ve gümüşü elinde tutmak, yerine piyasaya sürülmesi istenmektedir. (Ayrıca bakınız: Hatemi, İslâm Açısından Sosyalizm, s. 116, 328).
[523] İslâm iktisat felsefesinde bir görüş, kişilerin kendilerine verilen bir imkânı ve nimeti başkalarının ve kendilerinin yararına kullanmamalarının, “nimeti küçük görmek” anlamına geleceğini ifade etmiştir. En-Neccar, s. 211.
[524] En-Neccar, s. 114.
[525] Atatürk’ün aynı yöndeki beyanatları için bakınız: Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (I-III), I, s. 414.
[526] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (I-III), I, s. 407.
[527] Atatürk’ün İzmir İktisat Kongresinde aynı hususa vurgu yapan konuşması için bakınız: İnan, Afet, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, (ss: 107-119), s. 108.
[528] Sosyologların dayanışmanın esasını dini kaynaklarda gördükleri görüşü: Giddens, s. 582. Burada Durkheim’i de özellikle zikretmek gerekir. Bakınız: Schmidt, Thomas M.- Pitschmann, Annette (Hrsg), Religion und Säkularisierung Ein interdisziplinäres Handbuch, J. B. Metzler ’ sche Verlagsbuchhandlung, Stuttgart, 2014, s. 7-9. Bu anlamda, örneğin, Kutsal Kitap’ta insanların yardımlaşmalarına dair hükümler vardır. {Levililer/25:35; Yasanın Tekrarı/15: 9; Matta, Yoksullara Yardım: 6, içinde: Kutsal Kitap, s. 155, 238, 1198}. Yardımlaşmaya ilişkin Kur’an-ı Kerim’deki tafsilâtlı hükümler de yeri geldiğince ve geniş olarak yer almıştır.
[529] Ergun Göze’nin “Sosyal adalet İslâmiyette de var, Türklük’te de var. Bey toplayan değil, dağıtandır. Samimiyet, doğruluk, adalet, ahde vefaya dayanan yeni bir iktisadî yapı kurabiliriz. Çünkü bunlar cemiyetin ruhundaki mânâya uygun.” görüşlerini (Meriç, Sosyoloji Notları ve Konferanslar, s. 371) burada zikretmelidir.
[530] İslâm’da zekat, (ihtiyaçlarından fazla mal ve kazanımlara sahip olanların yani) zenginlerin mal ve paralarından nisap miktarınca vermelerini içermektedir. Zekat, üzerinden bir yıl geçtikten sonra, fakirlere, yalda kalanlara ve İslamın belirlediği diğer kişilere verilecektir. (Bakınız: Arvasi, S. Ahmed, İlm-i Hal, Bilgeoğuz Yayınları, İstanbul, 2008, s. 293; Arvasi, Türk İslam Ülküsü, II, s. 163, 168, 188; Aghnides, Nicolas P., İslâm’ın Mali Hükümleri, Çeviren: Servet Armağan,İşaret Yayınları, İstanbul, 2003, s. 176). Bu sebeple İslâm, mülkiyetin ve gelirlerin âtıl bırakılmamasını da istemiş olmaktadır. Yani bunların ticaret, çalışmak ve yatırıma yöneltilmesini teşvik etmektedir. Dolayısıyla “Zekât sermayeyi yatırıma zorlar. Çünkü elde âtıl tutulup yatırıma yönlendirilmeyen sermaye, yıldan yıla zekât ödemeleri sebebiyle erimeye yüz tutar.” {İlmihal Cilt: 1, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını, Ankara, Tarihsiz, (https://webdosya.diyanet.gov.tr) s. 425}.
[531] Örneğin: Kur’an, Tövbe/9: 103; Bakara/2: 192. Diğer semavi dinlerde de aynı yönde tespitlere rastlanmaktadır. Kitabı Mukaddes, örneğin, Mezmur/72.: 12, 13. Kur’an (âli İmran/3:92), örneğin; “insanlar sevdikleri şeyi sarfetmedikçe iyiliğe ulaşamazlar.” (Tabakoğlu, s. 229) demektedir.
[532] Kur’an, El-Mearic/70: 24,25. Kur’an, En’am/6: 141; İsra/17: 26; Rûm/30:38; Zâriyât/51: 19 da bu yardımın “yardım edileceklerin” “hak”kı olduğunu belirtmektedir.
[533] Asandaş, Nurten-Işık, Nihat, “Ekonomik Kalkınma ve Gelir Dağılımının Yoksulluk Üzerindeki Etkisi: Ekonometrik Bir Analiz” Aksaray Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Yıl: 2021 cilt: 13 Sayı: 3 ss: 101-116 s. 108.
[534] İzzetbegoviç, Aliya, Doğu Batı Arasında İslâm, Çeviren: Salih Şaban, 2. Baskı, Yarın Yayınları, İstanbul, 2011, s. 270
[535] İzzetbegoviç, Aliya, Doğu Batı Arasında İslâm, Çeviren: Salih Şaban, 2. Baskı, Yarın Yayınları, İstanbul, 2011, s. 270
[536] Yetkin, s. 170, 171.
[537] Örneğin İslam iktisadı açısından Gazalinin yer verdiği, zaruriyat, haciyat ve tahsiniyat şeklindeki mertebelenmeye ilişkin açıklamalar için bakınız: Durmuş, s. 180 ve devamı.
[538] Benzer değerlendirmeler için bakınız: Bedir, Eyüp ve diğerleri, Sosyal Politika I, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayını, Eskişehir, 2018, s. 164.
[539] Rousseau, Jean Jacques, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliklerin Kaynakları, Çeviren: Rasih Nuri İleri, Say Yayınları, İstanbul, 1990, s. 87. İslâmda da (Örneğin: Kur’an, En’am/6: 165; Nahl/16:71; Zuhruf/43: 32, Tabakoğlu, s. 224; Rum/30:37,38, Esed, s. 989.), Allah imtihan sırrı için insanları, birbirlerine göre çeşitli yönlerden üstün kılmıştır. Bu içtimai(=sosyal) bir gerçekliktir. (Tabakoğlu, s. 224). Yani insanlara arasında sosyal, iktisadi veya daha başka yönlerden eşitsizlikler vardır.
[540] Atatürk, “devletçilik özellikle sosyal, ahlaksal ve ulusaldır… demek suretiyle uyguladığı ve uygulanması gereken devletçiliğin sosyal olduğunu vurgulamıştır.” Evyapan, s.262.
[541] Bir görüşe (Ölmezoğulları, Nalan, Ekonomik Sistemler ve Küresel Kapitalizm, 5. Baskı, Ezgi kitabevi yayını, Bursa, 2008, s. 92, 118) göre; kapitalist sistemlerde eşitsizlik, eşitsiz gelir dağılımı bir yönüyle kaçınılmazdır. “Sosyal adalet” karşıtları ise eşitsizliklerin piyasa ekonomisine dinamizm kazandırdığını düşünmektedirler.
[542] “Herkes, malik olduğu şeyin en büyük kısmını atalara ve bir zamanda yaşadığı insanlara borçludur. Aralarındaki bağlar dolayısıyla bu varislik, her zaman ve mekâna şamildir. Gelmiş geçmiş, ismi bilinmeyen binlerce bağlı insanlar olmasaydı, hiçbir servet olmazdı. Eğer insanın insana karşı borcu varsa ödenmesi lazımdır. Kimin tarafından? Servet kazananlar tarafından. Kime ödenmeli? Tabii ve sosyal bağdan zarar görenlere. Alacaklıların şahsen bilinmesine imkân yoktur. Fakat mümessilleri vardır. Mümessiller devlet veya birçok sosyal yardım müesseseleri. Eşitsizliği gidermek için bir kısım insanlardan, diğer bir kısım insanlar için istenen tazminattır bu.” Atatürk’ün EI Yazıları ve Değişik Konulardaki Düşünceleri, Kuleli Askerî Lisesi Matbaası, İstanbul 1981, s. 522-525, İnan, Afet., Mustafa Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, İstanbul 1971, s. 101, 102, nakleden: Sezen, Yümni, Hümanizm ve Atatürk Devrimleri, Yıldızlar Matbaası, İstanbul, 1997, s. 336.
Bu bağlamda bir noktaya temas etmek çok yerinde olacaktır: Çağımızın büyük düşünürlerinden John Rawls da adaletin gerçekleştirilmesi için dağıtımları, tarih öncesi cehalet dönemindeki paylaşımlarla doğan ve süregelen eşitsizlikteki en dezavantajlıları nazara alınarak yapmak düşüncesindedir. (Bakınız: Naqvi, İslam, Ekonomi ve Toplum, s. 64). Dolayısıyla Rawls da eşitsizliği, tarihin başlangıcından itibaren oluşan paylaşım farklılıklarına dayandırmaktadır. Bu bakış açısıyla Rawls, Atatürk’ün yukarıda zikrettiğimiz düşüncesini sadece tekrarlamış ve teyit etmiş olmaktadır.
[543] Bakınız: Alatlı, Alev, “Neo-Liberalizm” Küreselleşme Ekonomi ve Diğer Hususlar, https://www.alevalatli.com.tr/neo-liberalizm/#more-1953 erişim: 31.05.2024
[544] Hayek’in bu fikirlerini belirten: Yetkin, s. 222.
[545] Örneğin; Ricardo, Bölüm: V. Ayıca bakınız: Ölmezoğulları, s. 102-122.
[546] Dardot, Pierre-Laval, Christian Dünyanın Yeni Aklı Neoliberal Toplum Üzerine Deneme Çeviren Işık Erguden, İstanbul Bilgi Universitesi Yayınları, İstanbul, 2012, s. 265, 266.
[547] Bu konuda klasik ve çağdaş liberal görüşlere ilişkin etraflı bilgi için bakınız: Sallan Gül, Songül, Sosyal Devlet Bitti, Yaşasın Piyasa, Etik Yayınları, İstanbul, 2004, s. 30, 116, 117.
[548] Örneğin: Spencer, Herbert, Devlete Karşı İnsan Çeviren: Yavuz Selim Altındal, Litera Yayınları, İstanbul, 2016, s. 46, 47, 150.
[549] Erkal, s. 283.
[550] Çünkü; “rızkı Allah daraltır ve genişletir.” (Kur’an, Bakara/2: 245, El-Cabiri, Muhammed Âbid, Fehmü’l Kur’an Nüzul Sırasına Göre Tefsir Cilt: 3, Çeviren: Muhammed Çoşkun, İlimyurdu Yayıncılık, İstanbul, 2013, s. 100).
[551] Kropotkin, Pyotr, Karşılıklı Yardımlaşma, Çeviren: Işık Ergüden, Kaos Yayınlar, İstanbul, 2001, s. 9, 264.
[552] Akın, İlhan F., Kamu Hukuku Devlet Doktrinleri ve Temel Hak ve Özgürlükler, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayını, İstanbul, 1974, s. 199, 269.
[553] İzzetbegoviç, s. 269, 270.
[554] Kropotkin’in (Memoirs (Trudy) of the Saint-Petersburg Society of Naturalists, c. XI, 1880’e atıfla) toplumun anlamını sadece yardımlaşma bilincinden kaynaklanan dayanışmada bulduğu düşüncesi için bakınız: Kropotkin, s. 21; Uslu, Ateş, Siyasal Düşüncelerin Toplumsal Tarihi cilt: 3, s. 347
[555] Bakınız: Kur’an, Ali İmran/3:92, Kavurmacı, s. 151
[556] Arvasi, Türk-İslam Ülküsü, II, s. 207.
[557] Cüceloğlu, Doğan, Dayanışma Bilincinin Temeli İçimizdeki Biz, 37. Baskı, Remzi Kitabevi Yayını, İstanbul, 2005, s. 109.
[558] Asandaş-Işık, s. 108.
[559] Arvasi’nin (Türk İslam Ülküsü II, s. 188) ifadeleriyle ifade edebiliriz ki:
“Fakir ve sefalete düşmüş bir cemiyette, ‘zengin olmak’ belki mümkündür[.] Ancak, bu zenginliğin, sahiplerine huzur ve saadet getireceğini sanmak, [zordur.]… Cemiyetin sefaleti üzerine bina edilmiş zenginlikler, maddî ve manevî felâketlerin kaynağı haline gelir. Aksine, cemiyetini, zengin ve müreffeh kılmaya matuf çalışmalar ve müesseseler, yalnız zenginleşmeye yol açmazlar[. Bununla birlikte] barış ve huzurun tesisinde de önemli rol oynarlar.”
Durkheim’ın iş bölümünden kaynaklanan dayanışma için söylediği, “dayanışma var olmanın koşullarından yalnızca biridir.” (Durkheim, Emile, Ahlâk ve Toplum, Çeviren: Duygu Çenesiz, Pinhan Yayınları, İstanbul, 2016, s. 150) söz burada büyük bir önem taşımaktadır.
Nihayetinde: Nursi’nin (İlk Eserler, s. 222) de ifade ettiği gibi: “ben tok olsam, başkası açlıktan ölmüş bana ne!” diyemeyiz. Çünkü bu anlamında bir bakış ve yaşayış, toplumsal çatışmaların ve fesadın esas sebeplerinden birisidir.
[560] Akın, s. 199.
[561] Benzer görüş: Derdiman, R. Cengiz, Polis Yönetimi ve Hukuku, 3. Baskı, Nobel Yayınları, Ankara, 2007, s.71; Artuk, Mehmet Emin-Alşahin, M. Emin, Kriminoloji, 2. Baskı, Adalet Yayınları, Ankara, 2018, s. 318-322.
[562] Derdiman, R. Cengiz, “Kentleşmenin Suça Etkisi ve Kentlilerin Suçla Mücadelesinin Sosyal ve Hukuki Boyutları”, Çağdaş Yerel Yönetimler Dergisi, cilt: 19, Sayı 3 Temmuz 2010, ss: 49-73, s. 56. Benzer görüş: Artuk-Alşahin, s. 321.
[563] Giddens, s. 386
[564] En-Nebhan, Muhammed Faruk, İslam Anayasa ve İdare Hukukunun Genel Esasları, çeviri: Servet Armağan, Sönmez Neşriyatı, İstanbul, 1980, 90
[565] Aynı kanaat: Kösoğlu, Türk Olmak ya da Olmamak, s. 195.
[566] Kur’an, Bakara/2: 264; Nisa/4: 38. Diğer dinlerin semavi kitaplarında da aynı yönde tespitler görülmektedir Örneğin: Kutsal Kitap, Yoksullara Yardım/6:1-4).
[567] Kur’an’a göre; insanların aralarında iyilik ve ihsanı unutmamaları (Bakara/2: 237); iyilik yapanlara Allah’ın ileride ihsanını artıracağı (Araf/39: 161), da, önemli bir yardımlaşma ve dayanışma anlatımı olarak dikkat çekmektedir. Hatta, İslâm, insanların malvarlıklarından kendi ihtiyaçları dışında kalacak kısımlarını da yardım olarak dağıtmalarını (Kur’an Bakara/2: 219. Ayrıca: Hatemi, İslâm Açısından Sosyalizm, s. 33, 122, 268) ve yoksullara yardımda engeller çıkarılmamasını istemektedir. (Kur’an Maun/107: 7). İslâma göre mülkün ve rızkın sahibi ise sadece ve sadece Allah’tır (Kur’an, Ankebut/29: 60; Zariyat/51: 58).
[568] Naqvi, İslam, ekonomi ve toplum, s. 66. Naqvi (aynı eser, s. 64), sosyal adalet açısından, Rawls’a atıf yapmaktadır. Bu bağlamda adil dağıtımda en yoksul kesimin refahını dezavantajı giderecek derecede maksimize etmek gerekmektedir.
[569] Nakvi, Ekonomi ve Ahlak, s. 182.
[570] “Servet kazananlar tarafından. Kime ödenmeli? Tabii ve sosyal bağdan zarar görenlere. Alacaklıların şahsen bilinmesine imkan yoktur. Fakat mümessilleri vardır. Mümessiller devlet veya birçok sosyal yardım müesseseleri. Eşitsizliği gidermek için bir kısım insanlardan, diğer bir kısım insanlar için istenen tazminattır bu. Verginin aslı da bu cümledendir. İçtimai teminIere devlet sosyalistliğine yaklaşarak varılabilir.” Atatürk’ün EI Yazıları ve Değişik Konulardaki Düşünceleri, s. 522-525, İnan, s. 101, 102, nakleden: Sezen, Yümni, Hümanizm ve Atatürk Devrimleri, s. 336
[571] İşsizliği gidermeyen devletin işsizlere ve yoksulların ihtiyaçlarına kefil olması kaçınılmaz bir sosyal devlet fonksiyonu olacaktır. Zeydan, s. 97.
[572] Hahnel, Siyasal İktisadın ABC’si, s. 345.
[573] “Yoksulluğun azatılmasında; ekonomik büyüme, üretim, adalet, sürdürülebilirlik, insani gelişmenin sağlanması ve küresel sömürünün sona ermesine dönük politikaların geliştirilmesi ve bu konuda küresel işbirliğinin arttırılmasının büyük bir önemi vardır.” Asandaş-Işık, s. 115.
[574] Friedman, s. 181, 182.
[575] İslâm’da aynı ilkeye yer veren Kur’an (Haşr/59: 7), Devlet kazanımlarının yoksul, yetim, yolda kalmış ve diğer bir kısım kimselere dağıtılmasını öngörmüştür. Böylelikle, malların toplumda “yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet [=güç vasıtası] olma[sının da önüne geçmek istemiştir].”
[576] AYM, Esas:1988/19, Karar:1988/33, 26.10.1988.
[577] Berkes, 200 Yıldır Neden Bocalıyoruz? 2, s. 141.
[578] Bu konuda bakınız örneğin: Kafesoğlu, İbrahim, Türk Milli Kültürü, 17. Baskı, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1998, s. 317 ve devamı; Meriç, Sosyoloji Notları ve Konferanslar, s. 365.
[579] Batının muhataplarını yönlendirmelerini, Hayvan Çiftliği hikayesindeki, telkin edileni yapan koyunları konu ederek anlatan Özdenören (Rasim., İki Dünya, 4. Baskı İz Yayınları, İstanbul, 2013, s. 67.) böylece, dış güçlere karşı uyanık olmayı ve Ülke şartlarına göre plan program yapmaya vurgu yapmıştır.
[580] Günümüzde küresel politikalardan da etkilenen tarımsal faaliyetler zannımıza göre, gerilemiştir. (Bu konuda bakınız: Keyder, Çağlar-Yenal, Zafer, Bildiğimiz Tarımın Sonu, İletişim Yayınları, İstanbul, 2013, s. 48, 49).
[581] Güner Toprak, Başarabiliriz, s. 533. Tarımda teşvik ve desteklerle, Yazar’ın dile getirdiği şekilde, kendine yetme hedefimizin de Anayasal garantiye kavuşturmayı (Güner Toprak, Başarabiliriz, s. 533) en azında tartışmaya açmalıdır.
[582] Benzer görüş: Güner Toprak, Başarabiliriz, s. 533
[583] “Devlet, bu arazileri sahiplerinden kamulaştırma yöntemi ile satın alıp işletecek olanlara vermelidir.” Anlamındaki açıklama ve görüş: Karaca, Milliyetçi Türkiye, 1972, s. 165.
[584] Karaca, Milliyetçi Türkiye, 1972, s. 161 ve devamı.
[585] Bu arada miras malların paylaştırılmasında, mirasçıların anlaşamayışlarından kaynaklanan büyük sorunlara tanık olunmaktadır. Açılan ortaklığın giderilmesi davalarında da mahkemeler, ekseriyetle, bunların açık artırmayla satışı, parasının mirasçılara paylaştırılmasına karar vermektedirler. Halbuki, mirasbırakanın(=varisin) ölümünden itibaren azami 3 yıl içinde, miras malların üzerine değer konularak bir arabulucuda/uzlaştırmacıda veya Noterde paylaştırılması usûlüne öncelik tanıyan yasal düzenlemeler, fikrimizce, seneler süren bu tür sorunları gidermiş olacaktır. Böyle bir düzenleme, kişilerin malları üzerindeki tasarrufu sınırlandırıcı da olmadığı için Anayasaya aykırı olmayacaktır.
[586] “İki Yıl Üst Üste İşlenmeyen Tarım Arazileri Kiraya Verilecek.”, https://www.tarimorman.gov.tr/Haber/6369/Iki-Yil-Ust-Uste-Islenmeyen-Tarim-Arazileri-Kiraya-Verilecek erişim: 20.12.2024. Konuyla ilgili yeni yönetmelik çıkmıştır. “İşlenmeyen Tarım Arazilerinin Tarımsal Amaçlı Kiraya Verilmesine İlişkin Yönetmelik” için bakınız Resmî Gazete: 32640, 22.08.2024.
[587] İslâm ve Osmanlı arazi hukukunda bu tür uygulamalar için bakınız: Cin, Halil, Osmanlı Toprak Düzeni ve Bu Düzenin Bozulması., Yenigün Matbaası, Ankara, 1978, s. 126 ve devamı.
[588] Aynı kanaat: Ateş, Süleyman, “Toprak ve İslâm”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: 17 sayı 1, ss: 201-237, s. 237. Hz. Ömer’in özel mülkiyet olmayan(mir’i) arazilere, aynı yöndeki uygulaması söz konusudur. (Baltacı, Cahit, İslam Medeniyeti Tarihi, M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayını, İstanbul, 2010, s. 221). Ancak, İslam’da maslahat yani kamu yararı ve kazanımların belli kişiler ya da kesimlerde toplanmaması (Kur’an, Haşr/59: 7) gibi kurallar, özel mülkiyet için de zorunluluk ölçüsünde sınırlamalara imkân vermektedir. (Benzer görüş: Çalış, Halit, “İslâm Hukukunda Servet / Mülkiyet Tahdidinin İmkânı Üzerine”, Selçuk [Necmettin Erbakan] Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, yıl: 2004, cilt: 17, sayı: 17, s. 143).
[589] Aysan, s. 91, 92.
[590] Atatürk döneminde alınan tasarruf tedbirleri doğrultusunda Devlet harcamalarında tasarrufa gidilmiştir. Bu doğrultuda örneğin milletvekillerinin maaşlarında indirim yapılmıştır. (Turan, Şerafettin, Mustafa Kemal Atatürk, 3. Baskı, Bilgi Yayınları, Ankara, 2017, s. 542; Meydan, Sinan, “Atatürk Türkiye’sinde tasarruf tedbirleri” Sözcü, https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/sinan-meydan/ataturk-turkiyesinde-tasarruf-tedbirleri-2206730, erişim: 17.05.2024).
[591] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III (cilt: I), s. 415.
[592] Kur’an (Furkan/25: 67), saçıp savurmayı ve cimriliği değil, bunların arasında orta yolu öngörmüştür. Bakınız: Esed, s. 893; Yazır, Muhtasar, s. 754.
[593] Naqvi, İslam, Ekonomi ve Toplum, s. 81. Hadis de “Kibre düşmeden ve israfa kaçmadan (dilediğiniz gibi) yiyin, sadaka verin/harcayın ve giyinin!” buyurmuştur. (N2560 Nesâî, Zekât, 66, nakleden: Hadislerle İslâm Serlevha Hadisler, s. 169).
[594] Çelik, Aziz, “Tasarruf Paketi Değil Taarruz Paketi!”, Birgün Gazetesi, 20.05.2024, https://www.birgun.net/makale/tasarruf-degil-taarruz-paketi-530549 erişim: 10.06.2024.
[595] Örneğin Karaca’nın (Milliyetçi Türkiye), kalkınmak için, yatırımlara harcama üzere toplum olarak tasarrufun gerekliliği düşüncesini nakleden: Işınsu, s. 2.
[596] Yazır, Muhtasar, s. 754, dipnot: 66.
[597] Benzer görüş: Yazıcıoğlu, Bu sistem Değişmeli…, s. 176, 177, 188.
[598] Benzer görüşler: Bıçak, s. 192. Bir ülkenin kalkınmasına ilişkin kapsamlı izahatlar içeren bir çalışma (Petrov, s. 237) da: Kültürel açıdan kendisini geliştirmemiş halk için, “oturdukları yerlerdeki topraklardan ve toprakların zenginliklerinden yararlanmayı bilmedikleri için yoksuldurlar.” demektedir. Ve, bilgisizliğin sefalete sebebiyet veren etkenlerden olduğuna işaret etmektedir.
[599] Benzer görüş: Nursi, İlk Eserler, s. 223, 229.
[600] Zaim, Sabahattin, İslâm Ekonomisinin Temelleri, Hazırlayanlar Adem Esen-Turan Koç- Mustafa Yavuz Çakır, İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi Yayını, İstanbul, Tarihsiz (https://www.izu.edu.tr), s. 66.
[601] Bruckner, Pascal, “Gelecek Fikirler” (Röportaj: Kürşat Oğuz), Halk TV, 13.03.2025, saat: 05:48
[602] Kur’an, Necm/53: 39-41; Nisa/4: 32: Yazır, Muhtasar, s. 288, 1037, 1038; Esed, s. 204, 1262
[603] Alatlı’nın (Alev, Video paylaşımı, https://www.facebook.com/AdaletPersoneli/videos/helalle%C5%9Fmek-mahkemede-dava-kazanmaktan-daha-%C3%BCst%C3%BCn-olmal%C4%B1d%C4%B1r-%C3%A7%C3%BCnk%C3%BC-her-yasal-hak-/1157592117711931/ , erişim: 09.06.2024), “Helalleşmek mahkemede dava kazanmaktan daha üstün olmalıdır.”; sözünü de burada, teyit edici yönü itibarıyla paylaşmak yerinde olacaktır.
[604] Kavurmacı, s. 151
[605] İmam-ı Gazali, Devlet Başkanlarına, Çeviren: Osman Şekerci, Sinan Yayınevi, İstanbul, 1969, s. 90.
[606] Dworkin, Ronald, “Siyasal Anayasanın Ahlaki Temelleri” Anayasa Yargısı 28 (2011), s.29, 30.
[607] Rawls, John, Siyasal Liberalizm, çeviren: Mehmet Fevzi Bilgin, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayını, İstanbul, 2007, s. 50-53; Bıçak, s. 163. Aslında Rawls’ın da eserlerinde değindiği toplumsal sözleşme açısından baktığımızda; Hume’un görüşü dikkat çekmektedir. O’na göre: toplumsal sözleşmeyle, kişilerin sahip oldukları ekonomik kazanımlarının ve mülkiyetlerinin kendilerine ait olacağı da belirlenmiştir. (Yetkin, s. 161, 162). Yani bu sözleşme özel mülkiyete de bu anlamda meşruiyet kazandırmıştır.
Ancak bu durum, sözleşme öncesinde kendi imkan ve güçleri ile mülkiyetlerini koruyamayan veya başkaları gibi mülkiyet elde edemeyenlerin dezavantajlılarını kaldırmaz. Dolayısıyla adaletsizlik, Hume’un toplumsal sözleşme teorisiyle meştulaştırılamaz.(Benzer görü: Yetkin, s. 162, 163). Nitekim Hume’un (David, Siyasi Denemeler, Çeviren: İsmail Hakkı Yılmaz, Pinhan Yayınları, İstanbul, 2017, s. 345) kendisi de “sağlam bir adalet duygusu olsaydı, başkalarının mülklerinden tamamen uzak dururlar” demektedir. Böyle bir ifade de başlangıçtan itibaren adaletsizliğin önüne geçmenin zımnî ifadesi olmaktadır.
[608] AYM de “çatışan haklar arasında adil bir dengenin gözetil[mesi gereğine] işaret etmiştir. AYM, Genel Kurul, Bireysel başvuru: 2018/14884, 27.10.2021 § 115. Benzer karar: AYM, 2. Bölüm Bireysel Başvuru: 2018/19950, 13.09.2022, § 42.
[609] Bu vesile ile AYM’nin (Esas: 2024/29 Karar: 2024/226, 25.12.2024, § 36.) kararındaki “insan haklarına saygılı hukuk devleti ilkesi” tabirinin yerinde olmadığı kanaatimizi belirtmek isteriz: AYM’nin kararında kullandığı bu tabir, Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devletini sanki insan haklarına saygılı devlet ibaresiyle tamamlayan ve hukuk devletini sadece bu vasfıyla muteber gören bir anlama sevkedici içerik taşımaktadır. Halbuki, hukuk devletini sadece insan haklarına saygılı olmakla sınırlamak, Anayasanın 2. maddesindeki hükümle uyumlu olmasa gerektir. Çünkü, Cumhuriyet Anayasamızın 2. maddesindeki niteliklerin herbirisinin ayrı ayrı varlığıyla anlam kazanır. Bu niteliklerden birisi diğerinin tamlayanı veya tamamlayanı değildir. Yani Hafızoğulları’ndan (s. 76, 77.) ilhamla, Anayasanın 2. maddesindeki niteliklerin Devletimizin, Cumhuriyetimizin vasıflarını belirten yan ve tamamlayıcı cümlecikler olduklarını söyleyebiliriz. Bu anlamda örneğin, hukuk devletinin “sosyal devlet”le birlikte anılmaması, insan haklarına saygılı olma vasfını işlevsiz kılabilir.
[610] Adalet, liyakât ve sadakatin önemi, yöneticilerin bunlara uymaları Türk İslâm Devlet felsefesinde önemlidir. (Örneğin, Farabi, İbn Haldun, Kınalızade Ali Efendi, Koçi bey, Defterdar Sarı Mehmet Paşa bunlar arasındadır. Bunların konuyla ilgili fikir ve tavsiyeleri için bakınız: Karaköse, Hasan, Siyasi Düşünce Tarihi, Nobel Yayınları, Ankara, 2004, s. 106-123).
[611] Benzer Görüş: Erkal, s. 267.
[612] Güner Toprak, Başarabiliriz, s.544.
[613] Bizim ekonomik anlayışımız, Atatürk’ün İzmir İktisat Kongresinde (Gündüz Ökçün’e atıfla Bozdağ, s. 60’da naklettiği beyanında) dediği gibi: yabancı sermayeye, yatırıma karşı değildir. Ancak yabancı yatırım ve sermeyenin kanunlarımıza uymak ve Ülkemizde hegemonya kurmaya yönelmemeleri kaydıyla, bu durum mümkündür. Bu şartlar altında gereken güveni vermeyi uygun görmekteyiz.
[614] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cilt: (I-III), I, s. 412, 425.
[615] Aynı Kanaat: Güner Toprak, Başarabiliriz, s. 533.
[616] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, (cilt: I), s.413.
[617] Benzer görüş: Karaca, Milliyetçi Türkiye, 1972, s. 17.
[618] Nursi, Said, İlk Eserler, s. 193, 194.
[619] Bakınız: dipnot 612.
[620] Karaca, Milliyetçi Türkiye, s. 22, 35. Millet gerçeği varoldukça milliyet duygusu da var olacaktır. Dolayısıyla, bu yeni ve batıyla bağlı değil daha evvelden mevcut insani ve tarihi gerçekliktir. (Kösoğlu, Nevzat, Milliyetçilikte Yeni Arayışlar Yahya Kemal, Ötüken Yayınları İstanbul, 2009, s.13-15).
[621] Başgil, Din ve Laiklik, s. 160, 171, 172 ve devamı; Derdiman, Anayasa Hukuku, 2013, s. 230. Dolayısıyla, toplumsal nitelikli zaruri ihtiyaçları karşılamak için yapılacak eylem ve işlemler de laikliğe aykırı değildir. Turan, Türkiye’de Manevi Buhran Din ve Laiklik, s. 100.
[622] Demir-Karatepe, s. 166. İsmet İnönü de Bayram’ın (s. 242) alıntıladığı bir konuşmasında laiklik ilkesine zarar vermemek kaydıyla millet toplumsal gerçeklerine yüz çevirmeyeceklerini vurgulamıştır. Kurtkan’a (s. 208) göre de: “resmî kanunların bu dinî âkidenin ışığını tam mânâsıyla aksettirebilmek için sosyal ihtiyaçlara göre zaman zaman İslâm’ın gösterdiği istikamette değiştirilmeleri hem devletin lâiklik fonksiyonunu ifa edebilmesi hem de Kur’an’ın özüne sadık kalmış olması bakımından menfi değil[dir. B]ilakis müspet değer hükümlerine yol açabilecek bir icraattır.”
[623] Bakınız: Çeçen, Anıl, Sosyal Demokrasi, Devinim yayınları, Ankara, 1984, s. 11, 18.
[624] Benzer görüş: Vaut, Simon ve diğer yazarlar, Sosyal Demokrasi El Kitabı, 3. Baskı, Friedrich Ebert Vakfı yayını, Bonn, 2014, s. 63.
[625] Friedman, s. 278, 279.
[626] İzzetbegoviç, s. 271, dipnot: 5
[627] Dipnot: 533, 535.
[628] “De ki: “Rabbim kullarından dilediğine rızkı bol verir, dilediğine ise az verir. Şunu bilin ki, hayır yolunda ne harcarsanız, Allah onun yerine yenisini lûtfeder. Çünkü O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Kur’an, Sebe’/34: 39 için bakınız örneğin: Cabiri, Cild: 2, s. 99; Okuyan, s. 1035; Şener-Sofuoğlu-Yıldırım, s. 431). Aynı konuda Kur’an, Bakara/2: 245: “Kim Allah yolunda … malını … harcarsa, Allah onu verdiğinin kat kat fazlasıyla mükâfatlandırır.” (Şener-Sofuoğlu-Yıldırım, s. 40).